Gezenbayan – cizenbayan https://www.cizenbayan.com müzik, seyahat, lifestyle, yoga, festivaller, keşifler Fri, 09 Aug 2019 14:22:29 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.6.14 Burning Man https://www.cizenbayan.com/burning-man/ https://www.cizenbayan.com/burning-man/#respond Thu, 08 Aug 2019 14:54:37 +0000 https://www.cizenbayan.com/?p=10154 İlk kez bu kadar detaylı bir BM yazısı yazıyorum. Daha önce video çekmiştim Burning Man ile ilgili ilk senemden sonra. Oradaki bazı komik anılarımı anlatmıştım ama Burning Man nedir tam olarak anlatmamıştım. Aslında ben de her sene daha çok anlıyorum. Bu sene 4. kez gideceğim ve belki 10. gidişimden sonra bu yazıyı da beğenmeyeceğim, kim bilir…

Şimdilik BM çok yaklaştı ve hazırlanmak isteyenler olabilir diye bu yazıyı görselsiz yayınlayacağım. Belki eksik kalan noktalar vardır onları da daha sona update edeceğim. Cevaplamadığım sorularınız varsa onları da cevaplar yazının sonuna iliştiririm. Şimdilik elimde olanla sizi başbaşa bırakayım…

 

Baştan söyleyeyim, gitmeden ve orada olanları görmeden tam olarak anlaşılabilecek bir şey değil aslında Burning Man. Hatta giderek anlamamanız da mümkün. Örnekleri var. Playa’da (Burning Man’deki şehrimizi kurduğumuz alanın Burner’lar tarafından yaygınca kullanılan ismi) kural diye yere çöp atmayıp BM’den ayrılırken kullanılmamış ürünleri, plastikleri, pilleri falan yaldır yaldır çöpe atanlar da gördü bu göz… BM’e turist olarak gelmekle Black Rock City resident’ı olmak farklı farklı şeyler bence…

Özellikle de sosyal medyada gördükleriniz Burning Man’in ne olduğu hakkında fikir yürütmek açısından epey yanıltıcı olabilir. Burning Man bitmiş falan diyenleri de anlıyorum ama bitmedi aslında. Burning Man yine Burning Man. Siz BM prensiplerine pek de uyum sağlamayan bazı insanların paylaşımlarını görüp yanlış fikirlere kapılabilirsiniz ama orada yine büyülü şeyler olmaya devam ediyor.

Ben anlatmaya çalışacağım, o gördüklerinizden ibaret sanmayın bu muhteşem kültürü diye, hem de gitmeyi düşünenlere ışık olur belki yazım..

Burning Man

Burning Man 10 günlüğüne çölün ortasına kurulan geçici bir şehir, bir kültür, belki bir sosyal deney, belki ütopya simülasyonu bilmiyorum ama kesinlikle sosyal medyaya yansıyanın aksine ‘zenginlerin bir hafta çölde kostümler giyerek ve uyuşturucu kullanarak partiledikleri festival’ değil.

Bundan 4 sene önce benim Burning Man’e gidişim müzik ve ‘açık hava sanat galerisi’ gezme motivasyonuyla olmuştu. Benim ilk kez yoga yapışım da kilo vermek içindi. Gerçekte ne olduğunu anladığımda ise hayatım değişti. Dolayısıyla şimdiye kadarki paylaşımlarımla BM’in ne olduğunu tam olarak tek bir karede anlatamamış olsam bile bu kültürle ilgili 2-3 kişide bile merak uyandırdıysam ne mutlu bana. Çünkü ben de gördüğüm videolardan duyduğum setlerden gaza gelerek gitmiştim ilk. Sonradansa yaşayış şeklimi bile derinden etkileyen, işimi, hayatımı sorgulamama sebep olan farklı bir yer edindi kendine bende.

Kimseyi tanımadan, herhangi bir kampım olmadan, festivaller konusunda kendilerinden epey tecrübeli olduğum yani Burning Man konusunda benden bile tecrübesiz 3 Türk arkadaşımla beraber fotoğraflardan görüp dibimizin düştüğü, soundcloud’da en sevdiğimiz sanatçıların en iyi en ünlü setlerini çaldıkları Nevada’daki ünlü çöle gittik. Sene 2016.

Bütçe?

Şimdi Burning Man bir şehir. Zengini de var fakiri de. O yüzde bütçe olayı size kalmış. 1000 dolara da gidebilirsiniz 50.000 dolara da. Yazıyı okudukça daha iyi anlayacaksınız. Ama 1000 doların altına biraz zor diyebilirim.

İlk gittiğim sene en az parayı harcamıştım. O zamanlar Dolar bu kadar yüksek değildi ve biz BM bileti uçak bileti ve vize hariç kişi başı 1000 doların altına gitmeyi başarmıştık. Biraz aç kaldık ama biraz daha yiyecek alsak orda taş çatlasın adam başı 100 dolar oynardı harcamamızda. Neyse kamp olunca, karavan kiralayınca, bisiklet al ya da kirala, playa’ya getir götür, kostümlere falan da para verince bu ücret daha da artıyor tabii. Şu an o zaman harcadığımız paraya uçak bileti bile alamıyoruz ama bu TL’nin anormal değer kaybetmesinden ötürü.

Mesela benim bu seneki kampım en baştan kayıt yaparsan 380 Dolar alıyor; sonradan karar verirsen de ücreti 500 Dolar. Bu ortalama bir kamp ücreti diyebilirim. Orada ne yiyip içeceğiniz kostümlere para verecek misiniz falan gibi değişkenler çok etkiliyor bütçeyi. Bir şey söylemek zor.

Haftalık fiyatı 100 Dolar olan kamp da var 2000 Dolar olan da 50.000 olan da. Genellikle ödediğiniz miktarla doğru orantılı olarak size sağladığı imkanlar değişiyor kampların. Standart bir kamp size aracınızı parkedeceğiniz, çadırınızı kurabileceğiniz bir alan, duş (genellikle açık havada ve soğuk suyla) bir hafta boyunca yiyeceklerinizi saklamanız ve pişirmeniz için buzdolabı ve ocak ya da sabah öğle akşam yemekler sunabiliyor. Bu hizmetler her kampta farklı. Bazılarında aracınız / karavanınız olması bazılarında olmaması falan gerekiyor. Hepsi farklı ve 100’lerce kamp var. Temaları var kampların ve genelde aynı kafada insanları bir araya topluyor.

Kamplara girebilmek için aslında o çevrelerde tanıdıkların olması, önceden başvurmuş olmak, bazılarında mülakat falan gerekiyor.

Bir kampa dahil olmamak da seçenek bu arada. Bu durumda çadırda ya da karavanda kalabilirsiniz. Eğer karavanınız varsa buz dolabı ve duş olayını halletmiş oluyorsunuz (ancak çoğu insan aşırı tozdan tıkandığı için karavanının içindeki duşu kullanmıyordu, yani duş almak istiyorsanız duş sağlayan bir kampa dahil olmakta fayda var, karavanınızın arkasında kafanızdan aşağı su dökmek pek olmuyor çünkü GREY WATER diye bir olay var ve çölün faunasını bozduğu için buna izin verilmiyor)

Burada hemen Burning Man’in LEAVE NO TRACE yani IZ BIRAKMA prensibine değineyim. Biz gelmeden önce playa bomboştu insandan eser yoktu. Biz giderken de öyle olmalı. Mantık bu! Biz kamplarımızı söküp her şeyimizi alıp gittiğimizde bizden hiç eser kalmamalı. SIFIR.

Yere çöp atmıyoruz evet, izmarit bile. Kamplar söküldükten sonra BM organizasyonu kamplara ayrılmış alanları inceleyip insanın getirdiği herhangi bir şey bulursa o kamplar bir sonraki sene ya kötü bir yere atılıyor ya da playa’ya davet edilmiyor.

KAMP

Farklı farklı bütçelere göre farklı vibe’larda büyüklü küçüklü 100lerce kamp var. Kamp nedir? Çölün ortasında alt yapısız bir şehirde 10 gün boyunca beraber ‘hayatta kalacağınız’ kişilerle birlikte kaldığınız yer aslında kamp. Ve her kamp playa’ya bir hizmet sunuyor kendince. Çünkü Burning Man, organizasyonun değil insanların yarattığı bir şehir.

Tanıdıklarınız  arkadaşlarınızın arkadaşları falan olunca bir kampa dahil olabiliyorsunuz. Sanırım kimseyi tanımadan online falan başvurarak katılabileceğiniz kamplar da vardır.

BM’in 10 prensipinden biri olan ‘Gifting’ yani ‘Hediye etme’yi hem de ‘communal effort‘ yani ‘komün olarak beraber çalışarak bir şey yaratma‘ ilkesini organize bir şekilde yapabilmenin en kolay yolu da bir kampa dahil olmak.

Kampınız bisikleti bozulanların bisikletini tamir edebilir, günlük yoga seansları sunabilir, sabahları kahve ve donut çıkarabilir, partiler organize edebilir, saykedelik tecrübeleriyle başa çıkamayanlara rehberlik hizmeti verebilir, bondage workshoplarına ev sahipliği yapabilir, kostüm yarışması düzenleyebilir, iklim değişikliğiyle ilgili bir konferans verebilir ve daha nicesi…

Burning Man’e bir kampla giderseniz vereceğiniz kamp ücreti doğrultusunda hem kampın sunduğu hizmete finansman sağlamış olursunuz hem de organizasyonun (tuvaletler dışında) sağlamadığı bir kısım alt yapılara erişiminiz olur. Mesela bazı kampların duşları mutfakları olabiliyor. Bazı kamplarda yemek çıkıyor, bazı kamplar size içi döşeli klimalı konaklama opsiyonları sunuyor gibi gibi…

Burning Man’e kampsız gitmek de mümkün. Çadırınızı free camping için belirlenmiş alana kurabilir ya da RV’nizi yine ilgili belirlenmiş alana park edebilirsiniz. Biraz daha bağımsız ama yine benzer tecrübeler yaşayabilirsiniz. Tabii bu sefer playa’ya nasıl bir hizmet vereceğiniz size kalmış.

Tabii ki sizi kontrol eden biri yok hmm bu ne veriyor playa’ya diye. Bu verme olayı isteyerek kendiliğinden oluyor. Pek çoklarının sandığının aksine ‘takas’ değil karşılıksız verme. Ve zaten para verdiğiniz kampınız playa’ya sunduğu hizmet için gönüllü çalışsanız bile (bar shift’i olabilir, yemek yapmak olabilir, moop* patrol olabilir) yine tanıştığınız kişilere vermek üzere bireysel hediyeleriniz de olabilir.

Bu verme kafasına oraya gidip de orada insanların size hiçbir karşılık beklemeden yaptığı güzellikleri yaşadıkça giriyorsunuz. Ben verme konusunda biraz sıkıntılı bir insandım (ego ve korku sebebiyle bence) ve Burning Man’e gitmeye başladığımdan beri bir karşılık almadan kendimden vermek beni mutlu etmeye başladı…

*moop = matter out of place (çölün doğasına ait olmayan insan tarafından oraya getirilmiş çer çöp ve ötesi)

Nasıl bir şey? 10 tane kural mı var?

2016’da tam olarak nedir bilmeden kendimizce kulaktan dolma bilgilerle hazırlığımızı yaptık ve gittik Burning Man’e.

O sene de mükemmeldi. Biraz aç kaldık, biraz yorulduk, ne yapacağımızı bilemedik ama yine de Burning Man’i ufak ufak anladık ve o ünlü 10 prensipini yaşayarak öğrendik ve tabii ki büyülendik.

O 3 arkadaşım bana katılmadı ama ben daha sonraki senelerde de Burning Man’e gitmeye devam ettim. Bu sene 4. kez playa’ya  ayak basacağım.

Ikinci senemde dolar uçmuşken BM’e gidip gitmemek kararını çok zor verdim. Oraya vardığımda ise ‘ben buraya gelmemeyi nasıl düşünürüm, bundan sonra maddi durumum ve sağlığım el verdikçe kendime bu hediyeyi vereceğim, hacca gider gibi buraya geleceğim’ diye söz verdim.

Nitekim bu sene 4. kere gitmeye hazırlanıyorum…

İlk sene kimseyi tanımıyordum ama sonraki senelerde çok insanla tanıştım, işimden dolayı yaptığım çevrenin büyük bir bölümü Burnerlardan (Burning Man’e giden kişilere Burner deniyor) oluşuyor zaten. Bu da tecrübenizi farklılaştıran bir şey tabii, gittiğiniz yerde arkadaşlarınız olması…

Burning Man inanılmaz bir kültür ve özellikle 10 prensibini de uygulamaya içselleştirmeye çalıştığınızda sizi çok daha iyi bir insan yaptığına inanıyorum. Bu yazımda bu 10 prensipe özellikle de iyice içselleştirdiklerime değinmeye çalışacağım.

İlk sene epey aç kalarak aslında orayı anlamaya çalıştım. İkinci sene çok şahane bir kampın parçası olarak ve playa’nın farklı köşelerinde pek çok arkadaşımın varlığıyla efsane bir sene geçirdim. Üstelik bir iki kampta ve art carda müzik bile çaldım.

Üçüncü senemde bir arkadaşıma uyup başka bir kampa gittim ama o kamptan hiç memnun kalmadım ve aslında doğru kampın Burning Man tecrübesinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu gördüm.

Bu sene ise ilk kampıma geri dönüyorum.

Kampların bir de playa’daki adresleri de önemli aslında biraz. Alan çok büyük ve çoğunlukla nerelerde takılmayı planlıyorsanız oralara yakın olmak önemli. Yoksa bisikletle o sıcak ya da soğukta oradan oraya gitmek öyle pek de kolay değil.

Ilk senem dünyaya yeni gelmiş bebek gibi playa’yı keşifle;
İkinci senem oh be bu sene herkesi tanıyorum kampım var tecrübeliyim rahatlığıyla geçti.
Üçüncü senemse (geçen sene) psikolojik olarak biraz zordu benim için.

Neden derseniz geçen sene erkek arkadaşımdan ayrılmış, onla kampları ayırmış ama onun oradaki varlığı, onla olmak isteme ama olamama gibi hislerle playa’da onunla değişik karşılaşmalar yaşamıştım. Geçen sene benim için psikolojik olarak zor bir seneydi. Kalbim kırıktı ve canım yanıyordu. İç dünyamda bunlar olurken pek çok güzel kampta çalmıştım ve giglerimin hepsi çok efsane geçmişti.

Playa da biraz saykedelikler gibi bence sizin içinizde kalbinizde zihinizde ne varsa onu kat kar artırarak size yaşatıyor. Ve bence BM öyle büyülü bir yer ki bir niyetiniz varsa özellikle tecrübe etmeniz gereken her şeyi karşınıza çıkarıyor.

Oraya gittiğinizde tesadüf diye bir şey yok sanki. Ağlamanız gerekiyorsa ağlıyorsunuz, gülmeniz gerekirse gülüyorsunuz. Vermek konusunda korkuları olan biriyseniz vermeyi, almak konusunda sıkıntısı olan biriyseniz almayı öğreniyorsunuz. Her türü kişisel gelişim kitabından deneyiminden çok daha kuvvetli bir şekilde Burning Man beni her sene daha iyi bir insan olmaya teşvik ediyor gibi hissediyorum.

Adam yanıyor mu?

Bu arada gerçekten yanan bir adam söz konusu evet. Her sene C şeklindeki bir alana dizilmiş kampların orta noktasında deep playa’da bir ADAM oluyor. Her sene farklı bir tasarım. Bütün playa’dan görülebilen bir monument. Etrafında o senenin konseptine göre sanat eserleri oluyor. Burn boyunca burayı gidip ziyaret etmek mühim. Çünkü Cumartesi gecesi törenler eşliğinde yakılıyor bu adam. Yanışını izliyorsunuz.

(Bu arada playa’daki bazı irili ufaklı ahşap eserler de perşembe ve cuma akşamı ufak ufak yakılmaya başlanıyor)

Burning Man’le ilgili kitap yazılır tez yazılır. Benim için bi festivalden çok spiritüel bir deneyim. Niyetler koyuyorum her sene. Kalbimi açıyorum. Bir şeyler öğrenmeye kendi duygusal zihinsel ve fiziksel sınırlarımı zorlamaya özen gösteriyorum. Büyümek için bir oyun alanı gibi. Bilmiyorum. 2 senedir o DJ’in bu DJ’in peşinden line up kovalamayı da bıraktım. ‘Go with the flow’ mantığıyla akıyorum. İşim gereği zaten bütün ömrüm DJ dinleyerek partilerde falan geçiyor. Burning Man bir kostüm partisinden çok çok çok fazlası.  İnsanlarla tanışmak, derin bağlar kurmak, interaktif sanat eserlerinde ufkumu açmak, vermek, almak, paylaşmak da en az dans etmek iyi müzik kadar önemli deneyimler benim için bu özel yerde…

TEMPLE / TAPINAK

Hele bir TEMPLE (Tapınak) var ki…  Her sene prestijli mimarlar ve design stüdyoları tarafından bir defaya mahsus tasarlanıyor, Pazar günü sessiz sedasız yakılmak üzere ve tabii her sene temaya uygun bir konsepti oluyor…

Etki alanına girdiğiniz an çok yoğun hisler yaşatan bir yer Temple. Katılımcılar, kaybettikleri sevdikleri, hiç gerçekleşmemiş hayalleri, karşılıksız aşkları ile ilgili fotoğrafları, notları, ölen yakınlarının eşyalarını falan buraya getirip koyuyorlar. Girdiğiniz an o acıyı hissediyorsunuz. Bazen gidip hüngür hüngür ağlıyorum orda. İnsanların anılarının içinde başımı çantama koyup dinleniyorum. Geçen sene ayrıldığım sevgilime bir mektup yazıp temple’a bırakmıştım. Pazar günü de sessiz sedasız bir şekilde Temple’ın yanışını izliyorsunuz. Hayal kırıklıklarınız acılarınız ateşle kavrulup küllere karışıyor sanki…

Nasıl gidilir?

Black Rock Desert Nevada’da ama ben her sene Kaliforniya’ya uçuyorum.

Benim tercihim San Francisco. Los Angeles’tan gelenler de var.

Burning Man’e en yakın havaalanı olan şehir Reno ama Türkiye’den Reno’ya direkt uçuş yok. Ben öncesinde BM alışverişlerimi de kolay halledebildiğim ve arkadaşlarım olduğu için San Francisco tercih ediyorum. Buradan 6 saat falan sürüyor trafiksiz galiba. Yolda durup yemek yemek Target gibi yerlerden son alışverişleri yapmak playa’ya girmeden benzin almak falan gibi şeyleri de yapınca minimum 10 saat. Bir de kapıda sıra olabiliyor gireceğiniz güne göre. Ona hazırlıklı olmak lazım.

RV’de kalacaksanız RV’nizle gidebilirsiniz (Bunun için bir de Vehicle Pass’iniz olması lazım). Dediğim gibi gittiğiniz gün ve saate göre inanılmaz sıralar olabilir.

RV olmayan araç kiralayabilirsiniz. Biz ilk sene öyle yapmıştık.

Bu arada arkası boş taşınma minibüsleri var mesela. İçine 2 kişilik yatak atabilir ya da gardrop gibi de kullanabilirsiniz.

Tek gidiyorsanız ya da aracınız yoksa Burner Express var (biraz pahalı bence, tek yön 150 Dolar) ama hiç sıra beklemeden içeri girmek gibi bir avantaj var Burner Express’te. O işkenceyi çekmek istemiyorsanız…

RV’si aracı olup playa’ya giden arkadaşlarınızla benzin ücreti paylaşarak onların araçlarına dahil olabilirsiniz.

Son olarak da Playa’ya inen uçaklar var. Kesenize bereket

Çöl şartları

Biraz da oradaki fiziksel koşullardan bahsedelim.

Nevada’da bulunan Black Rock Desert, hayvan ya da bitki barındırmayan gündüz aşırı sıcak gece aşırı soğuk bir çöl.
Dümdüz bir kanvas ve biz oraya ne koyarsak o oluyor. Renkler özellikle gün doğum ve batımlarında çılgın atıyor.
Pek çok sanatçı enstelasyonlar yapıyor, bunlar büyük BM haritasında işaretli,  hepsini görmek baya adanmışlık ve mesai istiyor.

Art Car ya da Mutant Vehicle denilen insanların veya kampların fundraising modeli paralar toplayarak tasarlayıp hayata geçirdikleri muhteşem çılgın araçlar… Gece kapkaranlıkta bu araçların ve diğer Burnerların üzerlerine giydikleri ışıklar aydınlatıyor Playa’yı. Özellikle kamp alanlarının dışında kalan hiçbir yapının olmadığı sadece enstelasyonların yer aldığı ve art carların cirit attığı ‘Deep Playa’ya çıkacaksanız üzerinizde ışık olması önemli yoksa ezilebilirsiniz…

Yaşam şartları gerçekten zor. Ve Burning Man’in prensiplerinden biri de ‘Radical Self Reliance’ yani bu çok da dost canlısı olmayan şartlarda hayatta kalmak ya da ‘radikal bir şekilde psikolojik ve fiziksel olarak kendinizden sorumlu olmanız‘.

Suyunuz hep yanınızda olmalı. Bir toz fırtınası çıkması durumunda ağzınızı gözünüzü kapayacağınız maskeniz hep yanınızda olmalı. Gündüz sıcaklara gece soğuklara hazırlıklı olmalısınız. Bir bisiklet bence olmazsa olmaz. Bisikletinizi kitlemezseniz alırlar, gibi gibi gibi…

Biraz da sorularınızı cevaplayarak anlatmaya devam edeyim…

Geçtiğimiz aylarda bu yazıyı yazacağımı söylediğimde sorularınızı sormanızı istemiştim. Derlediklerim ve yukarda cevap vermediklerimi cevaplıyorum…

Telefon çekiyor mu?

Kısıtlı da olsa telefon çekiyor ama Burning Man benim için bütün sosyal medyadan e-maillerden uzak kaldığım çok kıymetli bir 10 gün hayatımda. Düşünsenize iş için ne kadar iç içeyim telefonla sosyal medyayla. Gerçekten tatil yapabildiğim 10 gün Burning Man benim için. Çok zorlarsanız arada telefon da internet de çeker. İlk senemde post bile atmıştım ama sonraki senelerde telefonumu uçak moduna aldım ve sadece kamerasını kullandım. Tabii kamerasını kullanırken de orada insanların tecrübelerini bozmayacak insanları rahatsız etmeyecek şekilde kullanmak lazım. Flaş açıp insanları videoya almak falan gibi şeyler yapmamak lazım.

PRO TIP

Burning Man baya bir macera. O macerada telefonunuzu kaybedebilirsiniz. Ben telefonumun kilitli ekranına ‘Merhaba eğer beni bulursanız şu adrese getirin’ diye kampımın adresini yazdığım ve e-mailimi yazdığım bir görsel koyuyorum. 2 Sene önce telefonumu kaybettim ve 2 gün sonra kampıma getirdiler. Aynı şekilde geçen sene de bir arkadaşım telefonunu kaybetmiş ve ona verdiğim bu tüyo sayesinde onun da telefonu geri geldi (içinde çok komik fotoğraflarla, bulanlar baya eğlenmiş ahahah)

Tek başına gidilir mi

diye sormuşsunuz. Gidilir tabii ki. Ben aslında ilk sene dışındaki senelerde hep ‘tek başıma’ gittim, gidiyorum. Tabii ki çok tanıdığım var. Ama tanıdığım olmasa da giderdim. Zaten burada amaç tek başına hayatta kalabilmek biraz da. Eğer sosyal yetenekleriniz biraz gelişmişse asla tek başınıza kalmazsınız zaten. Yüzlerce kamp, workshop, parti, konuşma, bir sürü insanla tanışmak için bahane. Hatta bence tek giderseniz çok daha fazla insanla tanışabilirsiniz.

Bilet nasıl alınıyor

En çok sorulan sorulardan biri. Bu her sene değişebilecek bir cevap. Bilet almak biraz sıkıntılı. Özellikle bu sene ‘botlar’ aldı biletleri ve yüksek fiyattan kar ederek satmaya çalışıyor bazı aracı kurumlar bunları. Çok çok yazık.

Normalde biletler Mart Nisan civarı çıkıyor. Bu da değişiyor her sene. Bu sene daha geç çıktı mesela.

Öncesinde burningman.org’da bir Burner Profile oluşturmanız gerekiyor. Biletlerin satışa çıktığı gün ve saatte bilgisayar başında hazır olmanız lazım. Ben bu sene bir yere uçuyordum güvenlikten falan elimde açık bilgisayarla geçtim saatlerce açık durdu bilgisayar ve alamadım. Sonradan buldum biletimi. Alması biraz zor, klasik 45 dakikada siz daha satın alma sayfasını göremeden sold out olan biletlerden.

Ama olsun, ilk satışta bilet alamazsanız üzülmeyin. Sonra bilet alıp da gidemeyecek olanlar biletlerini satıyorlar.

Ne yazık ki son yıllarda biletlerden kar etmeye çalışan insanlar ve şirketler türedi. Daha çok para verene satanlar, aldığının 2 katına satanlar. Bunlar Burning Man ruhuna çok aykırı. Gitmek için can atsanız da bu biletleri satın alıp bu tarz davranışları teşvik etmemek lazım. Ama ne yazık ki Burning Man şu an hype olduğundan bilete 10bin dolar bile verebilenler var.

Bir de FOMO biletleri var organizasyonun 1000 dolardan sattığı. Hani bu sene gitmezsem ölürüm diyenler için ok ama ben şahsen 1000 dolar vermezdim bilete.

Bu arada Türkiye’ye bilet yollatmayın. Hem kaybolabilir hem de bu sene arkdaşımın bileti ‘gümrük’te kalmış. Şaka değil. Gümrük. 200 Dolar vergi istiyorlar kağıt parçasına. Riske atmaya gerek yok. Will Call diye bir seçenek var gidince playa’da kimlik ve bazen kredi kartı göstererek alıyorsunuz biletinizi. En temizi

Karavan nasıl kiralanıyor?

diye sormuşsunuz. Çok bilgi veremeyeceğim çünkü ben karavan kiralamıyorum. Bence çok masraflı ve bana gereksiz geliyor. Playa’da konforumdan biraz ödün vermek de benim için Burning Man tecrübesine dahil. Ama bendeniz 3 senedir evsiz yaşayan biriyim. Yine de benim gibi RV’siz giden çok insan var. Yapılmayacak şey değil. İnanın orda biraz normalde alışık olmadığınız tecrübelere maruz kalmak insanın farklı yönlerini geliştiren insanı büyüten bir şey.

Normalde bir haftalık birkaç bin dolara kiralayabileceğiniz 2-4 kişilik en basit karavanların kirası Burning Man haftası gerek yoğuluktan gerekse karavan aşırı aşırı tozlandığından  6000 dolardan falan başlıyor son aylara bırakırsanız.

Yanımıza ne alalım?

Hemen kendi olmazsa olmaz listemi paylaşayım

Bisiklet
Bisiklet kilidi (kitlemediğiniz bisikletinizi alırlar)
Hem bisikletiniz hem kendiniz için ışıklar (o ikeada satılan ışıklar yetmiyor maalesef ledler neonlar gerekiyor)
Dayanıklı bir sırt çantası
Sırt çantanıza kemerinize bir şeyler asabilmek için bolca karabiner
Sırt çantanızdan direkt su içmek için camelback çanta
Playa’da kalmayı planladığınız her gün için minimum 3 litre su (orada normalden daha çok su içeceksiniz)
Suyun içine atmak için elektrolitler (başınıza güneş geçmesi durumunda hayat kurtarıyor)
Su matarası
Yemek yemek için sürekli yanınızda taşıyabileceğiniz tabak, çatal, bıçak
Bazı kamplarda ikram edilen içkilerden içmek istiyorsanız yanınızda taşıyacağınız bir bardak ve 21 yaşından büyük olduğunuzu gösteren kimlik fotokopisi (bunu bardağınıza da yapıştırabilirsiniz)
Çöp torbası
Dudak kremi
Güneş kremi
Gürültüde uyumak isterseniz kulak tıpacı
Nemlendirici (Evet normalde kullanmıyorsanız bile burada kullanmak isteyeceksiniz)
Bolca ıslak mendil (bazen duş alamadığınızda ‘wet wipe shower’ dediğimiz bütün vücudunuzdaki tozu ıslak mendillerle silerek ‘duş alma’ sizi ve cildinizi epey rahatlatacak)
El feneri ve piller
Çakı
Güneşten korunmak için
Kum fırtınası çıkması durumuna karşı ağzınızı burnunuzu kapatacak bir maske
Yine kum fırtınasında gözlerinizi korumak için snowboard kayak goggle’ı gibi yanları kapalı gözlükler
Gündüz başınıza güneş geçmemesi için şapka veya başınıza örtecek bir aksesuar
Sağlam ve rahat ayakkabılar
Serinlemek için yelpaze, minik el vantilatörü, su püskürtmeye yarayan küçük el aletleri
Göz damlası
Burun spreyi (burnunuzun içi leş gibi toz olacak)
Tozlanmasını istemediğiniz her şeyi içine koymak için boy boy kilitli plastik poşetler
Size güç ve kuvvet verecek bağışıklığınızı iyi seviyede tutacak vitaminleriniz
Ne olur ne olmaz syehatlerde yanınıza aldığınız ilaçlarınız
Diş macunu, diş fırçası, havlu, kuru şampuan
Tuvalet kağıdı
Tozu temizlemek için sirke
Bant, marker kalem, ip gibi gerekli olabilecek malzemeler
Konaklama ve yemek yapma durumunuza göre kamp malzemeleri
Yanınıza atıştırmalıklar alabilmek için plastik kaplar
Konserve açacağı
Sakız

Yeme içme listesi

Ben şahsen playa’da yemek yapmayı çok tercih etmiyorum
Yanıma avokado limon tuz yeşil salata alıyorum
Bolca ton balığı alıyorum (konserve açacağınız olsun)
Cips ve sos alıyorum (sıcakta bozulmuyor)
Bolca energy ve granola bar yanımda da gezdırmek için
Cikolata (sekersız beslenmeme ragmen playada hayat kurtarabiliyor)
Muzlar çabuk gidiyor ama olgunlaşmamışlarından alırsanız hayat kurtarır
Elma
Kuru meyve
Fındık fıstık
Yani kısacası kolay bozulmayacak yanınızda rahatça taşınabilecek ve enerji verecek yiyecekler

Kampınızda yemek varsa ne ala
Kampınızda mutfak varsa ne ala (yanınızda yemek yapmak için malzemeler goturup kampın buzdolabına veya buzluğuna koyabilirsiniz)

Konaklama için liste

Konaklama için kamp mı RV mi yurt mu çadır mı ne olduğuna göre malzemeler çok değişebilir
Burada anahtar kelimeler

Aşırı soğuk
Aşırı sıcak
Toz
Gölge

Gerisi size kalmış

Para?

Bu arada Burning Man’de para geçmiyor bildiğiniz üzere. Tek satın alabileceğiniz şey buz (epey sıra oluyor) ve Central Camp’ta kahve. Ama kahveyi kendiniz de yapabilirsiniz ya da çoğu kamp kahve veriyor sizin kampınız olmasa bile yanınızda bardağınız varsa gidip kahve alabilirsiniz veren kamplardan

Pek çok kamp partiler düzenleyip yemekler de veriyor o yüzden tabağınız çatalınız hep yanınızda olsun

Burning man biraz da nerde ne bulursan ye mantığında geçebiliyor

Biri alan içinde VIP alan var mı diye sormuş

Bu soruya saçmalama diye cevap vermek çok isterdim. Ve aslında bir festival alanı olmadığı için VIP alan falan da tabii ki yok ama bazı kamplar biraz VIP alan hissi yaratıyor ne yalan söyleyeyim. Prensipte bütün kamplara girebilir o kamplarda insanlarla tanışabilir size ikram edilenleri yiyip içebilirsiniz. Ama geçtiğimiz senelerde bazı kamplar bu şekilde olmadığı ruha tamamen aykırı şekilde zenginlere özel vip exclusive yerler olduğu için Burning Man organizasyonundan uyarı aldılar ve playa’ya tekrar davet edilmediler.

Yani VIP yok ama bazı garip kamplar var. Bu kamplar ücretleri çok yüksek, sizin yapmanız gereken işi kamp ücretiyle biletlerini alıp maaşlarını ödediğiniz insanların yaptığı ‘plug and play’ denen kamplar… BM ruhuna aykırı olduğu için ve Burning Man’in 10 ilkesinden biri olan Participation yani Katılım ilkesine de aykırı olduğu için artık BM organizasyonu biraz savaş açtı bu kamplara diyebilirim.

BM siz kim olursanız olun ne kadar zengin olursanız olun bu şehrin yapımında ve sürdürülebilmesinde aktif rol almanızı hem çalışmanızı hem eğlenmenizi bekler.

Burning Man’de nasıl çalıyorsun?

Burning Man line up’ı olan bir müzik festivali değil. Sound Kamplar var playa’ya hediye ettiği şey müzik olan. Bazıları sabit kamplar bazılarının art car’ları var ve bu Sound Camp’lar DJ’leri ve müzisyenleri kendi kamplarında sahne almak üzere davet ediyorlar. Sanatçılar yine kendi Burning Man biletlerini satın alıyorlar. Konaklamalarını ayarlıyorlar. Hatta kendi kamplarında gönüllü shiftlere de yazılıyorlar müzik çalmak dışında. Yani Burning Man’e booklanmak gibi bir durum söz konusu değil. Biraz çevre ile oluyor. Burning Man’e gideceğinizi duyurduğunuzda network’ünüzdeki kamplar gel bizde çal gibi gibi size davette bulunuyor. Herhangi bir ödeme almadan çalıyorsunuz.

Bu sene de bazı kamp ve art car’larda çalacağım. Çok tartışılmasına rağmen ben set yeri ve saatlerimi açıklayacağım. Burnign Man kültürüne aykırı bir şekilde kendi promosyonumu yapmak için değil ama gerçekten gelip dinlemek isteyenler görmek isteyenler için telefonun vs olmadığı aşırı kalabalık ve büyük bir alanda kolaylık olması açısından. Instagram’da elifmusique hesabımı takip ederseniz son hafta çalacağım yerleri açıklıyor olurum. Aşağıda geçen senelerde çaldığım setlerden bazılarının kayıtlarını da paylaşıyorum

 

Kostüm

Şimdi Burning Man’de kostüm giymeniz gerek diye bir şey yok. Burning Man’in şu bahsedip durduğum 10 Prensibinden biri ‘Radical Self Expression‘ yani radikal olarak kendini ifade etme (normal toplumlarda çok da yapamadığımız şeyler) ve pek çok insan bu ifadeyi giydiği kostümlerle yapmayı tercih ediyor. Bana kalırsa biraz kendini ifade’den çıkıp festival modasına dönmüş bir hali de var. Kostümünüzü kendiniz tasarlayıp yapmanız mümkün ama tabii son senelerde çıkmış markalar var mesela sırf Burning Man’e özel kıyafetler üreten. Burning Man’de böyle giyinilir diye bir şey yok ama kendi modası oluşmuş durumda. Yüksek botlar, kürkler, parıltılı giysiler. Aslında orada özgürsünüz ve ne isterseniz giyebilirsiniz. Ben Burning Man’i sokakta giyemeyeceğim ama içinde kendimi mutlu hissettiğim abartılı giysilerimi giymek için bir alan olarak görüyorum.

Bu arada Salı günleri TUTU TUESDAY’dir ve kadın erkek pek çok insan Tütü giyer. BM’e giderken bir tütünüz olsun bence mutlaka

Çalmak ve Kostüm deyince aslında Burning Man’in çok önemli bir prensipine daha değinmek lazım.

Decommodification

Doğrudan Türkçe karşılığı olmayan bir kavram. Sesli sözlük ‘meta olmaktan çıkarma’ diye çevirmiş. Benim ilk okuduktan ve neden BM’in 10 prensibinden biri olduğunu öğrendikten sonra senelerdir yaptığım ‘bloggerlık influencerlık’ müessesesine çok farklı bir gözle bakmama da sebep olmuş bir kavram.

Burning Man’de sponsor olmaz. Burning Man’de aldığınız bir hizmetin reklamını yapmanız etik değildir. Siz bir DJ olarak Burning Man’i kariyerinizi promote etmek için kullanmamalısınız. Siz bir kostüm tasarımcısı olarak Burning Man’i moda çekimlerinizin arka planı olarak da kullanmamalısınız. Siz bir moda blogger’ı olarak ücretsiz giysiler alarak bunları Burning Man’i ve markayı tagleyerek paylaşmamalısınız gibi gibi gibi bir ilke.

Ama korumanın en zor olduğu ilkelerden biri haline geldi. Benim bile zamanında arkadaş ricası üzerine BM’de giydiğim şeyi taglediğim oldu. Ve daha sonra bunu neden yapmamam gerektiğini anladım. Şimdi de sana şunu versek BM’de giyer misin diyenlere bunu neden yapmamam gerektiğini anlatıyorum. Eğer ilginizi çekiyorsa bu ilkeyi araştırın derim. Mesela Lifestyle kavramı ilk nasıl çıkmış Amerika’da ve toplumda ne gibi bir takım şeylere yol açıyor. Bu da üstüne tez yazılabilecek bir konu.

Eğilmediğim prensipler neler kaldı onları da kısaca açıklamaya çalışayım…

Radical Inclusion (Radikal dahil olma) Burning Man’e her isteyenin katılabileceği ve ‘welcome’ edileceği ile ilgili. Tabii ki katılımcıların ortak çabalarıyla kurulan bu şehre dahil olmak için maddi bir götürü var ama BM bildiğim kadarıyla ‘low income’ yani düşük gelir biletleri de sunuyor.

Civic Responsibility var özellikle etkinlik organize edenlerin (örneğin sound camplar) tüm katılımcıların iyiliğinden ve sağlığından sorumlu olması ve federal kanunlara uyma zorunluluğu gibi açıklanabilir.

Yazıda değinmediğim son ilke de  Immediacy. Nasıl açıklayabilirim bilmiyorum. Samimiyet, açıklık, günümüz toplumlarının bizi birbirimize yabancı olarak göstermesinin aksine burada bu bariyerleri kaldırıp daha insani gerçek beklentisiz ilişkiler kurmak olarak yorumlanabilir.

Yani 10 ilkeyi tekrar saymak gerekirse

Radical Inclusion
Gifting
Decommodification
Radical Self-reliance
Radical Self-expression
Communal Effort
Civic Responsibility
Leaving No Trace
Participation
Immediacy

Umarım bu yazımda hepsine yeterince değinerek açıklayabilmişimdir. Sorularınız varsa instagram’dan sorun mail atın çekinmeyin.

Bunlara da göz atın

Geçtiğimiz senelerde Burning Man ile ilgili cevapladığım bir röportaj 
Nilay Örnek çok güzel sorular sormuştu onların cevaplarını bu linkte bulabilirsiniz
Ancak bu BM’e ilk gittikten sonra cevapladığım bir röportajdı

Burning Man hakkında yine ilk sene gittikten sonra Yoga Journal’a yazdığım yazı

 

]]>
https://www.cizenbayan.com/burning-man/feed/ 0
Video: İstanbul’da turist olduk #weekendadventures https://www.cizenbayan.com/video-istanbulda-turist-olduk-weekendadventures/ https://www.cizenbayan.com/video-istanbulda-turist-olduk-weekendadventures/#respond Tue, 24 Apr 2018 20:05:10 +0000 https://www.cizenbayan.com/?p=10014 Geçtiğimiz ay erkek arkadaşım İstanbul’daydı ve ona kısa sürede nereleri gezdirebilirim diye düşünüyordum. Aklımda ona şehrin hem yerel hem de turistik yönlerini tanıtmak vardı.

Dünya çapında 100’lerce oteli bünyesinde barındıran IHG otellerinin #weekendadventures projesi davetiyle Crown Plaza Istanbul Asia’da konaklayarak 3 günde İstanbul’un 3 farklı rengine şahit olduk ve beraber bu videoyu çektik!

İlk günümüzde şehirli bir rota çizdik. Galata, Cihangir, Çukurcuma üçgeninde şehrin butiklerini, cafelerini, antikacılarını, sokak sanatlarını tanıdık. Hava biraz soğuktu ama yılmadık =)

2. günümüzde tarihi yarım adada İstanbul’un yüzyıllardır üst üste bilen tarih ve kütür katmanlarını araladık. Benim farketmediğim detaylara onun şaşırmasıyla ilgi çekici bir gün yaşadık.

elif-kora-grandbazaar

3. günümüzdeyse İstanbul’da benim bile daha önce hiç yapmamış olduğum bir olmazsa olmaz aktivite yaptık: Boğaz turu! Güneş de yüzünü gösterince harika bir gün geçirdik!

Bakalım videomuzu beğenecek misiniz? Biz çekerken çok eğlendik =)

IHG’nin haftasonu fırsatları için detaylı bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.

]]>
https://www.cizenbayan.com/video-istanbulda-turist-olduk-weekendadventures/feed/ 0
A little word on KaterBlau and my mix from Grrr mit Brrr at Kiosk [11.03.2018] https://www.cizenbayan.com/a-little-word-on-katerblau-and-mix-elif-grrr-mit-brrr-katerblau-kiosk-berlin-11-03-2018/ https://www.cizenbayan.com/a-little-word-on-katerblau-and-mix-elif-grrr-mit-brrr-katerblau-kiosk-berlin-11-03-2018/#respond Sun, 25 Mar 2018 15:20:50 +0000 https://www.cizenbayan.com/?p=9990 ta taaaaaa! here is my set I played at the legendary Kiosk at KaterBlau in Berlin on March 11 Sunday night for Britta Arnold’s party Grrr mit Brrr ⚫️✖️ the tracklist is at the end of the blog post! but first i want to share a few words…

I consider myself very lucky because I started going to Berlin at a very early age and even experienced the legendary Bar25 back in the day. I was young and wasn’t even into electronic music back then. Bar25 has been closed (you can watch its documentary) and same crew opened Kater Holzig.

Later, in my twenties, I discovered Kater Holzig on a sunny sunday afternoon. I was in S-Bahn, about to meet a friend in Alexanderplatz, when I heard the amazing music when passing through Jannowitzbrücke.

I met her and said ‘ok, we could as planned go grab coffee somewhere but i think we really need to go to Jannowitzbrücke, i heard amazing music there and saw a good party. We can follow the music and find it.’ My friend agreed and we literally followed the music and found KaterHolzig and had the time of our lives! Later KaterHolzig also closed down and KaterBlau opened in the original location of Bar25, Holzmarktstr. 25.

I started going there, especially on Sundays and Mondays, whenever I was in town (and i go to Berlin a lot) and it’s safe to say that KaterBlau has shaped my musical taste and my idea of a party or a club!  For me it has always been more than a club anyway, it’s a musical landmark, a playground full of surprises, a cosy and unique space to be free and one of my favourite places on earth!

It’s hard to describe the atmosphere there, I could try but words would fail me. You need to be there and feel it energeticly. Also it’s not allowed to take photos there which doesn’t make my job easier. i’m talking about a place where there’s a secret pitball at the backstage!

As much as i’d love to capture every single crazy detail in Katerblau, i’m also super happy that it’s not allowed to take photos there, because you don’t see people with smartphones in the crowd, everyone can be free and enjoy being in the moment. so i think this only restriction in the club really makes it unique and special. (the photo below is outside, in front of the club)
elif-katerblau-cizenbayan

even before i started djing, I was even secretly already dreaming of playing there one day but it was such a far dream. well, i started going to katerblau before I had anything to do with djing. and when i think of it, it might even be one of the reasons i started djing in the first place. dancing to the music of Mira, Britta Arnold and Mimi Love gave me huge inspiration as a woman! i had a little ‘kater’ playlist in my rekordbox i was collecting tracks with the dream of maybe playing there one day! =) so now you know why it’s sooo special for me!

the Berlin crowd is another story! they are very educated; in a way even spoiled with good music all the time; yet they are so open and welcoming to anything and you can see and feel that they want to support new and excited faces!

i felt very comfortable and welcomed behind the decks even though i was beyond excited to play amongst my biggest inspirations and my legs were still shaking towards the end of my set. having played in one of my favourite places on earth, the club where I had the deepest connections with music ever, had the most fun partying, met amazing people, friends and artists and also kissed my boyfriend for the first time is a super special memory for me and i can’t wait to be back soon!

grrr-mit-brrr-katerblau-berlin-kiosk-britta-arnold-unders-mira

the sound of the recording is unfortunately not the highest quality, but i still want to share it with you and i hope you enjoy it as much as i enjoyed playing it 🌟💫

It was a super fun party and it was so nice to see many friends, some even flew to Berlin to see me play, can’t describe how thankful i am, just wow! thanks to everyone who came, danced, cheered, showed love, thanks to my boo for always believing in me and special mega thanks to Britta Arnold and Unders for supporting me from day one and also for creating a loving Grrr mit Brrr and Happy Camper family 🙂🚐

last but not least, i know some of you have been waiting for this, i’m sharing the tracklist of the set:

  1. Andrew McDonnell – Musical Engagement (Kindisch)
  2. Fulltone – Where I hide (Original Mix) (Keller)
  3. Diazar – Through Time (Original Mix) (Nie Wieder Schlafen)
  4. Mark Alow, JP Elorriaga – Cube (Original Mix) (Baile Musik)
  5. Rasi Z – Desire (Fulltone Remix) (Dream Culture)
  6. Hraach – ID
  7. Hauy, Crystal Myth – ID
  8. Sound Process, Andrew McDonnell – Little Helper 317-1 (Dub) (Original Mix) (Little Helpers)
  9. Hauy – Redpath (Get Physical)
  10. Sleepy & Boo – The Moving Sun (Original Mix) (Cenote Records)
  11. Lessovsky & Rich Hila – Talisman (Original Mix) (Dream Culture)
  12. DAVI, Definition – Desole (DELYSID)
  13. Viktor Udvari – Tatar Jaras (Eye Deep Leez Recordings)
  14. MI.LA – LUV (Manual Music)
  15. Nick Devon – Limbo (Original Mix) (Steyoyoke)
  16. DAVI – Boarding Call (Armen Miran Remix) (DELYSID)
  17. Olivian Nour – Infinit (Original Mix) (BP Digital)
  18. Mark Alow, JP Elorriaga – Immersion (Original Mix) (Baile Musik)
  19. KMLN – ID
  20. Yvel & Tristan – Eridanus (Elfenberg Remix) (Exotic Refreshment)
  21. Na’am – Shakl (Paradoks Remix) (Canal Auditif)
  22. Bebetta – Hedorah (Original Mix) (Monaberry)
  23. Breky – Spaced Out (Original Mix) (Lucid Dreaming Records)
  24. German Brigante – Modulations (David Mayer Remix) (Get Physical)
  25. Yoram – Oudezijds Achterburgwal (Original Mix) (Crossfrontier Audio)
  26. Vlad Jet, Vlad Yaki – Levant (Original Mix) (Dear Deer)
  27. Lorenzo Calvio, Anchor Acres – Changes Feat. Jinadu (Original Mix) (Suara)
  28. Clarian – Absence (Original Mix) (Rumors)
  29. Breky – Daydream (Original Mix) (Lucid Dreaming Records)
  30. Luca Bacchetti – Genesis (Original Mix) (Endless)
  31. Kosmas – The Silence Of What’s Left Behind (Movement Recordings)
  32. Eagles & Butterflies – The Last Dance (Sunrise Remix) (Art Imitating Life)

Thank you!

]]>
https://www.cizenbayan.com/a-little-word-on-katerblau-and-mix-elif-grrr-mit-brrr-katerblau-kiosk-berlin-11-03-2018/feed/ 0
Ateşin Yankısı [Yoga Journal] https://www.cizenbayan.com/atesin-yankisi-yoga-journal/ https://www.cizenbayan.com/atesin-yankisi-yoga-journal/#respond Thu, 30 Nov 2017 22:08:05 +0000 https://www.cizenbayan.com/?p=9885 Seyahat editörlüğü yaptığım Yoga Journal Türkiye‘de 2017 Kış sayısında yayımlanmış 2016’da ilk kez Burning Man’e gittikten sonra yazdığım Ateşin Yankısı başlıklı yazım (2017’de çok farklı bir deneyim yaşadım onun da yazısı yakında gelecek)

DENEYİMİ MAL MÜLK edinmenin önüne koyan, müziği, seyahat etmeyi, doğayı seven, festival takip eden pek çoklarının radarına takılmıştır Burning Man. Benim de önce görselliğiyle, sonra müzikal anlamda, son olaraksa felsefesi ile yapılacaklar listemde gitgide üst sıralara tırmandı seneler içinde.

Yurt dışı festivalleri konusunda oldukça tecrübeli olsam da bu seneye kadar ‘hazır’ hissetmedim kendimi Burning Man’e. Ve ilk kez 2016’da Burner oldum!

Burning Man’e festival demek istemiyorum. Hiçbir hayvanın ya da bitkinin barınamadığı; gündüzleri aşırı sıcak, geceleri aşırı soğuk, sert kum fırtınalarının estiği bir çölde, ortak bir çaba ile yalnızca bir haftalığına kurulan, yaşanabilir hale getirilen, 10 temel prensibi olan ve hiçbir şeyin satılık olmadığı bir şehir burası. Bir sosyal deney. Zorlayıcı bir habitat. Yetişkinler için lunapark, bir masal diyarı, tarifi zor bir anı.

20. yüzyılın son çeyreğinde Amerika’da filizlenen mutenalaştırmaya karşı doğmuş radikal bir hareketin, günümüze kadar -belki de son virajda kendi de bu tuzağa düşerek- gelmiş ritüeli Burning Man.

1 hafta çölde hayatta kalmak için her türlü hazırlığı yapmak gerekiyor. Burning Man’de buz ve kahve dışında para geçmiyor, alışveriş yok. Bu ciddi anlamda ön hazırlık yapmak gerekiyor demek. Bu süreçte aslında nasıl bir Burning Man yaşayacağınıza da karar vermiş oluyorsunuz. Normal hayatınızdaki imkanlarınızın hepsini isterseniz pahalıya, 1 hafta minimumda yaşarım derseniz makul fiyatlara halledilebiliyor bu hazırlık süreci.

Ben bu süreçte çok git geller yaşadım. Burning Man’e daha önce gitmiş olan bazı arkadaşlarımızın ‘karavansız ve kampsız olmaz, yapamazsınız’ söylemleri ve tabii karavan ve bazı kampların maliyetleri sebebiyle, sadece zenginlerin karşılayabileceği bir yer olduğunu düşündüğümden baya bir ön yargı da edindim.

Nihayetinde ‘öyle olmaz, böyle olmaz’ diyenlere kulak asmadık ve kendi bütçemiz elverdiğince bir hazırlıkla Black Rock City’ye adımımızı attık. Şimdi düşünüyorum da, konfor alanımızın dışına çıkmasaydık bu kadar dönüştürücü olur muydu Burning Man? Sanmıyorum!

Dünyanın en güzel gün doğumları ve gün batımları, her şehir gibi zengini, fakiri, genci, yaşlısı, her tarz insan var Black Rock City’de. Uçsuz bucaksız bir alanda 200’ün üstünde sanat eseri, müzelerden galerilerden alışkın olduğumuzun aksine sanat eserleriyle kurulan ‘içli dışlı’ ilişki, gece gündüz bir yerlerde hiç durmayan müzik, zifiri karanlıkta ışık denizine dönüşen ‘playa’da turlayan ‘art car’lar, aklınıza hayalinize gelmeyecek çılgın, derin, yoğun workshop’lar ve partiler, hediye etme kültürü (bazılarının yanlış bildiğinin aksine takas değil, karşılık beklemeden hediye etme), insanın kendini radikal şekilde ifade etmesinin belki de en renkli örnekleri olan kostümler, bir hafta boyunca toplumsal norm ve dayatmalar olmaksızın kendimiz olduğumuz, kendimizi bulduğumuz yer…

Playa’ya ilk adımımı attığımda büyüklüğü karşısında şaşkınlığa uğradım. O kadar çok olanak, o kadar çok yapılacak, görülecek, tecrübe edilecek şey var ki, yetişmek imkansız. Bu da daha ilk günden seneye tekrar gelmeliyim hissi yaratıyor insanda. 30 yaşımda Disneyland’e götürülmüş bir çocuk gibi hissettim kendimi.

Ben dergideki sınırlı yerimde size yüzde 1’ini bile aktaramayacağım, blog’umda ise elimden geldiğince öznel yorumlarımı, anılarımı paylaşmaya çalışacağım, ama herkesin bambaşka kurgulayacağı, bambaşka yaşayacağı bir deneyim Burning Man. Müziklerine bir dergi, kamplarına ayrı bir dergi, Burning Man ve yoga konusuna ise tez yazılır belki..

Seneler önce uçaktan atladım, hava elementiyle ilişkim değişti; bir ayımı aralıksız denizde geçirdim, su benim içimdeki yerinde duramayan tarafı besledi. Burning Man’de ise Cuma günü itibariyle her gece bir şeyler yandı ve biz ateşin etrafında toplanmış binler paralize olmuş şekilde izledik onlarca emekle bir haftalığına inşa edilip, yaşanıp sonra Playa’nın tozuna karışan piramitin, adamın ve tapınağın küllerini… Alevleri izlemekten bu kadar- belki de biraz sapkınca bir keyif alacağımı tahmin etmez, çölün ortasında kum fırtınalarında kaldığımda, ya da bacaklarım pedal çevirmekten yandığında, açlıktan sinirlerim gerildiğinde ya da gün doğumunun güzelliği karşısında ağladığımda hissettiklerimleyse belki konfor alanımdan çıkmasam yüzleşemezdim. Ateş elementinin dönüştürücü etkisinin yankılarını dinliyorum şimdi içimde. Hayatıma, işime dair sorguluyorum her şeyi…

Ayırca bunlar da hoşunuza gidebilir:

]]>
https://www.cizenbayan.com/atesin-yankisi-yoga-journal/feed/ 0
havalimanında hızlı geçiş! https://www.cizenbayan.com/havalimaninda-hizli-gecis/ https://www.cizenbayan.com/havalimaninda-hizli-gecis/#respond Thu, 27 Jul 2017 10:56:06 +0000 https://www.cizenbayan.com/?p=9300 Her yere en az 4 saat erken giden bir anne ve her yere son dakika yetişen ya da yetişemeyen bir babanın kızıyım. Annem seyahat öncesi havaalanına kamp kurar babamsa sık sık uçak kaçırırdı. Bu şekilde büyümekse beni havaalanlarına tam zamanında gitmeye çalışan zamanını optimize etmeye çalışan biri haline getirdi haliyle…

Tabii evdeki hesap çarşıya her zaman uymuyor. Hayatımda 3 kez uçak kaçırdım. Birinde Londra’daydım, metro hattındaki inşaat ve onun yerine binmemiz gereken otobüs angaryası sebebiyle havaalanına hesapladığımızdan tam 1 saat geç varmıştık. Bir sonraki uçakta yer bulup İstanbul’a onla dönmüştük ama bu son dakika bileti bize tabii ki de pahalıya patlamıştı. İkincisinde bayram yoğunluğunu hesaba katmamış bir 19 Mayıs günü Kabak Dalaman’a uçmak yerine boynum bükük eve dönmüştüm. Üçüncüsünde ise uçağın kalkış saati yerine iniş saatine bakmışım :) Uçağın kalkmasına 15 dakika kala havaalanına varıp büyük yalvarmalara karşın uçağa alınmamıştım :)

TAV-elif-tanverdi-cizenbayan-havaalani

Şimdi size bu tarz durumlarda inanılmaz zaman kazandıran bir uygulamadan bahsedeceğim: TAV Hızlı Geçiş özelliği. Havaalanına zamanında ya da birazcık geç geldiniz ve pasaport kontrolünde çok sıra var diyelim… CEPTETEB üyelerinin yararlanabileceği TAV Hızlı Geçiş özelliği ile TAV havalimanlarında güvenlik ve pasaport kontrolünde sıra beklemeden geçebilirsiniz. Uçağı yakalamak ya da havalanında mağazalara bakmak, birşeyler içmek için zaman kazandınız bile! Üstelik kampanyadan yararlanmak için herhangi bir alt limit yok.

cepteteb

Benim çok tatlı bir arkadaşım var. Çok tatlı ama sürekli uçak kaçırıyor. Yılbaşında Berlin’e gelecekti. Uçak boarding’e başladığı sırada gözünü açmış. Ona yapabilecek bir şey yok. Ama bi model arkadaşım daha var o da ‘yetişirim yetişirim’ diyerek her yere geç gidiyor, sonuna kadar zorluyor. Geçen gün uçağı resmen TAV Passport Hızlı Geçiş Kampanyası sayesinde yakaladı. Tabii ki sadece uçak kaçırmamak değil sırada beklemeyi sevmeyenlerin de hayatını kolaylaştıracak bu kampanyadan ayda 4 senede 24 kere üstelik her seferinde yanınızda bir kişiyle (ya da 18 yaşından küçükse sınırsız kişiyle beraber) faydalanabiliyorsunuz.

Bu tarz life hack’ler buldukça paylaşmaya devam!

]]>
https://www.cizenbayan.com/havalimaninda-hizli-gecis/feed/ 0
Semt semt çok kapsamlı New York rehberi https://www.cizenbayan.com/new-york/ https://www.cizenbayan.com/new-york/#respond Wed, 21 Jun 2017 19:21:42 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=6706 bu yazıda ben bolca new york övmeyi planlıyorum. ama önce bir itirafla başlayayım: amerikayı ya da amerikan kültürünü hiç sevmezdim ben normalde. benzin içen kocaman arabalar, insana kendini ufak ve önemsiz hissettiren boyutlarda fallik fallik binalar, filmlerde görüp tiksindiğim lise kültürleri ve arkadaşlık ilişkileri, fast food, birbirinin aynısı pop ikonlar ve melodiler… bu yüzden de şimdiye kadar hiç new york’a gitmenin hayalini kurmamıştım. ben oradayken bana ‘bayıldın değil mi tam senin şehrin, nasıl daha önce hiç gitmedin ki?’ diyen bir çok insanın aksine ben new york’u seveceğimi de hiç düşünmüyordum.

birkaç sene önce mart ayında, the away days ile birlikte sıcak teksas‘tan dönerken bavulumu havaalanındaki emanete bırakıp birkaç saatliğine en kabalık, en turistik (ve en keko) yerine gittiğim ve ayağımda converse’lerle kar fırtınasına yakalandığım new york’a özel bir ilgim yoktu yani… her an bi yerden godzilla fırlayabilir, dikkat spidermanler batmanler çıkabilir, kar fırtınaları the day after tomorrow raddesine gelebilir, polisler lanet olasıca suçluları kovalayabilir ve o mazgallardan o duman tütebilirdi pek tabii ve bana enteresan gelen bir yani yoktu bu yarı masalsı gerçekliğin.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

yine de, ilk önce  the story of seven ekibiyle gerçekleştirdiğimiz nashville – new york seyahatinin sonuna, gelmişken biraz keşfedeyim diye kendime ekstra birkaç gün ayırmamazlık etmedim büyük elma’da. ne iyi etmişim. new york’la tanışmak, onun büyüsüne kapılmak için doğru zamanı beklemem gerekiyormuş meğer.

klasik bir ‘güney’ ve  ‘amerikan’ şehri olan Nashville ziyaretimizin üzerine çok farklı bir vibe’ı ve ritmi olan New York’ta toplam 8 gün geçirdim önce. örneğin roma’da 8 günüm olsa altını üstüne getiririm. new york ise dünyanın merkezi, koskocaman bir metropol, hiç uyumuyor ve her an bir şeyler oluyor. ne yaparsam yapayım, 8 günde her şeyi görmemin imkansız olduğu gerçeğini daha en baştan kabullendiğim için huzurlu ve çok harika bir hafta geçirdim.

brooklyn_love

daha havaalanından otele giderken yolda kaynamaya başladı içim. bir şehrin kışın taktığı maskeyle yaz mevsimindeki o parlak ışıktaki görüntüsü arasında ne büyük fark varmış. insanın mevsimlerden ve hayatında içinde bulunduğu dönemden gelen kendi ruh hali filtresini saymıyorum bile…

çok seyahat ettikçe farkettim ki manzaralardan, peyzajlardan çok insanlar belirliyor bir şehrin kalitesini. en sevdiğim şehirlerde insanlar hep güler yüzlü ya da seni hiç yargılamıyorlar. new york’ta sokakta yürürken hiçkimsesin. ne yaparsan yap herkes kendi işine bakmaya ve seni yargılamamaya devam edecek. bir yandan “ben new york’luyum” özgüveni çok güzelleştirmiş insanları. ne demiş şair ‘if you can make it there, you can make it anywhere’

sanki kendi ülkesinin en havalı en başarılı en açık fikirli insanları ana vatanlarını bırakıp gelmiş bu yeni dünyaya ve herkesin hiç kimse ama aynı zamanda herkesin biri olduğu bu dev şehirde yepyeni bir ortak kültür oluşturmuşlar.

Processed with VSCO with a5 preset

2 gece Manhattan SoHo’da, 2 gece Brooklyn Williamsburg’da ve 3 gece de Queens’de kalıp New York’un her biri birbirinden farklı havada, farklı ritimdeki mahallelerinde hiç acele etmeden aheste aheste gezerek yaşamaya çalıştım bu aksak ritimli şehri ilk uzun ziyaretimde. ne iyi ettim. acele etmemek hiçbir şehirde bu kadar hoşuma gitmemişti daha önce.

daha sonra ikinci bir randevu için sözleştik ve kışın 3 hafta geçirmek, yılbaşını ve doğum günümü kutlamak için tekrar geldim şehre. bu sefer brooklyn / greenpoint’te kaldım. her sabah yogama gittim, laptop’umla kafelerde çalıştım, tek öğünümü green bir juice’la geçiştirdim, brooklyn havasına uyup hiçbir şeye acele etmedim, bu defa şehri daha da özümsedim.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

sonra uzun uzun, kısa kısa, aheste ve acele tekrar tekrar buluştuk new york’ta. kaç oldu bilmem… bir geldiğimde harlem’de başka bir geldiğimde china town’da kaldım bu kez de!

nereye gittiğimden çok kimlerle nasıl vakit geçirdiğime göre şekillendi tecrübem, hayatın kendisi gibi… binlerce barı, binlerce iyi restoranı, gece kulübü, mağazası olan bu şehirde benim tesadüflerim sonucu benim karşıma çıkan mekanları ‘en iyisi burasıdır buraya gidin’ iddiasında bulunmadan, sırf hoşuma gitti diye, ama daha ziyade kendim daha sonra anımsamak için not düşeceğim buraya. Mekan önerilerini mahalle mahalle yapacağım. Downtown ile başlayalım!

Downtown: SoHo, NoLita, China Town, Lower East Side, NoHo

soho-love-wall

Soho, South of Houston Street, o zamanın New York’unun, şehir merkezine nazaran ‘downtown’ı, ucuz diye bölgeye yerleşen sanatçıların, açılan galerilerin kalkındırıp şehrin en pahalı semtlerinden biri haline getirdiği, çağdaş şehircilik tarihinin belki de ilk gentrification örneklerinden. Bugün adı modayla, butiklerle, şirin cafelerle ve barlarla özdeşleşen Soho’da mini minnacık dairelerin kiraları 5000 dolardan başlıyormuş. TL’ye hiç çevirmeyin insanın siniri bozuluyor.

SoHo Grand Hotel (Soho, Brodway)

soho-grand-hotel-new-york

Çok çok çok cool bir otel. Ve bence New York’un ve özellikle SoHo’nun ruhunu çok iyi yansıtıyor. Girişi, her biri sanki modellik ajansından tek tek elle seçişmiş çalışanları, merdiveninden asansörüne, odada minibarda servis edilen ürünlerden banyodaki duvar kağıdına, anahtarından otel barına cool’luk akıyor her yerinden. Web sitesini inceleyin, hak vereceksiniz. http://www.sohogrand.com Burda kalmasanız da kahvaltısına, plaktan şahane müzikler çalınan bar’ına, rooftop’ına falan gidin.

Cafe: Epistrophy (Nolita)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Güzel makarnaları, salataları, şarabı, yazın dükkanın önüne attığı şirin masalarıyla Nolita’nın şirin Avrupai kafelerinden. (Fotoğraf: Didem Civginoglu)

epistrophy_didem_civginoglu

Cafe: Lovely Day (Nolita)

Dışarıdan hiç anlaşılmıyor ama müthiş tatlı bir yer burası. Sabahları omletli güzel kahvaltı, öğlenleri chinese, akşam üstleri ise çay kahve için gidebileceğiniz dekoru acayip retro bir New York cafe’si. New York’ta yaşayan ve hem Epistrophy hem de burada fotoğraflarımı çeken fotoğraf sanatçısı Didem Cıvgınoğlu getirdi beni buraya.

lovely_day_soho_nolita_didem_civginoglu

Efsane Çikolata: Stick With Me (Nolita)

Burası da Didem’in önerilerinden. Hatta öneri değil zorla soktu beni dükkana. Ay ben çikolata sevmem ki dedim. Çikolata değil bunlar sanat eseri dedi. Çikolata sevmeyen bile denemeli. Hem göze hem damağa hitap bu olsa gerek!

nyc-soho-chocolate-stick-with-me stick-with-me-new-york

Kahvaltı / Brunch: Cafe Gitane (NoLita)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Müthiş tatlı bir atmosferi var, içerde her şey vintage, özellikle yazar kasa falan efsane:) Avokadolu tost ekmeği ve croissant’ları iddialı. Güzel havalarda kapının önündeki minik masalarda Paris’teymişçesine keyif yapmalık…

gitano

Hamburger / Kahvaltı: Ruby’s (NoLita)

SoHo’da bir Avustralyalı: Küçücük bir dükkan, büyük ahşap masalarda yanınızdakilerle dirsek dirseğe yiyorsunuz. Özel ekmeği ve köftesiyle çok leziz hamburgerlerin yanında yine leziz patateslerle mahallelinin favori adreslerinden. Sabahları ise ekmek üzerine avokado ezmesi pek lezzetli!

rubys-aussi-nolita-nyc-soho

Bar / Speakeasy: Fig. 19  (Lower East Side)

New York’da ilk gecem. Hadi bi yerlerde bişeyler içelim diye çıktık. Gündüz belli ki bir galeri burası. Kapıdaki iri yarı adama bir şeyler fısıldayarak giriyoruz içeri. Bembeyaz duvarlar ve duvarlardaki tabloları geçince arkada duvarla bir bütünmüş gibi görünen bir kapı, bu steril ortamdan çok farklı bir dünyaya açılıyor. Duvarlarda doldurulmuş hayvan kafaları, bir şömine, deri koltuklar, antika mobilyalar, loş bir ışık ve tüm bu ortamdan çok alakasız bir müzik. Lower East Side’da’ki bu speakeasy’de birer whisky sour içip geceye devam ediyoruz.

Kokteyl: Apothéke  (China Town)

China Town’un, mazgallarından buhar tüten, dev farelerin cirit attığı bir çıkmaz sokağında, hiçbir tabelası olmayan bir Speakeasy Apothéke. Mermer barın arkasında içkiler vintage ilaç şişelerinde, tezgahta deney tüpleri arasında eczacı önlüğü giymiş barmenler deri kaplı menüden seçtiğiniz ‘reçete’nizi hazırlıyorlar. Ortam loş, barda ya da içerde bulunan deri koltuklarda rahat rahat kokteyl içmelik. Ama daha güzeli her Salı burada çalan 9 kişilik brass band’in alçak tavanlı mekanı dolduran melodileriyle dans da var! Ben yazın ayağımda sandaletle girdim, bir daha olmasın gibi bir tepki aldım kapıdaki adamdan, onu da belirteyim. Bir de kokteyl workshop’ları oluyormuş burada. Yerinde öğrenmek için ideal.

Restoran / Bar: Little Rascal  (Nolita)

New York’a gelmişim, ne işim var benim Türk mekanında, anne ben vizyonsuz muyum? Kendimi yargılamak işte bu kadar da kolay. Lakin olaylar öyle gelişmedi. NY’da ilk gün davet üzerine geldiğim bu mekan tüm seyahatin ve hatta sonrasının da gidişatını değiştirdi. Bunlar çok öznel yaklaşımlar. Daha nesnel yaklaşmak gerekirse, duvarında derecen su içen ceylan figürlü kilim asılı olmayan, hatta menüsündeki Türk lezzetleri dışında dışardan Türk restoranı olduğu da anlaşılmayan, geceleri David August setleri çalıp tatlı bir crowd’a hizmet veren, Pazar brunch’ı olarak serpme kahvaltısıyla da epey iddialı olan Türk mekanı. Giderseniz Halil ve Öner’e benden selam söyleyiniz.

Bar: Mother’s Ruin (NoLita)

mothers-ruin-soho-nyc

Tam bir mahalle barı. Müdavimleri var. Rahat, samimi… Pazartesileri ise tavuk kanadı günü!

Gizli Kulüp: Macao Trading Co. (Tribeca)

Üst katı restoran ve burada hiç yemek yemedim açıkçası. Alt kat speakeasy’msi bir bar.  Küçük samimi partilere ev sahipliği yapıyor. Yanlış hatırlamıyorsam Çarşambaları güzel partiler oluyordu burada.

Guilty Pleasure: The Bowery Electric (NoHo)

bowery-electric

Britney Spears ve ekseni etrafında; herkesin bildiği, hatta sevdiği ama dost meclisinde pek dinlerken görülmediği şarkılarla dans için…

Brunch / Yemek: Saxon + Parole (East Village)

Pazar Brunch’ıyla ünlü Saxon + Parole ‘surf & turf’, steak ve kokteylleriyle de iddialı. Mekanın içi de oldukça şık!

Bar: The Wren (East Village)

New York’un en iyi gastropub’ları arasında gösterilen The Wren hafta sonları oldukça canlı. Birer iş çıkışı içkisi ya da küçük arkadaş buluşmaları için tercih edebileceğiniz bir bar.

Laptop’la çalışmalık mekan: WhyNot Coffee (East Village)

whynot-east-village-nyc-laptop

WhyNot direkt benim gibi freelancer’lar için tasarlanmış bir cafe. Aşağıdaki fotoğrafta sağda camdan dışarı bakan abi örneğinde görebileceğiniz gibi mac’iniz yoksa da girebiliyorsunuz üstelik, endişe etmeyin. Hipster görünüm şart mı onu bilmiyorum. Güzel kahve, patiseriler, ben buradayım demeyen müziği ve tek kişilik üniversite sırası gibi oturma üniteleri ve hızlı internetiyle ideal bir çalışma alanı.

Başka bir laptop’la çalışmalık mekan: TOMS Roasting Co. (SoHo)

toms-soho-nyc-cafe-shop

One For One mottosuyla siz bir ayakkabı aldığınızda sizin adına bir ihtiyaç sahibine de ayakkabı bağışlayan marka Tom’s’un gözlük ve ayakkabılarının satıldığı SoHo’daki mağazası dünyada son yıllarda trend olan mağaza cafe konseptinde. Kahve servis edilen bölüm mağazanın hemen giriş kapısının karşısında kasayla aynı yerde olduğu için  bu kısmı atlamak zor. Fakat arkadaki minik ve huzurlu bahçe gözlerden kaçabiliyor. İnternet hızı tatmin ettiğinden ve prizler de olduğundan laptop’la çalışmak için bire bir.

Happy Hour’da oyster’a doyalım mı?: The Summit Bar (Alphabet City)

Oyster seviyorsanız New York tam bir cennet. Oyster’ı benim gibi midye dolmaymışçasına düzinelerce yemeyi seviyorsanız oyster happy hour’larını kovalamanızda fayda var. 5:30-7:30 arası oyster’lar, kokteyller ve menüden seçilmiş lezzetler %50 indirimli. Pulled Pork Hamburgeri ve Spicy Margharita’sı mutlaka denenmeli!

Kahvaltı: Butcher’s Daughter (NoLita)

Sağlıklı, organik, NoLita’nın kalbinde! Say no more!

nolita-butchers-doughter

Co-Working Space: Farm Soho

Kafelerde mafelerde çalışmaktan sıkıldım iş gibi her gün gideyim diyen freelancer’ların, ya da çalışanlarıma rahat ve sosyal bir ortam sağlayayım diye düşünen start up partronlarının tercihleri co-working space’ler oluyor. Ülkemizde Kolektif House örneğinde olduğu gibi. İnternet ve kahve var, isterseniz masanız belli. Üstelik Soho’nun tam kalbinde yer alan, ferah dekorasyonuyla çalışmaya motive eden Farm’ın ortakları da Türk.

Klasik: Eski Nublu ve Nublu 151

New York’ta yaşayan saksafon virtüözü İlhan Erşahin’in artık kült haline gelmiş barı. Çok salaş ve bir o kadar da ruhu olan bir mekan. Hafta sonları iyi canlı müzik ise garanti! Eski nublu yıllardır aynı mekanda Alphabet City’de yer alıyor. Nublu 151 ise birkaç blok öteye yeni açıldı, daha modern bir atmosferi var ve daha gece kulübü havasında. İkisi de ziyaret edilmeli!

Eski Nublu’ya giden barda Eda’nın elinden kokteyl içmeyi ve kendisine benim için kocaman sarılmayı ihmal etmesin lütfen!

Tükkan:

Tükkan demişken, SoHo’nun ara sokakları ve Broadway dünyaca ünlü markaların ya da butik tasarımcıların kocaman ya da irili ufaklı dükkanlarıyla dolu. Bol bol yürümek keşfetmek lazım. Onun dışında broadway üstünde noho tarafında urban outfitters, broadway üstünde forever 21, prince 44’de brandy melville her gittiğimde mutlaka uğradığım mağazalar. onlar çok biliiyor ve zincir mağaza diye ayrıca değinmiyorum. Sokaklarda yürürken keşfettiğim favorilerse bunlar:

Kitap: Housing Works Bookstore Cafe (soho)

Çok uygun fiyata ikinci el kitap alıp satabileceğiniz, ayrıca bu kitapları da yüksek tavanlı yerden tavana kadar kitaplarla dolu ortamında kahve eşliğinde keyifle okuyabileceğiniz, gönüllülerin çalıştığı non-profit bir kitapçı!

Kitap / Kırtasiye: McNally Jackson Books ve McNally Jackson Store: Goods For The Study

McNally-Jackson-Store-Goods-For-The-Study
Çok güzel ve zevkli curate edilmişi bir kitapçı McNally Jackson Books. Çok yakınında da ‘goods for the study’ adıyla silgiden kaleme çalışma masasından masa lambasına çalışma alanı aksesuarları satan ikinci bir dükkanı mevcut. İskandinav minimalizmi ve kırtasiye malzemeleri sevenlerin gözlerinden kalpler çıkmasına sebep olacağına garanti veriyorum!

mcnelly-jackson-goods-for-the-study-soho-stationery-shop

Basic: Brandy Melville (NoLita)

brandy-melville-soho-nyc

Basic parçaları sevenlerin Brandy Melville’e bayılacaklarını düşünüyorum. Kumaşları çok yumuşak ve dayanıklı, modeller ‘one size fits all’ mottosuyla genelde tek beden. Fiyatlar uygun!

Butik: Wendy Nichol (NoLita)

wendy-nichol-soho-nyc

New York’lu mücevher, çanta ve moda tasarımcısı Wendy Nichol’ün tarzına bayıldım. Fiyatlar biraz benim skalamın üstünde, dolayısıyla ben ‘window shop’arlığı yapıyorum. Yine de Soho’daki mağazası görülmeye değer!

Konsept: American Two Shot (SoHo)

american-two-shot-soho-shop

İçinde kahve olan mağazalar ekolünden American Two Shot’ın dekorasyonu seçkisi kadar güzel. Vintage’dan bağımsız markalara, tek tasarımcı ürünlerine, gece elbisesinden sokak stiline cool ve hip olan her şey mevcut. Kahveler ise Cafe Integral’e emanet!

Kahve: La Colombe Torrefaction (NoHo)

İyi kahvesi ve göze hitap eden ferah mekanıyla Downtown favorilerimden. Bir de sanırım burayı Chobani’nin sahibi Hamdi Ulukaya’nın da bu mekanda hissesi var diye biliyorum.

Rooftop: Mr Purple (Indigo Hotel / Lower East Side)

Genelde manzara için brooklyn’den manhattan görüntüsünü tercih etsem de Manhattan’da binaların içinden NY manzarası da hoş oluyor. Indigo Hotel’in üstünde yer alan Mr Purple’da hem 360 derece manzara hem de keyifli bir ortam var.

 

Meatpacking District, Chelsea, West Willage

Meatpacking District

 

Dünya ticareti, güç dengeleri çoğunlukla ‘yemek muhafazası’ paralelinde ilerlemiş. İlk olarak baharatlarla korunan gıdalar daha sonra ilk elektrikli olmayan gerçek anlamda ‘buz dolapları’ ile korunmuş. Baharat yolunun önemini kaybetmesi, dünya ticaret akışının tersine dönmesi ile doğal buza yakın bölgeler değer kazanmış. Kışın donarak bir buz kaynağı haline gelen Hudson Nehri ve bölgesi gibi…

19. yy ortalarında pazar yerlerinin bulunduğu bu bölge, Hudson River kenarında, yani soğutma işlemi için nehirden çıkacak buza yakın olması sebebiyle 20. yy başlarında mezbaha ve paketleme tesisleriyle dolmuş ve şehrin artan et ihtiyacını karşılamak üzere 20. yy ortalarına kadar bu bölge ‘meatpacking’ yani et paketleme bölgesi olarak varlığını sürdürmüş. Teknoloji ilerledikçe nehirdeki buza ihtiyaç kalmamış ve Manhattan’ın batısında yer alan bölge kentsel bir dönüşüm sürecine girmiş. Bugün hala 5 büyük et firması tarafından ‘kontrol edilen’ bölge kabuk değişimi ve yüzyıl ayak uydurması sonrası müzeler, galeriler ve öncü peyzaj düzenlemeli kamusal alanlara ev sahipliği yapan şık bir mahalle.

Yeme-içme / Tasarım: Chelsea Market

İçindeki dünya mutfağının farklı lezzetlerini sunan 30’un üzerinde restoran / food stall ve tasarım mağazası bulunan Chelsea Market, o zamanlar Hudson River kenarında High Line’ı kullanan trenler ile kasaplara toplu satış yapılan, yukarıda da tarihine kısaca değindiğim Meatpacking District denen bölgede yer alan, tuğla mimarisiyle çok karakterli eski bir fabrika.

En arkasında yer alan Artists & Fleas bağımsız tasarımcıların stand açabildiği bir alan. Toplu mutfak aksesuarları satan mağazalar, şarap mahzenleri dışında füzyon mutfaklar ve küçük yemek standları ve restoranlar her gün binlerce turisti Chelsea Market’a getiriyor. New York’da özellikle oyster yiyeceksem mutlaka ziyaret ettiğim yerlerden biri benim de!

Oyster Happy Hour: Cull & Pistol

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Chelsea Market içinde yer alan Cull & Pistol’da hafta içi her gün saat 4’den 6’ya Oyster Happy Hour var. Kokteyller 6, Oyster’ların tanesi 1 Dolar! Önünde sıra olur, önden gidip telefon numaranızı verin, 6 olmadan sipariş verseniz yeterli :) Tuzluluk ve damakta bıraktığı tada göre doğu ve batıdan farklı oysterları yanlarına numara yazarak sipariş verdiğiniz bir sistemi bar. Oyster dışında clam chowder’ı da aşırı iyi. Afiyet olsun!
cullandpistol-nyc

Bu arada gereksiz bir bilgiyle daha karşınızdayım: Cull kıskaçlarından birini, Pistol ise iki kıskacını da kaybetmiş ıstakozlara verilen isim. Bunu tuvaletlerde yer alan çizimlerden öğrendim. İkinci gereksiz bir bilgi de: insanlar tarafından avlanmadıkları sürece sonsuza kadar büyüyen, yaşayan en dayanıklı canlılardan biri olan ıstakozlar kaybettikleri uzuvlarını rejenere edebilen enteresan canlılar. Cull da olsa Pistol da olsa değerinden bir şey kaybetmiyor.

Mimari ve gezmece: High Line

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

1930’larda inşa edilen ve 80’lerde de hizmete son veren, yerden yüksek bir tren yolu / ray olan High Line, 99 yılında kurulan Friends of High Line cemiyetinin girişimleriyle bir kamusal alan olarak yeniden değerlendirilmek istenilir. 2004 yılında taşı toprağı altın olan şehrin güzel bir yerinde bulunan bu atıl alanın yeniden düzenlenmesi için bir peyzaj mimarlığı firması yarışma ile seçilir ve çalışmalara başlanır. İlk kısmı 2009 yılında açılan ve 2014 yılında tamamlanan peyzaj düzenlemeleri ile High Line halka açık oturma alanları ve cafeler, mağazalar ile yerin üstünden giden yeşil bir gezinti rotası haline gelir. Özellikle şehir planlamacılar ve mimarlar tarafından mutlaka ziyaret edilmeli. Gitmişken şık italyan restoranı Santina, High Line’da yer alan The Standard otel ve rooftop’ı ve Whitney Museum of American Art  ziyaret edilmeli.

high-line-manhattan-chelsea

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Chelsea:

Tarih boyunca New York’un en eklektik mahallelerinden biri olan Chelsea, özellikle Patti Smith’in Just Kids (Çoluk Çocuk) kitabını okuyanların bu sokaklarda gezerken farkedeceği üzere yüzyılın son yarısında bile radikal bir değişimden sürecinden geçmiş. Rock’n Roll altın çağını yaşarken şehirde tutunmaya çalışan sanatçıların düşük kiraları sebebiyle yerleştiği, şehrin daha özgür bir alanı sayılan, gay barlarının yer aldığı bölge her klasik kentsel dönüşüm sürecinde olduğu gibi galeri ve butiklerle birlikte şehrin revaçta ve hip mahallelerinden biri haline geliyor. Patti Smith’in kitabında bolca bahsettiği Hotel Chelsea ben buraları gezerken tadilattaydı ancak yine kitapta sıkça geçen El Quijote‘nin içine girip görme fırsatı buldum. Bunun dışında tarihte özellikle nehre doğru bölümleri endüstriyel binalara ev sahipliği yapıyordu ve bugün bu ‘warehouse’ tarzı endüstriyel binaların nerdeyse hepsi dünyadan art buyer’ların mekkesi diyebileceğimiz sanat galerilerine ev sahipliği yapıyor. Benim sevgili Sadi Tekin rehberliğinde gezip oldukça etkilendiğim bir kaç tanesi Cheim & Read, Bertrand Delacroix Gallery Doosan Gallery …

Deneyim: The McKittrick Hotel (Sleep No More)

New York’a giden herkese kaç gününüz olursa olsun mutlaka görün dediğim interaktif tiyatro oyunu Sleep No More, Chelsea’de eski antrepoların bugün sanat galerilerinin arasında The McKittrick Hotel’de sergileniyor. The McKittrick Hotel 7 kattan oluşan dev bir tiyatro sahnesi. Birazdan ne özelliği olduğunu anlatacağım bu oyunun biletlerini https://mckittrickhotel.com/sleep-no-more/ adresinden satın alabilirsiniz. Biletinizi erken saate alırsanız keşfetmek için daha çok vaktiniz olur. Sıra beklemeyi sevmiyorsanız Maximilian Guest biletini almanızı öneririm, özellikle de kışın. Biraz fazla ödüyorsunuz ancak kapıda beklemeden içeri giriyor, paltonuzu ücretsiz olarak coat check’e teslim ediyor ve oyun öncesi (ve esnasında) Menderley Bar’da rezerve edilmiş bir masanız var. Burada ister içki içebilir, ister ara ara gelip dinlenebilir, isterseniz de tüm oyun bittikten sonra burada sahne alan eğlenceli swing grubunu dinleyebilirsiniz.

Sleep No More’a birileriyle gitseniz de, maskenizi takıp içeri girdikten sonra herkesi bırakıp yalnız gezmenizi öneririm. Siz ürkütücü denebilecek dekorun içinde yürüyüp mekanı keşfederken bir anda parça parça sahnelenen oyunlara şahit olacaksınız. Konuşma yok. bolca müzik, mimik ve dans var. Aktörler hariç herkeste maskeler var ve bu maskeleri çıkarmak yasak.

Kalabalıklarla beraber hareket edip oyunları izleyebileceğiniz gibi arada sürüden ayrılıp sürprizlerle karşılaşmanız da mümkün. Sleep No More’u en özel kılan şeylerden biriyse nadir olarak da olsa oyuncularla yaşama ihtimaliniz olan bire bir deneyimler. Ben yalnız gittiğim, sürüden ayrılıp keşfettiğim ve tabii biraz da şanslı olduğum için Sleep No More’a ilk ve tek gidişimde bu deneyimlerden tam tamına 3 adet yaşadım. Özetlemek gerekirse bir oyuncunun peşine takılıyorsunuz ya da o sizi seçiyor ve bire bir olarak bir odaya kapatılıyorsunuz. Kapı arkanızdan kitleniyor. Oyuncu tarafından maskeniz çıkarılıyor ve sadece size oynanan, sizi de hikayeye dahil eden bir performansa şahit oluyorsunuz.

Farklı katlarda farklı oyunlar sergilenebildiğinden ve sürekli doğru yerde olmanız imkansız olduğundan bir gidişte hikayenin küçük bir kısmına hakim olabiliyorsunuz. Oyunun en sonunda ise tüm katılımcılar çok etkileyici final sahnesine yönlendiriliyor ve oyun bitiyor. Bu yüzden ne kadar erken saate rezervasyon yaparsanız içerde o kadar çok zaman geçirmeniz mümkün.

Ben gitmedim ama McKittrick otelin içinde bir restoran ve bar da var ve özel partiler doğum günleri için de kısmi olarak kiralanabiliyor.

Tavsiyeleri özetlersek: Maximilian’s Guest bileti alın, mümkün olduğunca erken gidin (erken saate rezv yoksa ve fakat siz yine de erken giderseniz erken rezv olanlara öncelik verilse de erken girebiliyorsunuz, deneyin), yalnız gezin, keşfedin, özellikle tek yakaladığınız oyuncuların peşine takılın, meraklı ve cesur olun!

Şimdiden iyi eğlenceler!

Klasik: Murray’s Bagels

Bir New York klasiği olan bagel’ı tarihi ve iyi bir yerde yemek isterseniz, bir de üstüne Chelsea bölgesindeyseniz Murray’s’i atlamayın.

Speakeasy: Bathtub Gin (Chealsea)

Stone Coffee Shop’ın arkasındaki gizli kapıdan geçerek ulaşabildiğiniz Bathtub Gin, içinde gerçekten küvet bulunan, nefis kokteyller yapan bir speakeasy.

Kulüp: Gilded Lily

Konsept: Daybreaker (ben dusk edition’ına gittim)

Uzak Doğu: Tao Downtown (Chelsea)

Büyüleyici mistik dekorasyonu ve her yemeği biri birbirinden lezzetli menüsüyle şehrin en kült ve başarılı restoranlarından biri Tao Downtown; Sex and The City hayranları için de bir ‘landmark’ olma özelliği taşıyor. Carrie ve Mr Big’in şık bir yemek yediği Tao Downtown’a adım atar atmaz mekanın büyüsüne kapılıyorsunuz. Yemek yenen loş ana salona, özellikle ‘date’ için düşünülmüş iki kişilik masaların yer aldığı etkileyici bir merdivenden inerek geçiyorsunuz. Heykel ve aydınlatmalar mekana mistik ruhunu veriyor. Ancak herkes çok ama çok şık. Sushileri çok leziz ve genel olarak sipariş konusunda garsonların tavsiyelerine güvenebilirsiniz. Kalabalık gidip ortaya pek çok şey söyleyip mümkün olduğunca çok lezzet denemenizi tavsiye ederim. Önden rezervasyon şart.

Kahvaltı: Jack’s Wife Freda (West Village)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Klasik / Tatlı: Magnolia Bakery (West Village)

Yine Sex and The City izleyenlerin muhakkak hatırlayacağı Magnolia Bakery’de banana puding denemenizi üstüne basa basa tavsiye ediyorum. Muzlu tatlılara hatta genel olarak tatlıya özel bir ilgim yok ama bu öyle böyle bir lezzet değil =)

Speakeasy: Employees Only (West Village)

employees_only_cocktail_beef_tartare

New York’un en kült barlarından biri. Kokteyl konusunda kitap yazmışlar (gerçek anlamda). Kokteyl dışında bir diğer spesiyalitesi de steak tartar’ı.

Bar: Pierre Loti Chelsea (Chelsea)

pierre-loti-chelsea

Brooklyn, Williamsburg, Greenpoint

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Eskinin ghetto’su şimdinin popüler bölgesi, Manhattan’a manzaralı, New York’un ‘karşı’sı ve git gide değerlenen bölgesi

Özellikle Williamsburg ile ilgili en son haberleri, en yeni mekanlardan haberdar olmak için New York’ta yaşayan Türk arkadaşım Zeynep’in ‘hyperlocal’ blog ve instagram sayfası Yes Williamsburg‘u takip etmenizi öneririm.

Yoga ve sağlıklı yaşam:

new-city-love-yoga-greenpoint

Greenpoint’te 3 hafta kaldığım dönem her sabah Greenpoint’te çok tatlı bir stüdyo olan  New Love City ‘de yogamı yapıp,  çıkışta da Williamsburg’e juice press‘e yürüyüp yeşil bir juice alıp içe içe geri dönüyordum eve. Sora hop laptop’umu alıp güzel cafelerden birine geçip çalışıyordum. Baya uyum sağlamıştım yani mahalleye =)

Kiremitlere beyaza boyanmış, tavanında skylight bulunan dekorasyonuysa etnik/eklektik diyebileceğimiz tatlı bir stüdyo olan New Love City‘de sabah akşamüstü ve akşam farklı hocaların genellikle her seviyeye hitap eden vinyasa yoga dersleri var. Derslere tek seferlik kayıt olabileceğiniz gibi buraya aylık üye de olabiliyorsunuz. Amerika’daki ilk yoga dersime burada girdiğimden ilk başta hocalar bana çok ‘gürültülü’ gelmişti. Adeta yoga’ya zıt bir gürültü. Fakat bonobo’lar, david august’lar eşliğinde yapılan bu bana göre gürültülü derslere sonradan alıştım ve hoşuma gitmeye başladı. Williamsburg’de olup mütevazi bir stüdyo bakanlara tavsiye ederim. Juice Press ise Türkiye’de faaliyet gösteren ve bana sağlıklı detoks yaşam biçimini benimseten Jüs‘ün kurucusu Aylin’in tavsiyesi.

Kahvaltı / Brunch:

Williamsburg yaşayan insanların demografisi göz önünde bulundurulduğunda bizim Cihangirimizi andırıyor. Sanatçı, freelancer kesimin ağırlıkta olması sebebiyle geç kahvaltı için tıpkı cihangir gibi pek çok seçenek sunuyor hipster ağırlıklı bu şirin new york semti. Hem de özellikle de hafta sonları New York’luların şehrin dört bir yanından kalkıp gelecekleri kadar! Ben en sevdiklerimi tavsiye ettiğim sıraya göre dizdim. Giderseniz bana bir fotoğraf atarsınız artık!

Five Leaves (Greenpoint)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Daha önce kokteylleriyle de The Story of Seven için hazırladığım listeye konuk olan 5 Leaves brunch için Brooklyn ahalisinin en sevdiği adreslerden. İki sokağın kesiştiği köşede, tam o köşenin şeklini alan dar restoranda az sayıda masa olduğundan ve burada yemek yemek de oldukça keyifli olduğundan biraz sıra beklemeniz muhtemel. Rezervasyon almıyorlar ama isminizi yazdırıp mahallede bir tur atabilirsiniz. Menüden favorilerimiz brüle greyfurt, avokadolu tost ekmeği ve ‘big breakkie’ yani büyük kahvaltı tabağı. Yanında büyük bir Bloody Mary ve kahveyi de unutulmamalı.

Sauvage NYC (Greenpoint)

sauvage-greenpoint

Burayı en son gidişimde, Five Leaves’de çok sıra olduğunda denedim. Five Leaves’in hemen karşısında yeni açılmış bir Fransız kafesi. Dekorasyonu, logosu, logosunun renkleri, servis için kullanılan tabak çatallardan garsonların kostümlerine kadar mekan bir bütünlük içinde ve retro bir konseptte. Üstelik bloody mary’si, kahvesi ve kahvaltı menüsü de oldukça iddialı.

sauvage-nyc-greenpoint-brunch

Egg (Williamsburg)

egg-brooklyn

Egg yani yumurta Williamsburg’un en popüler sokaklarından birinde yer alıyor. Tüm gün organik ve doğal kahvaltı servis ettiğinden geç kahvaltı severlerin oldukça tercih ettiği bir mekan ve hafta sonları önünde uzunca bir kuyruk oluyor. Rezervasyon kabul etmedikleri gibi içerde boş masalar olsa da sizi oturtmak için hiç acele etmiyorlar nedense. Acıktıkça acıkıyorsunuz. Masalarda amerikan servis olarak beyaz kağıt ve pastel boyalar var. Leziz kahvaltınızı beklerken yaratıcılığınızı konuşturabilirsiniz. Menüdeki favorilerim Eggs Rothko ve 2 Eggs any style.

Cafe Mogador (Williamsburg)

Processed with VSCOcam with a2 preset

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Willamsburg’un Fas ve Akdeniz esintili popüler mekanı saat 4’e kadar brunch sunuyor. Hafta sonları sıra beklemeniz kaçınılmaz. Favorilerim Morrocan Eggs ve bütün omletler!

12 Chairs (Güney Williamsburg)

12-chairs-williamsburg-nyc

Güney Williamsburg’da Orta Doğu’dan ve özellikle İsrail’den lezzetler sunan ve bütün gün kahvaltı servis eden tatlı mı tatlı bir mekan. Öğlen labne, kuskus, dolma yaprak sarmaları, pita yanında kebaplar da var menülerinde. Kahvaltıda ise bolca İsrail spesiyalitesinin yanında en sevdiğimiz lezzet mantarlı ve soğanlı omlet oldu!

House of Small Wonder (Williamsburg)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

İçinde ağaç olan mekanlara bayılıyorum. Williamsburg’daki bu küçük Japon cafesi de bunlardan biri. İsmiyle bile gönülleri fetheden House of Small Wonder’da tüm gün kahvaltı servisi var. Tabii öğlen ramenler de giriyor devreye. Kredi kartı geçmiyor ama mekanın içinde bir ATM bulunuyor. Hafta sonu çok kuyruk olsa da hafta içi daha sakin. Lavanta lattesi ve croissant’ı leziz!

Littleneck Outpost (Greenpoint)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Greenpoint’te miniminnacık bir dükkan. Denizci temalı bir dekorasyonu, cam kenarında minik sevimli masaları deniz ürünlü salata ve yemekleri ve tabii NY’un en iyileri arasında gösterilen sandviçleriyle listemde yer edindi.

Rabbithote (Güney Williamsburg)

Lewis Caroll’ın Alice in Wonderland kitabıne gönderme yapan tuğla duvarlı ve hafif loş mekanın arkada tatlı bir avlusu da var. Hafta sonu geç kahvaltı için bolca seçenek sunduğundan yakınlarda olup iyi bir alternatif arayanlara tavsiye ederim.

Wild (Güney Williamsburg)

Hafta sonu Williamsburg’da kahvaltı etmek edebilmek bazen bir sabır oyununa dönebiliyor. Civardaki çok popüler restoranlar için sıra beklemekten bunalanlar bölgede nispeten yeni olan Wild’ı deneyebilir. Arkada ferah bir avlusu ve göze hitap eden bir dekorasyonu var. Ben burada sadece kahve içtim ancak kahvaltı servisleri de hoş görünüyordu.

Kahve:

Kahve çok seviyorum. Kahve benim için pek çok şey demek. Uyanmak, işe eşlik etmek, işe konsantre olmak, sohbet etmek ve nicesi. Ama gelin görün ki kahveden ben pek anlamıyorum. Yani acı değilse iyi işte seviyesindeyim sanırım. Ama seviyorum kahveyi. Aşağıdaki mekanların kahvesi mükemmel diye bir iddiam yok. Ama kahveyle oturup çalışması, arkadaşlarla sohbet etmesi güzel mekanları sıralıyorum huzurlarınızda.

Eagle Trading Co.  (Greenpoint)

Processed with VSCOcam with a7 preset

Kahve dışında omlet ve bagel gibi seçenekler sunan kahvaltısı ve oradan buradan toplanmış eşyalarla yaratılmış atmosferiyle Greenpoint’in uğrak cafelerinden.

Bakeri (Greenpoint)

bakeri-williamsburg

Bakeri’den bitane de Williamsburg de var o da çok tatlı ama benim kalbimi asıl Greenpoint’teki şubesi çaldı. 2 şubesi var diye franchise sanmayın. Bakeri kadınların çalıştığı, kadınlara istihdam sağlama sosyal sorumluluğunu üstlenmiş, viktoryan dönem dekorasyonuyla da çoğunlukla kadın müşterilere hitap eden bir İskandinav fırın ve kahveci.

Devoción (Williamsburg)

devocion

Yüksek tavanlı, arka duvarında da yukarıdan aşağıya bir dikey bahçe bulunan Devocion buraların en ünlü kahvecilerinden ve insanların söylediğine göre kahvesi de iyi.

Upright Coffee (Greenpoint)

Çok minik. Kahve ve pastry’si iyi. Çalışanları da hep hal hatır soran tatlı insanlardan!

Sweetleaf (Greenpoint)

Greenpoint’in tuğla duvarlı, yüksek tavanlı binalarından bir diğeri de Sweetleaf olarak hizmet veriyor. Bence iyi kahve, hızlı internet ve tabii pastries

Propeller Coffee (Greenpoint) ya da Odd Fox

propeller-cafe

Her ne kadar priz bulması diğer kafeler kadar kolay olmasa da bolca şarjım varken bilgisayarımla gidip çalışmayı en çok sevdiğim kafelerden biri burası. Dekorasyonu çok nostaljik. Kahve ve pain au chocolate ikilisiyle baya vakit geçirdiğim bu makeanın sanıyorum adı değişip Odd Fox olmuş.

Sweatshop (Güney Williamsburg)

Sağlıklı granolaları, omletleri ve ekmek üzerine avokado gibi lezzetleri de en az kahveleri kadar ünlü, kahve sırası hiçi azalmayan minicik bir dükkan. Yer bulması çok zor, bulursanız laptopla çalışmak için uygun ama. Bir de çok güzel merchandise’ları var.

Toby’s Estate Coffee (Williamsburg)

Devocion gibi aynı anda pek çok kişiye servis verebilen, yüksek tavanlı, boydan boya ilginç objelerle dekore edilmiş kitaplığı ve ince kayıtlı pencereleriyle endüstriyel bir ortamı andıran Toby’s Estate’te de pastry’ler, kahvaltı menüsü ve iyi kahve var. Ben yer bulursam burada da çalışmayı seviyorum. Ancak bazı masalarında no-laptop kuralı olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Processed with VSCO with a1 preset

Yemek:

Kokteyl ve Oyster: Hotel Delmano (Williamsburg)

Ahşap ve mermer barı, loş ışıklandırması ile elegan ve romantik bir ortamı olan Hotel Delmano’da oyster ve kokteyl tavsiye ediyorum =) Beni de Yes Williamsburg’un yaratıcısı çok sevgili Zeynep götürmüştü buraya.

Mexican: Calexico (Greenpoint)

Taco ve margharitayı ne kadar çok sevdiğimi sık sık belirtiyorum. Özellikle Meksika’ya gidip yerinde deneme şansı bulunca bu lezzetleri ilgim ve aşkım daha da arttı. Normalde Meksika’da hasını yemişim, hiçbir şeyi beğenmemem lazım ama öyle değil işte. Greenpoint’te yer alan Calexico’nun tacoları da Margaritası da leziz. Dekorasyon müthiş keyifli ve giderseniz çalışanların giydiği grup t-shirt’lerine dikkat edin :) bayılacaksınız!

Pakistan: Bk Jani (Bushwick)

Processed with VSCO with a8 preset

Çok baharatlı, kebap ve hint yemeği sevenlerin seveceğini tahmin ettiğim Pakistan yemeklerini Bushwick’e yakışacak hipster bir ortamda tatmak isterseniz bu küçücük dükkanı es geçmeyin

Alman / Barbekü: Fette Sau (Bushwick)

fette-sau-bushwick

Bir buschwich klasiği: Önünde biraz sıra var ama beklediğinize değecek. Sosis, barbekü, kaburga ve bilumum et ürünü, yanında alman usulü lahana, patates ve tabii iyi bira ve şarap ile. Kocaman bir metal tepsiyi dolduracak kadar yemeğe elle girişin ve yerken beni hatırlayın!

Roberta’s Pizza (Bushwick)

robertas-pizza-nyc-bushwick

Bir diğer Buschwick klasiği ise yine beklediğiniz sıraya değecek Roberta’s. Bahçesi çok keyifli ama sıra bekleyemem acelem var diyenler için hemen yan tarafında minik bir ‘grab and go’ dükkanı da açmışlar. Pizza kutusuyla parkta yemek ya da eve götürmek için. Buraya mutlaka gidin, vaktiniz yoksa da paket alın!

Dilim Pizza: Joe’s Pizza (Williamsburg)

williamsburg-joes-pizza

Roberta’s’ın aksine burası da ayaküstü dilimle pizza yemek için tasarlanmış minik bir dükkan. Pizzası cidden çok leziz! Ben her gittiğimde iki margarita gömüyorum. Afiyet olsun!

Akdeniz: Glasserie (Greenpoint)

glasserie-greenpoint-nyc

Greenpoint’te şık ama kasıntı olmayan bir restoran. Menüde ortadoğu ve akdeniz lezzetleri var. Bence önceden rezervasyon yaptırarak gidin ve hatta yemekten önce de oldukça iddialı olan kokteyl menüsünden de bir şeyler deneyin.

Cafe: Reynard (The Wythe Hotel)

reynard-williamsburg-wythe-hotel

Son derece trendy Wythe Hotel’in alt katında şık ve lezzetli bir yemek için uğrayabilirsiniz.

Fransız: Juliette

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Williamsburg’de ilk gittiğim kafe burası sanırım. New York’ta yeniyim bi heyecanlıyım. Bahçesini dekorasyonunu mint duvarlarını sarmaşıklarını falan çok sevmiştim. Sonra bana o gün Williamsburg’u gezdiren Tufan tarafından ‘beğenici’ olmakla suçlanmıştım =) gidin bakalım siz de beğenici olacak mısınız?

Bagel ve Donut: Peter Pan Donut & Pastry Shop (Greenpoint)

Eski bir Polonya mahallesi olan Greenpoint’in o dönemlerden kalan az sayıda dükkanından biri Peter Pan. Halen Polonyalı sahipleri aile tarafından işletiliyor ve inanılmaz iyi bagel ve donut’lar yapıyorlar. İçeride ayaküstü yemelik ya da paket almalık…

Ayaküstü Bagel: Bread Brothers Bagel Cafe (Greenpoint)

Bir diğer iyi bagel’cımızsa Bread Brothers. Hamurunda da üzerine süreceklerinizde de onlarca çeşit mevcut. İçerde yalnızca iki masa var ve böyle beyaz ışıklı zevksiz bi yer. En iyisi paket almak.

Dondurma: Van Leeuwen Artisan Ice Cream

Aralarında tarafımdan denenmiş ve şaşkınlıkla onaylanmış vegan seçenekler de olan dondurma seçeneklerini eleyip, 2-3 topta zorla karar kılıp, külahınızı ya da kabınızı alıp ya Manhattan üzerinden batan güneşe veda etmeye sahile ya da çimler üzerinde yayılmaya McCarren parkta gidip keyif yapabilirsiniz.

Park: McCarren Park

E o zaman McCarren Park’ı anmadan geçmeyelim. Greenpoint’e yakın, binalar ve yollar arasında güzel bir yeşillik alan! Hava güzel olduğunda cıvıl cıvıl! Köpeğiyle sevgilisiyle kalabalık arkadaş grubuyla içkisiyle dondurmasıyla herkes burada :)

Aktivite: The Brooklyn Bowl (Williamsburg)

Rooftops:

The Wythe Hotel (The Ides At Wythe Hotel)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Williamsburg’un hip otellerinden Wythe’ın terası özellikle hafta sonu gün batımı saatlerinde otelin girişinde upuzun kuyruklar oluşmasını sağlayacak kadar iddialı. Kokteyllerinin hiçbir özelliği yok. Sıradan. Buranın olayı Manhattan manzarası ve gün batımı!

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

The William Vale Hotel

william-vale-hotel-nyc

Wythe Hotel’e oranla daha şıkve daha restoran tadında. Manzara neredeyse aynı.

Dükkan:

Şahsına münhasır vintage: Mobile Vintage Shop (Bushwick)

Bushwick’te Roberta’s’ın hemen önünde bir minivan. İçi envai çeşit vintage giysi ve takı dolu. Göz atmadan geçmeyin! (kredi kartı da geçerli)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Müzik: Rough Trade  (Williamsburg)

Plak, cd, kaset, poster, müzikle ilgili kitap ve müzik çevresinde dönen etkinlikleriyle bir mağazadan çok müzik merkezi olma özelliğindeki Rough Trade’e mutlaka uğrayın!

Tasarım: Brooklyn Airlines (Online)

 

Brooklyn Airlines ve I Don’t Hate New York baskılı tote’larıyla ünlenen Brooklyn’de yaşayan Türk tasarımcı Ertaç Uygun’un göğsümüzü gururdan kabartan markası:)

İkinci el, vintage: Beacon’s Closet (Williamsburg)

Brooklyn’ın en büyük ikinci el mağazalarından biri olan Beacon’s Closet’te ürünler renk ve hatta renk tonlarına göre dizilmiş, içeride bir gökkuşağı havası var. Parçaların müthiş bir seçkisi yok açıkçası çok fazla ürün var bu yüzden güzel şeyler bulabilmek için burada epey vakit geçirmek gerekiyor. Vintage avcılarına duyrulur!

Vintage: Antoinette (Williamsburg)

Ben kendince bir seçkisi olan daha ufak vintage mağazaları daha çok seviyorum. Antoinette de bunlardan biri. Takıdan çantaya elbiseden ayakkabıya her biri keşke benim olsa diyeceğiniz seçmece parçalar için mutlaka uğrayın!

Mobilya, dekorasyon: Beam (Williamsburg)

Asla ihtiyacımız olmayan ama almadan da duramadığımız (gerçi benim artık evim olmadığı için mecburen almadan duruyorum) minnoş ve tasarım ürünlerle dolu bir mağaza. Yapabiliyorsanız sadece bakmaya gidin:)

Konsept: Çiçekçi ve Kahve : Homecoming (Greenpoint)

Greenpoint’te hem çok tatlı bir çiçekçi hem mumdur tütsüdür evin atmosferine tatlı dokunuşlar yapabileceğiniz ürünler satan hem de to go kahve alabileceğiniz fiyatların ise baktığınız her şeyi hmm diye yerine koymanıza sebebp olacak bantta olduğu benim sık sık window shop’ar’lığı yaptığım dükkan.

Tasarım Pazarı: Artists & Fleas (williamsburg)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Artist & Fleas hem Williamsburg’da hem de bir tane de Chelsea Market’in içinde var. Kapalı bir alanda pek çok tasarımcı tezgah açıp ürünlerini satıyor. Yeni değişik çağaçıcı bir konsept değil yani. Ama çok güzel şeyler oluyor. Bakmanızı tavsiye ederim!

Butik: Oroboro (Williamsburg)

Vitrinleri, iç dekorasyonu, displayleri ile gezmekten keyif alacağınız bir mağaza. Ben buradan da pek bişey almamayı tercih ediyorum.

Giysi, dekorasyon, kırtasiye, kozmetik, müzik VE BAR: Urban Outfitters – Space Ninety 8

urban-outfitters-brooklyn-space-ninety

Şimdi size oturup Urban Outfitters anlatmayacağım. Senelerdir yaptım bunu zaten:) Avrupa ve Amerika’ya gittiğimde her şeylerimi buradan alıyorum işte. Gelelim Williamsburg’deki bu özel Urban Outfitters’a: Space Ninety 8 kozmetik, müzik, kitap, kadın ve erkek giyim, spor giyim, iç çamaşırı vs gibi bölümlerin olduğu ilk 2 katıyla normal bir Urban Outfitters gibi dursa da en üst katındaki restoran ve barıyla bir ilk. Dünyada da trend bu yönde gidiyormuş. Multi functional mağazalar. Göz atınız (bu arada Space Ninety 8’in hemen yanındaki American Apparel da diğerlerine oranla çok büyük ve bol seçenek sunuyor. Bir de bu iki mağazanın dış duvarlarındaki grafitileri de belirtmeden geçmek istemedim)

Mini Mall: Williamsburg Mini Mall

İsmin Mall dediğine bakmayın. Mall değil tam olarak. Daha çok böyle birbirini kesen iki dik sokakta da kapısı olan bir iş hanı gibi bi yer. İçinde Spoonbill & Sugartown Books gibi kitapkurtlarını bayılacağı kitapçıdan hediyelik eşya satan tasarım mağazalarına, Pinkyotto gibi butiklerden ve vintage’cılara kadar onlarca mağaza var.

spoonbill-sugartown-books

Bar:

Williamsburg’da gidip sevdiğim barlar mütevazi bir mahalle barı olan Pencil Factory (Greenpoint), tatlı arka avlularıyla özellikle yazın pek seveceğiniz Broken Land (Greenpoint) ve The Woods (Williamsburg) ve kokteylleriyle değil de manzarasıyla öne çıkan The Ides ( The Wythe Hotel) (Williamsburg). Bir de yazın açık havada su kenarında içki yudumlamak isterseniz Brooklyn Barge da tavsiyelerim arasında :)

Club:

The Brooklyn Hangar (sunset park)

Buraya bir yılbaşı partisi için gitmiştim (2016’ya girişti sanırım, bob moses, justice ve gesaffelstein vardı). Dev gibiydi. Bildiğin eski bir hangar. Normalde fotoğraf stüdyosu galeri ve tabii büyük eventlerin yapıldığı mekan olarak kullanılıyor. Porgramına http://thebrooklynhangar.com/events/ adresinden bakabilirsiniz.

Output (Williamsburg)

nyc-output--neon-sign-see-you-on-the-other-side

Output’a ilk gidişimi biraz hayal meyal hatırlıyorum. Yazdı. Arada müzikten uzaklaşıp sohbet etmek için terasına çıkmıştık. Renkli ışıklar vardı ve soğuk hemen ayıltıyordu. Daha sonra kışın gittiğimde main room’a alternatif Panther Room’la tanıştım ve en sevdiğim küçük mekanlardan biri oldu. Her daim dolu programıyla Output’ta gerçekleşecek performansları web sitesinden ya da Resident Advisor sayfasından inceleyebilirsiniz. Output’ta dress code olduğunu söyleyemeyeceğim. Bazı eventlere biletinizi önden almanız girmeniz için garanti. Bileti olan birinin kapıdan çevrildiğini de hiç görmedim. İçeride fotoğraf çekmek yasak bir de. İyi eğlenceler

Black Flamingo (East Williamsburg)

black-flamingo-brooklyn-nyc

Üst kattaki barı müthiş iddialı olmasa da samimi ve rahat. Ama asıl olayı alt kattaki tepede disco topu asılı ve odak noktanın dans olduğu küçük salon! Gerçeken eğlenceli ve dans garantili bir mekan!

Eski Verboten şimdi Schimanski (Williamsburg)

shimanski-old-verboten-williamsburg-new-york

Eskiden Verboten’dı, el değiştirdi, içi pek değişmedi, adı Jewish Deli gibi Schimanski oldu nedense :) Girişte palto verirken isminizin baş harflerini soruyorlar. Paltonuzu alırken unutacak noktaya gelmeyin :) Main room’da kocaman bir disco topu, fosforlu ışıklı küçük salonuyla Schimanski’nin programına https://www.schimanskinyc.com adresinden veya Resident Advisor sayfasından bakabilirsiniz.

TBA (Williamsburg)

nyc-mixmag-lab-tbaIMG_6081

Dışındaki graffitilerle dikkatimi çekip gündüz vakti içerden gelen müziği de duyup burada noluyor diye içeri girip keşfetmiştim ilk TBA’i. Meğer New York’un iyi kulüplerindenmiş. Üstelik sahibi de Türk diye biliyorum. Bir de hemen TBA’a komşu olan Mix Mag’in live stream yapılan Mix Mag Lab partileri de burada gerçekleşiyor. Programına http://www.tbabrooklyn.com adresinden veya RA sayfasından göz atın.

Good Room (Greenpoint)

Burayla ilgili çok müthiş anılarım yok ama yine de Brooklyn’in bilinen kulüplerinden olduğu için yazmamazlık etmek istemedim. Ses sistemi mükemmel değil. Eski erkek arkadaşım burada kendi partisini yaptığında dışarıdan ses sistemi kiralamıştı mesela. Good Room ve Bad Room diye iki odası var. Good Room’da koca bie disco topu ve 2-3 merdivenle çıkılan oturma alanları da var. Bad Room’da bir arkadaşımızı baya rahatsız etmişler. Good Room’da ise kafası güzel salak kızın biri kış vakti kendi montunu bulamayıp benimkileri alıp gitmiş. Kendisini dışarda yakalamasam kış vakti donacaktım. Neyse kitlesi de kendi de biraz garip buranın ama ara sıra güzel partiler olabiliyor. Biz başımızın çaresine bakarız diyen mekanın programına http://www.goodroombk.com adresinden ya da RA sayfasından ulaşabilir.

House of Yes (Bushwick)

House of Yes’te bi etkinliğe hiç gitmedim ama burada zaman zaman iyi partiler ve farklı etkinlikler olduğunu biliyorum. Mekanın dış duvarlarındaki graffitiler de çok güzel ayrıca! Oraya gittim bak =) Programı incelemek için adres: http://houseofyes.org

DUMBO

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Bir de köprüler var tabii.  İki taklı olan Brooklyn Bridge  tek taklı olan ise Manhattan Bridge. Manhattan Bridge’in altında kalan alana ise Dumbo deniyor. Yani Down Under Manhattan Bridge :) Binaların arasından köprünün görünmesi enteresan.

Processed with VSCO with c3 preset

Bu civardaki tatlış oluşumlarsa şöyle:

Kahve: Brooklyn Roasting Company

roasting-company-brooklyn

Kitapçı: Melville House

melville-house-dumbo

Ve gelelim New York’un en az vakit geçirdiğim ama en ünlü yerlerine….

Midtown

Times Square, Broadway, Rockafeller Center ve gökdelenlerin olduğu Midtown’da ziyarete değer mekanlar şu şekilde:

Filmlerden bildiğimiz ve gerçekten büyülü bir atmosfere sahip Public Library,

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Zaman zaman bahçesinde konserlere ve sinema gösterimlerine de yer veren modern sanat müzesi Museum of Modern Art (MoMA),

moma

Ki bir keresinde MoMa’da konser beklerken içki sırasında -o dönem saçlarımın aralarında yeşil boyalar vardı- yanıma yeşil saçlı bi kız geldi, ikimizin de saçları yeşil, senden bişey isticem dedi. Bana normalde 10 dolar olan şarap için 20 dolar verdi sırada bekleyip kendine ve bana şarap alır mısın dedi. Zaten sıra bekliyordum, şarabım bedavaya geldi. Şarapları alıp kızın yanına gittim. Oturmuş eski yeşil bir daktilo ile birşeyler yapıyor. N’apıyosun dedim. Haiku yazıyorum dedi. Hatta bana da bir Haiku yazdı :) Meğer The Haiku Guys diye bir oluşumları varmış. Düğünlerde etkinliklerde millete Haiku yazıyorlarmış :)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Neyse devam edelim…

New York’un trenle gelenler için giriş kapısı olan tarihi Grand Central ve garın üst galeri katında bulunup garın ikonik büyük bekleme alanı manzarasına sahip Michael Jordan’s Steakhouse. Burada bir de Campbell House vardı eskiden, çok şık, şömineli, Gossip Girl’de de geçen bir kokteylci. En son kapanmıştı. Belki yeniden açarlar. Birkaç öneri daha yazmak gerekirse:

Aşırı iyi et: Quality Meats

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Buraya beni yeme-içme zevkine aşırı güvendiğim, İstanbul’un en iyi restoranlarından La Scarpetta‘nın yaratıcısı Cem götürmüştü. Biraz şık ve hatta ağır bi yer ama o leziz eti yemek için o ‘kostümleri’ giymeye değer :) Başlangıç olarak oyster tavsiye ederim. Etlerin hepsi şahane. Kemikli etler daha bir şahane. Side olarak the quality potato, mutlaka ve mutlaka corn creme brulee. Yanında da güzel bir şarapla oooh değmeyin keyfime! (karanlıkta çekememişi fotoğrafı kusuruma bakmayın)

Müzikal: Minskoff Theatre: The Lion King

lion-king-teather-minksof

Yaşınız kaç olursa olsun The Lion King müzikalini, o muhteşem prodüksiyonu ve dansları, o kalbe dokunan hikayeyi izlemek her daim özel ve heyecan verici. Önceden bilet ayırtmakta fayda var! (fotoğraf çekmek yasak o yüzden size fuayeden bir foto, buyrun)

Ramen: Ippudo Westside (Hell’s Kitchen)

ippudo

Burayı da bana Çiler önermişti. Açık ara ve net bir şekilde hayatımda yediğim en en en iyi rameni burada yedim. Önden pulled pork’lu steamed bun ve Ebi Mayo yemenizi tavsiye ederim. Efsane lezzetli. Ramen olarak ben Classic yemiştim, birazdan Harlem bölümünde tanışacağınız arkadaşım Berk ise menüdeki özel bir ramen’i seçmişti, sanırım siz bitirdikçe noodle ya da broth ekliyorlardı. Aşırı güzel garson kızla yakınlaşması için de tatlı bir bahane olmuştu :)

Çin: Cafe China (Garment District)

Otantik orijinal ve lezzetli

Kahve: The Jolly Goat (Hell’s Kitchen)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

New York’da yaşayan sevgili arkadaşım ve yetenekli illüstrator Sadi Tekin Hell’s Kitchen’da bulunan kahveci Jolly Goat’un bir duvarını boyadı. Bir de burada çizimleri satılıyor. Sahipleri Türk Jolly Goat’un ve oldukça tatlı insanlar…

Central Park

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

New York’ta  Kuzey-Güney yönünde West 55’den W110’uncu caddeye (yani midtown’dan harlem’e) kadar bloklarca devam eden, doğu batı yönünde ise 3 blok genişliğindeki içinde göllerin sahaların yürüyüş parkurlarının ve geniş geniş çayır çimen alanların bulunduğu ünlü park:) Etrafı gökdelenlerle çevrili olduğundan müthiş etkileyici… Sheep Meadow ise buranın en popüler çayırlarından…Whole Foods’tan mamaları alıp Central Park’ta yaymak New York’ta güneşli bir akşamüstü yapılacak en güzel hareketlerden biri!

central-park-picnic

Solomon R. Guggenheim Museum

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Frank Lloyd Wright’ın tüm eserleri bir rampayı çıkarken ya da inerken görmemizi sağlayacak şekilde tasarladığı, mimarlık tarihi kitaplarına konu olmuş benim de yıllarca görmek istediğim binalar listesinde başı çeken Guggenheim müzesi benim için NY’da ziyaret edilmesi gereken ilk 5 yer arasında. Çok çok güzel! Görmeden gelmeyin bozuşuruz!

The Metropolitan Museum of Art

met-shadow-cizenbayan

Buraya giriş sanki 20 dolarmış gibi lanse edilse de aslında donation based yani ne kadar ödemek istiyorsanız o kadar ‘bağış’ yaparak giriyorsunuz. 20 dolar ‘suggested’ yani önerilen bağış. Ama sizin yeteri kadar bütçeniz yoksa 1 dolar vererek de girebilirsiniz. Müze çok büyük. Dünyanın her yerinden eserler var. Bir kerede gezmek imkansız ve gereksiz. Her bir kanada bir yarım gün ayırarak gezebilirsiniz.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Flatiron District, Union Square, Madison Square Park, NoMad

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Flatiron Building 15-30 derecelik bir açıyla birbirini kesen iki yolun şeklini almış ikonik Flatiron binası

230 Fifth Rooftop Lounge Gökdelenlerin arasından gökdelen manzarası ve güneş batarken güzel kokteyller yudumlamak için

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Ace Hotel New York (NoMad) New York’un en hip otel barlarından 

Pete’s Tavern Yine bir Sex And The City landmark’ı olması dışında New York’un en eski pub’ı olmasıyla da ünlü. İçerideki ‘kimler geldi kimler geçti’ tadındaki ünlü fotoğraflarına inanamayacaksınız… 

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Kahve: Petite Shell (Upper East Side) ve Irving Farm (Upper West Side)

Kahvaltı / Brunch: Jacob’s Pickles (Upper West Side)

Burayı The Story Of Seven için yazmıştım. Oradan quote edebilirim sanırım =)

‘Özellikle hafta sonları gittiğinizde en az bir saat bekleme süresi var. Tavsiyem resepsiyondaki görevlilere isminizi yazdırıp numaranızı verip yakınlardan bir yerden kahvenizi alıp Upper West Side sokaklarını arşınlamanız. Yakınlardaki Colombus Avenue Bit Pazarı veya Amerikan Doğa Tarihi Müzesi (müzeyi baştan sona gezmek için yeterli vaktiniz yoksa bile müzenin yemyeşil bahçesi) bu bekleme süresini keyifli hale getirecek alternatifler. Aman telefonunuzu kontrol etmeyi unutmayın, mesaj geldiğinde yeriniz hazır demek, dönüş yoluna geçip müthiş lezzetlerin hayalini kurmaya başlayın!

Benim için bir brunch klasiği olan Bloody Mary (Menüdeki ismi Bloody B.L.T) Jacob’s Pickles’da başlı başına bir öğün gibi servis ediliyor. Sunumuna da bayıldığım leziz Bloody Mary bardağının üzerinde yarım haşlanmış yumurta, kıtır kıtır bir yaprak marul ve çıtır çıtır bir dilim bacon ile!

Ama tabii ki sadece Bloody Mary ile doymuyoruz (Bloody Mary ile doymak!!!) Brunch menüsündeki, mekana ismini de veren turşulardan ortaya karışık söylenmeli mutlaka!

Mekana kalabalık gidip menüden 3-4 farklı yemek söyleyip bölüşmek de Güney mutfağı geleneğini yaşatmak adına harika bir seçenek. Bir Güney klasiği olan ‘Chicken & Pancakes’in Jacob’s Pickles yorumuna bayılacaksınız. The Coop Platter ise isteğinize göre hazırlanmış yumurta ve küp küp kesilmiş patateslerle ‘kahvaltı’ beklentilerinizi karşılayacak!

Bu mekanı bu kadar sevmemin bir diğer sebebi ise işlerinden çok mutlu oldukları belli olan mükemmel servis elemanları! New York’a yolu düşen Jacob’s Pickles’a mutlaka uğramalı!’

Harlem

iloveharlem-nyc

New York’a gittiğimde evine çöreklendiğim sevgili arkadaşım Berk, çocukluğunun büyük bölümünü robotlarla arkadaşlık ederek geçirmiş, 5th Avenue üzerinde bir yufka dükkanı işleten ve su balesine oldukça meraklı bir yakışıklı. Columbia University’de doktorasını tamamlama arifesindeyken Harlem’deki evinde sık sık kaldım. Harlem harika. Hava sıcaklayınca yangın musluğundan sokağa su fışkırtma şeysi gerçek. Gördüm. Ayrıca 2-3 katlı evlerin önüne sandalye çekip teyple müzik dinlemeü, bul karayı al parayı oynama gibi şeylerin de hepsi kesin bilgi. Sokakta herkese ‘hey’ diye diye yürümesi de pek zevkli. Berk sonra China Town’a taşındı. Son gittiğimde kısa kaldım. Zencilerle kurduğum samimiyeti Çinlilerle kuramadım ne yazık ki. Harlem’i özlüyoruz!

Cafe: Flat Top (Morningside Heights)

bk-jani-bushwickflat-top-harlem-new-york

Hamburgeri leziz, dekorasyonu keyifli, bilgisayarla da çalışabileceğiniz güzel bir cafe. Columbia yolunda. Buralar kendine Harlem demeyi çok sevmiyo, Morningside Heights dio.

Munchies: Insomnia Cookies (Morningside Heights)

insomnia-cookies

tatlı krizine girince onlarca çeşit cookie’ye düşmek isterseniz (hem de yanında sütle) adres insomnia cookies (ayrıca evlere servis de var)

Kahve: Double Dutch Espresso ve Lenox Coffee

Double-Dutch-Espresso-harlem

Bu iki cafenin sahipleri aynıymış. Lenox hafif karanlık, ama aşırı samimi, çalışmak için de uygun. Double Dutch daha yeni, laptopla çalışmak için özel alanı da olan yine samimi tatlı bir kafe.

Cafe: Max Caffe

Max Caffe’de de yine pek çok laptop’uyla çalışan insan görebilirsiniz. Çünkü üniversiteye yakın. Buranın özelliği masa sandalyeden çok 3’lü ve tekli koltuklar olması. Burayı Berk çok seviyor. Bence güzel ama içersi biraz yemek kokabiliyor öğlen saatlerinde.

Klasik: Red Rooster

harlem-red-rooster

Harlem’in en ünlü restoranlarından biri. Southern Kitchen ya da Soul Food deniyor ya da siyahi amerika restoranı :) Güney lezzetleri, bolca kızartma ve genel olarak leziz ama sağlıksız yemekler. Bir de burada canlı müzik de oluyor. Akşamları rezervasyon lazım ana öğlen gidip barda oturup yemeklerin tadına bakabilirsiniz.

harlem-manhattan-red-rooster

Kahve/Cafe: Joe (Morningside Heights)

joes-morningside-heights

Burası da Columbia Üniversitesi’nin içinde yüksek tavanlı boydan boya camlı hızlı internetli ve herkesin istisnasız laptop’la çalıştığı üniversite kantini havasında bir cafe.

Geldik böylelikle bir New York rehberinin sonuna…

Gittikçe yeni mekanlar eklemeye devam. Sizin de önerilerinizi bekliyorum

]]>
https://www.cizenbayan.com/new-york/feed/ 0
Yeni başlayanlar için: dünyayı gezme konusunda biraz ilham! https://www.cizenbayan.com/dunyayi-gezmek-icin-ilham-isteyen/ https://www.cizenbayan.com/dunyayi-gezmek-icin-ilham-isteyen/#comments Sun, 19 Feb 2017 13:30:20 +0000 https://www.cizenbayan.com/?p=8970 Okula git. Ailenin sözünden çıkma. Ödevlerini yap. Sınavlara çalış. Üniversiteyi kazan. Aileni mutlu et. Mezun ol. İyi bir işe gir. Ev al. Araba al. Paranı sevmediğin insanları etkilemek için satın aldığın şeylere harca. Biriyle tanış. Evlen. Çocuk yap. Her gün işe git. Çocukların büyüsün. Onları da aynı döngünün içine sok. Yaşlan ve öl.

Kapitalizmin, devletlerin hatta belki de bazen bizi çok seven ailelerimizin bizim iyiliğimizi istedikleri halde bizim neyle mutlu olacağımızdan haberleri dahi olmadığı için bize dayattıkları hayat tarzı bu olsa da; bazılarımız bu oyunu oynamayı reddedip kendi hikayelerimizi yazma cesaretini gösterebiliyoruz. İşe bir sene ara vermekten, kazandığı yüksek puanlı bölümü okumayıp daha ‘basit’ işler yapmaktan kim ölmüş? Ben demiyorum ki şehirde yapılan 9-5 bütün işler kötü! Kariyer yapmak tü kaka! Asla! Sadece buna mecburmuşuz gibi gösterilmesi sıkıntı. Ve bazılarımız kesinlikle bunun için yaratılmamışız!

gezenbayan-cizenbayan-meksika

Malumunuz, üniversitede -ailemin zoruyla değil, kendim isteyerek- mimarlık okudum. Çok da severim mesleğimi. Ama taa o zamanlar başlamıştım kalıpları, kuralları sorgulamaya. Bana ‘şu saatte işe gel, şu kadar saat bilgilsayar başında otur, sonra eve git’ denmesi bünyemde ters etki yarattığından, neredeyse 5 senedir kendi işimi kendi belirlediğim saatlerde kendi istediğim şekilde yaptığım düzenimi kurdum. Ne şanslıyım ki hem cesaret ettim, hem ailem kararlarımı hep destekledi ve hayatta kendi yolunu çizmeyi başarmış insanlardan biri oldum.

Ben ne aileden zenginim ne başkasının parasını yiyorum. Öyle dünya güzeli bir kadın da değilim. Çalışıp didinip inat edip olmaz denilen şeyi olduruyorum. Dışardan ‘tuzu kuru hayat ona güzel’ gibi görünsem de kurum ve kuruluşlardan bağımsız, güvencesiz hayat herkesin bir anda ha deyince yapabileceği bir şey değil. Hatta tahmin ettiğiniz üzere kendileri bu cesareti gösteremeyip sıkıştıkları hayatlarında mutsuz olup başarabilenlere gereksiz bir nefret duyanlar da bol!

İlla düzenli işi gücü bırakmak da şart değil. Sadece bunun imkansız olmadığını, dünyayı görmenin çok zenginlerin tekelinde olmadığını, yapılabildiğini görmek ve göstermek gerek! Ben istiyorum ki gelin kalıpları yıkıp tek başına yola çıkan, tuzu kuru olmadığı halde hayallerini gerçekleştirmenin öyle ya da böyle yolunu bulan, senin benim gibi insanlardan ilham alalım!

cansu-elter-victoria-falls-africa

(Not: Bu arada bana da çok soruluyor, gezmeye blog yazmaya nasıl başladın diye, çoook röportaj cevapladım bu konuyla ilgili çok yerde çıkıp anlattım ama bütün hikayeyi anlattığım bir yazı yazacağım söz, siz de lütfen sorularınızı yöneltin bana ki daha detaylı cevaplandırabileyim)

Şimdi birazdan sizlere tanıtacağım ilham perilerim gibi gidiş o gidiş dünya turuna çıkmadım ben. Ama ben de yakın zamanda evimi kapatıp, eşyalarımı da bir depoya atıp, zaten ayın yarısından çoğunda boş bıraktığım bir yere kira ödemektense, iş seyahatlerim dışında kendim de uçak biletleri alıp, daha çok yolda olma kararı aldım! Ben gezip, fotoğraf çekip, yazıp, paylaşıp beni okuyanlara, takip edenlere ilham vermekten mutlu olurken, bana ilham veren gezgin arkadaşlarımı da sizlere tanıtmak istedim.

Cansu, Kerimcan ve Barkın. Üçü de yollarda. Ve bana şu sıralar öyle ilham veriyorlar ki, onları takip etmeyen bilmeyen kalmasın istedim! Yoldalar, yoldayken bilgisayar açmak, çalışmak ne zordur bazen en iyi ben bilirim. Öyle de tatlılar ki beni kırmadılar ve sorularımı hızla yanıtladılar. Keyifle okumanız, ilham almanız dileğiyle!

Ladies first! Cansu’dan başlayalım!

the-riverdeck-afrika-cansu-elter

Cansu ile Boyner için yaptığımız bir çekimde tanışmıştık. O da benim gibi bir dijital içerik üreticisi aslında. Sonra işini bıraktı, eşyalarını topladı ve bir uçağa atlayıp kendini Afrika kıtasında buldu. Şimdi onu bir gün sörf tahtasının üstünde, bir gün fokların içinde, bir gün tehlikeli bilinen şehirlerin arka mahallelerinde görüyoruz. Gelin hikayesini ondan dinleyelim!

Selam Cansu! Şu an nerdesin?

Selam! Şu an hayatımda kendimi en çok ait hissettiğim ikinci şehirde, Cape Town’dayım. Cape Town Güney Afrika’nın en büyük, dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Buraya Aralık sonunda geldim, aslında planım Nisan sonunda gerçekleşen Africa Burn festivaline kadar kalmaktı ama planlarım galiba -yine- değişiyor :) Ama bir ay süresince gönüllü olarak çalıştığım surf hostelindeyim daha. Seyahatin en ballı dönemi, hem surf, hem yoga, hem meditasyon hem de kahve yapmayı öğreniyorum şu an.

Neden Afrika’dan başladın?

Afrika’yı gezmek en büyük hayalimdi. Planladığım dünya turu için de rotamın en mantıklı başlangıç noktasıydı. Mevsim de yaz olunca çok düşünmeme gerek kalmadı. Şu ana kadar 5 ülke gezdim Afrika’da. Sanırım bir ülke daha ekleyip Asya’ya geçeceğim.

Ne zamandır yoldasın?

Tam 3 buçuk ay oldu yola çıkalı. Bu zamanın tamamını Afrika kıtasında çeşitli ülkelerde geçirdim. Hayatımın en güzel 3 buçuk ayı :)

Kararını kimler destekledi, kimler saçmalama dedi? Ailenin tutumu nasıl oldu?

Kararımı ilk açıkladığımda malesef çok inandırıcı olamadım :) Büyük bir şirkette iyi bir pozisyonda çalışıyordum, az çok iyi bir kariyere sahiptim ve fena para kazanmıyordum. Bu yüzden çevrem genelde o hep yapılan ama asla gerçekleşmeyen planlardan biri sandı. İşi gücü bırakıp eşyaları satmaya başlayınca bir anda işin ciddiyetini kavradılar. En çok iş yerindeki arkadaşlarım destek oldu. Binlerce kalp onlara!

Ama sen de biliyorsun, çevremizde bazen hater’lar oluyor :) Haters gonna hate diyerek yoluma devam ettim ben, yorumlara hiç bakmadan.

Aileme kararımı tam 1 sene önce açıkladım. Kabullenmek için yeterli vakitleri oldu :) Benden bu kadar uzun süre ayrı kalacakları için üzüldüler ama genel anlamda benimle gurur duyuyorlar. Ben de kararlarıma hep destek olan bir ailem olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum.

Nasıl karar verdin? Canına tak eden birşeyler mi oldu? Yoksa her zaman yapmak istediğin birşeydi de ‘şimdi yapmayacağım da ne zaman yapacağım’ mı dedin?

Kısaca boşluk hissi diyelim. Bu hayatın insanı hissetmiyorum kendimi. Sürekli çalışıp kendine zaman ayıramamak, şehirde debelenip durmak, bir şeyler yapabilmek için hafta sonunu beklemek, gülümsemeyi unutmak. E neden yaşıyorum öyleyse sorusunu fazlaca sorunca vücudum bana tepki gösterir hale geldi. Ama dünyaya bir kere geliyoruz. Kalbimi, vücudumu dinlemeyeceğim de ne yapacağım? 30 yaşımda bunu kendime hediye etmeliyim dedim sonra. Hayatımda verdiğim en doğru karar.

wilderness-national-park-cansu-elter-africa

 

İlham kaynağın kim ya da ne?

Cevabım “Into the Wild” değil :) Bilmiyorum bu biraz seksist mi olacak ama benim kahramanlarım genelde kadınlar :) ve toplum standartlarından kendini sıyırarak daha farklı yaşamaya cesaret edebilmiş tüm ünsüz kahramanlar.

Herkesin izlemesini tavsiye ettiğim bir iki film var;

1- WILD

Hayattan umudunu yitirmiş Cheryl, iyice boka sarmış hayatından onu tamamen sıyıracak bir karar veriyor ve tek başına Pacific Crest Trail’de sırt çantasıyla 1000 km’den fazla yol alıyor.

2- TRACK

Yaşadığı kötü anılarla dolu çocukluğunun ardından yaşamını sorgulayan karakterimiz 1700 mil uzunluğundaki Avustralya çölünü 4 deve ve köpeğiyle geçmeye karar veriyor.

3- HOURS

Virginia Woolf karakteri. Film çok popüler zaten anlatmama gerek yok. Sorgulamaktan kendini alamayan yazar Virginia Woolf karakterine hayranlığım büyük.

im-juli-fatih-akin

3- IN JULY

Sevdiği adam uğruna gözü kapalı birçok tehlikeli maceraya atılan Juli. Fatih Akın’ın ilk ve en sevdiğim filmlerinden biri.

4- MASUMİYET & KADER

Güçlü bir karaktere sahip hayat kadını Uğur. Sevdiği adamın peşinden sırf tutkusu yüzünden durmadan yer değiştiriyor. İnanılmaz etkileyici bir dram. Zaman zaman niyeyse aklıma geliyor ve hüzünleniyorum.

Gabriel Garcia Marquez’in 100 yıllık yalnızlık kitabındaki güçlü kadın Ursula.

Dostoyevski’nin Budala kitabı karakteri Prens Mışkin. Herkesin budalalığı ile dalga geçtiği karakter saflığı ve sorguladığı konularla insanları şaşırtıyor ve kendine hayran bırakıyor.

Oğuz Atay’ın düşünüp sorguladığı için tutunamayan karakteri Selim Işık.

Bu dünyadaki bence en değerli yazarlardan biri Adalet Ağaoğlu.

okavango-deltasi-cansu-elter

Yolda tek başına bir kadın olmak nasıl bir duygu?

İnsanlar genelde şaşırıyor ve takdir ediyor. Yanlış anlaşılmasın, yolda binlerce kadın var. Ama uzun süreli seyahate çıkmış, yalnız ve orta doğulu bir kadın çok görülen bir şey değil. Bunu duyduğumda gururum okşanıyor :)

Arada korkuyorum ama çoğunlukla kendime güvenli ve mutluyum. Bazen istemediğiniz durumlarla karşılaşabiliyorsunuz ama inanın İstanbul’da yaşamaktan asla daha zor değil.

Yolda kendinle ilgili neler öğrendin?

Türk yemeklerini yapmayı bilmediğimi öğrendim. Hep biliyorum zannederdim :) Spor yapabildiğimi öğrendim. Korkularımın sınırlarını öğrendim. Kendimi sakinleştirmeyi öğrendim. Ailemin hayatımda zaten büyük önemi vardı, ama sandığımdan daha büyük bir boşluğu doldurduğunu öğrendim. Göbek atmayı bilmediğimi öğrendim, düğünlerde kendimi göbek atıyor zannederdim (herkes Türk olduğumu öğrenince ilk bunu soruyor:) ) Meditasyona çok eğilimli olduğumu öğrendim. Sınırlarımı biraz zorlayınca yapamayacağım hiçbir şey olmadığını öğrendim. Hala öğrenmeye devam ediyorum, kendimle baş başayım. Hayatımda kendime hiç bu kadar zaman ayırmamıştım.

Yolda tek başına bir türk kızı olarak insanlardan nasıl tepkiler alıyorsun?

Tahmin edemiyorlar, genelde İsrail, İspanya, İtalya ya da Güney Amerika’dan olduğumu zannediyorlar. Öğrendiklerinde çok şaşırıyorlar. Sebebi Afrika’ya Türklerin çok seyahat etmemesi. Hani tek başına bir Türk kızı olmayı da geçtim :) Konakladığım çoğu hosteldeki ilk misafir olmuş Türk genelde ben oluyorum.

cansuelter-sorf

Senin gibi gezginlerle tanışıyor musun?

Konaklamak için genelde backpacker hostelleri seçiyorum ki buralarda benim gibi insanlardan bol bir şey bulamazsınız :) Solo seyahat eden 19 yaşında gencecik biri de oluyor, 60 yaşında bir adam da.

Rotanı nasıl belirliyorsun?

Spontane desem :) Gideceğim kıtalar belli, nereye gideceğime oradayken karar veriyorum. Çok planlı olmaktan hoşlanmıyorum çünkü hayatın karşınıza ne çıkaracağı belli olmuyor. İnsanlara soruyorum, fırsatları değerlendiriyorum, sıkıldığımda kaçıp başka yere gidiyorum.

Seyahatlerini nasıl finanse ediyorsun?

En çok sorulan soru :) Bununla ilgili uzun bir yazı yazacağım blogda, ama kısaca yaklaşık 2 sene para biriktirdim.

Şimdi sırada neresi var?

Bilmem hahaha =)

Madagaskar’a gitmek istiyorum aslında ama çok pahalıya mal olacak sanırım. Bu yüzden onun yerine Namibia ya da Mozambik’ten birini seçeceğim.

cansu-elter-prison-island-tortoise

Ne kadar daha bu şekilde yaşamayı düşünüyorsun? Bu geçici bir süreç mi yoksa artık hayat stilin mi?

Bir senelik bir sehayat bu, daha uzun da sürebilir, daha kısa da. Bundan sonraki seyahatlerim sanırım bu kadar uzun olmayacak. Ülkeye döndüğümde kendime bir hostel açmak istiyorum aslında (deli mi ne bu krizde :) ) Beni mutlu eden yerde, beni mutlu edecek işi yapacağım.

Hikayeni instagram’dan paylaşıyorsun? Amacın ilham vermek mi?

Biraz ilham, biraz kendim ve ailem için, biraz da gelecekteki çocuklarıma hava atmak için :) İnsan her gün dünya turuna çıkmıyor.

Başına gelen en ilginç olay neydi?

Hangisinin daha ilginç olduğunu düşünüyorum. Botswana’da hippo saldırdı bir kere mesela. Cape Town’da tren biletim olmadığı için tutuklandım :) Namaqua Ulusal Parkı’nda bir elmas kaçakçısıyla tanıştım. Düşündükçe bir şeyler çıkıyor.

Yolda olmanın en güzel yanı ne?

Özgürlük hissi.

devils-pool-victoria-falls-cansu-elter-afrika

Sence seyahat eden insanların ortak özelliği ne?

Yaşadıkları hayatın farkında olmaları, mutlu olmayı öğreniyor olmaları ve neredeyse hepsini seyahate iten farklı sebeplerinin olması.

Seyahat etmek insana ne katar?

Kendini, insanları, doğayı ve dünyayı tanıma şansı. Dünyanın aslında çok küçük olduğunun ama sonsuz hayatın ve seçeneğin olduğunun farkına varması. Bu küçük kabuğumuzda tıkılıp kalmak zorunda olmadığımız anlamına geliyor. Seyahat insana özgür ve mutlu bir insan olmayı öğrenme yeteneği katıyor.

Yola çıkmak isteyen ama bir türlü cesaret edemeyenler tek bir şey söyleyecek olsaydın?

3 şey söyleyebilir miyim? :)

Tabii ki :)

Yoldan korkmayın. Tek başımayım, kadınım ve hala yaşıyorum.

Plan yapın. Bir günde olmuyor hiçbir şey.

Kimseye aldırmayın. Bu sizin hayat deneyiminiz, sizden başka kimse söz sahibi değil.

Cape Town’dan Sevgiler

capetown-wanderlust-cansu-elter

Helal olsun sana Cansu! Çok mutlu ol! Hostelini aç! İlham vermeye devam et. Cansu’yu ve maceralarını instagram sayfasından takip edebilirsiniz. 

Sırada Kerimcan var!

Kerimcan Akduman! Kaçak Duman :) ahhahah Cansu gibi Kerimcan da dijital içerik konusunda tecrübeli, ajans geçmişli. Wanderlust zehri kanına bir kez karışmış, 9-5 işi varken de icantravel.co blogunu hali hazırda yazıyordu. Daha sonra yetmedi ve işini bırakıp tam zamanlı olarak dünyayı gezmeye başladı.

Processed with VSCO with kk1 preset

Şu an nerdesin?

Şu an Şili Patagonyasındaki Puerto Natales isimli bir kasabadayım. 1-2 gün daha kalıp, dünyanın sonundaki Ushuaia şehrine gideceğim.

Şimdiye kadar kaç ülke gezdin? Hedefin var mı?

Bilmem :) Saymayı bırakalı çok oldu. 40’ı geçmiştir herhalde. Ben kaç ülkeye gittiğimden ziyade kaç anım var veya o ülkede kaç insanla tanıştım ona bakıyorum açıkçası. Gol krallığı hedefim yok.

Dünyayı gezme kararını nasıl aldın?

Uzun bir süreç sonunda aldım. Özel hayatımda büyük bir travma yaşamıştım, iş hayatımda istemediğim bi adama evriliyordum, kısa bir seyahat için Kanada’ya giderken havayolu dergisinin arkasındaki dünya haritasını gördüm ve ne kadar param varsa hepsini harcayıp dünyayı gezme kararını aldım. Birkaç ay sonra ise istifa, hazırlık, veda ve yola çıkış.

Senin ilham kaynağın kim ya da ne?

Zor soru. Ama en başta annem var. Ben memur çocuğuyum. Kendisi çocukluğumdan beri bana kıt bütçeyle gezebilmeyi aşıladı. Öncelikleri öğretti ki bunlar kesinlikle ev, yazlık, araba değil. Sonraysa Barış Manço’dan Coşkun Aral’a, Jules Verne’den Evliya Çelebi’ye geniş bir külliyat sayabilirim.

Processed with VSCO with a9 preset

Kararını kimler destekledi, kimler saçmalama dedi? Ailenin tutumu nasıl oldu?

Ben şanslı bi adamım. 30 yaşında işi bırakıyorum, dünyayı gezeceğim dediğim zaman çevremde kimse “neden” sorusunu sormadı. Arkamdaki en büyük desteklerden biri de bu. Ailem, kız arkadaşım ve dostlarım.

Ne kadar zamandır yoldasın?

15 ay oldu.

Yolda kendinle ilgili neler öğrendin?

Limitlerimi, sabrımı, adaptasyon elastikiyetimi ve kısmen gerçek beni.

Malum hem çalışmıyorsun hem de sürekli yoldasın? Seyahatlerinin finansmanını nasıl sağlıyorsun? Bana en çok sorulan sorulardan biri de eminim herkes merak ediyordur.

3 sene kadar para biriktirdim. Sonra yola çıktım. Birikimlerimi yiyorum :) yolda arada çeşitli yerlere yazılar yazdım. Bunlar da seyahatin anca %20 uzamasına fayda sağladı.

Processed with VSCO with f2 preset

Ajans geçmişinin bu konuda bir faydasını gördün mü?

Ben proje yöneticisiydim. Açıkçası bazen bunu kendi kendime yönettiğim bi proje gibi değerlendirip sorun çözdüğüm oldu. Öte yandan içerik üretirken de faydalarını gördüm elbet. Ancak %15i geçmez bu fayda.

Sektörden gelen biri olarak: Markaların bir gezgine sponsor olması için ne gereklidir?

Bunun sihirli bi formülü yok. Masanın 2 tarafından da geçmiş biri olarak Türkiye’de bu işler oldukça vizyonsuz yapılıyor. Vasatın değer bulduğu bir coğrafyada iş kalitenizden ve bunun nasıl kullanabileceğinden ziyade takipçi rakamları değerlendiriliyor. Açıkçası çok takipçi, toplumun damarlarına basan bir popülist tavır fayda sağlıyor günümüzde :)

Senin gibi seyahat etmek isteyenlere önerilerin neler?

Yol en güvenli liman. Korkmayıp yola çıksınlar. Para bi şekilde kazanılıyor yolda.

DCIM112GOPRO Processed with VSCOcam with kk1 preset

Daha ne kadar yolda olmayı planlıyorsun?

Artık yoruldum, param da bitiyor. Bu nedenle yavaştan 360’ın sonuna geliyorum.

En etkilendiğin yer neresi?

Zor soru. Çok var ama ilk 5 listesi yapacak olursam:

1-Amazonlar

2-Patagonya

3-Japonya

4-Güney Afrika

5- Peru

Processed with VSCO with acg preset

Tek başına değil de biriyle gezmek ister miydin?

Tek başına gezmek ibadet gibi bir şey. İnsanın kendiyle olan yolculuğu bambaşka. O yüzden bu turu böyle yaptığım için mutluyum.

Bir sonraki destinasyonunu nasıl belirliyorsun?

Bilmem, o kendini belirliyor biraz.

Evi özlüyor musun?

Elbette. Ama benim ev kavramım binadan ibaret değil. Sevdiklerim yanımda olsun ev orası zaten.

Sence seyahat eden insanların ortak özelliği ne?

Bir kırılma noktası var hayatta. Onu yaşamış olmaları. Derdi olmayan adam yola çıkmaz çünkü. Bi çizik, kırık, yarık, yara veya delik var hepimizde. Onu onarmak için yoldayız.

Processed with VSCO with acg preset

Seyahat etmek insana ne katar?

Özgüven, mutluluk, vizyon, cesaret ve daha bir sürü şey.

Yola çıkmak isteyen ama bir türlü cesaret edemeyenler tek bir şey söyleyecek olsaydın?

Keşke yapsaydım diye geçmişe pişmanlıkla bakacağınıza iyi ki yapmışım deyin.

Kerimcan’ı takip etmek, okumak her zaman ilham! İyi ki varsın Kerocan :)

Sırada Barkıncık var

Barkın benim küçük kardeşim sayılır. Onu tanıdığımda 2o yaşında 2o ülke hedefi vardı! Hedefini gerçekleştirdi! Benim küçük sosyal kelebeğim, ben nereye gitsem orada tanıdığı instagrammer’lara mesaj atar, ablam geldi onu gezdirin der! Geçtiğimiz sene yaptığı işi online yapabileceği için okuluna ara vererek bavulunu aldı NY’a yerleşi, çalışıp okulda öğrenebileceğinden çok daha fazlasını öğrendi. Şimdiyse Güney Amerika’da o şehir senin bu şehir benim geziyor. Maceralarını instagram hesabından takip edebilirsiniz: instagram.com/barkinozdemir

barkin-ozdemir-kolombiya

Ne okuyorsun / okuyordun?

Özyeğin Üniversitesi’nde tam burslu işletme öğrencisiyim faka. 2. sınıfı bitirdikten sonra radikal bi kararla özellikle Kanada ve Avustralyalı üniversiteli gençlerin yaptığı “gap year”ı ben de yapmaya karar verdim. Aslında tam olarak okulu da dondurmadım. Halen öğrenci gözüküyorum ve online olarak 2 ders alıyorum. 

Okulu dondurup New York’a gitme kararını nasıl aldın?

Okula başladığımdan beri aynı zamanda çalışıyordum ve kazandığım parayı sadece seyahatlerime harcıyordum. Küçük bütçelerle pek çok yere seyahat etme şansım oldu fakat son zamanlarımda dilini bildiğim bi ülkede bi süre yaşamak bucket listemde en üst sıraya oturmuştu. Son bir senedir de çok uluslu bir firmanın digital marketing stratejilerini yönetiyorum ve online çalışma imkanım oldu. Zaten gezerken çalışabiliyordum; neden evimi, ofisimi istediğim yere taşıma şansımı kullanmayayım dedim ve hikaye de burda başladı.

İstanbul’da büyük bi arkadaş çevrem var, şehri avucumun içi gibi bilirim. Her cafede, barda veya restoranda bir arkadaşıma rastlarım… Fakat ilgimi daha çok çeken bir şey vardı: yeni bir ülkeye taşınıp, her şeye sıfırdan başlamak istedim. O arkadaşlıklara yeniden başlamak, yeniden bir düzen kurmak, sıfırdan yeni ortamlara girmek, kısacası comfort zone’nunun dışında yepyeni bir Barkın’ı keşfetmek istedim ve New York’a taşındım!

Hayatımda aldığım en iyi kararlardan biriydi. İyi tarafları da oldu kötü tarafları da. Aç kaldığım zamanlardan tut, paramın bittiği zamanlara kadar pek çok şey sayabilirim ama annemler bu röportajı okuyacağı için çok detay vermiyim hehe=) Ama sanırım yaptığım en iyi şey, bozuk paraları tek tek biriktirmem olmuştu, ayın sonunda beni kurtaran onlardı hehe=)

Kararını kimler destekledi, kimler saçmalama dedi? Ailenin tutumu nasıl oldu? 

Evin tek çocuğum. Bu kararı aldığımda anneme söylemeye cesaretim olmadı ilk başta. Babamaysa nasıl söyleceğim konusunda uzun süre düşündüm. Fikrimi ilk paylaşma deneyimimdeyse tahmin ettiğim üzere ‘saçmalama!’ diye konu sert bir şekilde kapandı.

Ama babamın bilmediği bir şey vardı: ben değişmiştim. Son 2,5 senedir yoldayım. Yüzlerce insanla tanıştım, hiç tanımadığım insanların evinde kaldım, kaç kere kaybolduğumu sayamam. Bankta kaldığım zamanlar bile oldu. Kısaca artık eski Barkın yoktu karşısında. Taşınma fikrini kaç kere tekrardan açtım ve  konuyu kaç kere kapattırmaya çalıştığını hatırlamıyorum. Ama en son konuşmamızda, asker bir babaya, ‘KORKAK OLMA , ilerde bu kararımda beni desteklemediğin için her gün senin yüzünden pişmanlık duyucağım’ diye sesimi yükselttiğimi hatırlıyorum. ‘En kötü başıma kötü bişey gelse, İstanbul’a bi uçak bileti alıp geri dönerim, Barkın yapamadı, geri döndü etiketini yiyeceğim o kadar’ demiştim.

‘Seyahatimde, cüzdanımı kaybettiğim oldu. Uçak kaçırdım, parasız kaldım, evsiz kaldım. Baba zaten başıma kötü şeyler gelmiş, iyiki de gelmiş ki bak artık bunlarla nasıl başa çıkabilliğimi biliyorum’ demiştim. Sanırım o gün ikna oldu. Şimdi Kolombiya’dayım ve bana her gün iyi misin diye mesaj atıyorlar. Evet, halen endişeleniyorlar. Dün Kolombiya’nın tehlikeli mahallerinden birinden selfie çekip attım. 

kolombiya-barkin-ozdemir

Ne zamandır yollardasın?

Özellikle Eylül 2014’den bu yana her ay en az bir kere yurtdışına çıkmışımdır. Eylül 2016’dan bu yana da Amerika’ya yerleşmemden beri göçebe hayatıma başladım diyebilirim. Yani yaklaşık 7 aydır aralıksız yollardayım.

Şu an nerdesin? (ne zaman geldin, daha ne kadar kalacaksın?)

Kolombiya’nın Medellin şehrindeyim bugün. Dünya salsa başkenti Cali’de de iki gün kalıp doğru Ekvador’a!

Kaç ülke gezdin?

Şimdi saydım, 35 olmuş! Valla ben bile şaşırdım! Zamanında 20 yaşında 20 ülke hedefim vardı, şimdi 21’im 35 ülke gezmişim vay be.

Seyahat etmeye ne zaman başladın?

İlk kez babamın görevi nedeniyle Kıbrıs’a taşındığımızda diyebilirim. 4 yıllık harika bi serüvendi. Bir çocuğun büyüyebileceği dünyadaki en güzel topraklardan biri.

İlk kez nereye gittin tek başına? 

Lise 3. sınıfın yarı tatilde Frankfurt’a gitmiştim 10 günlüğüne. Dürüst olmak gerekirse sıkıcı bir destinasyon da olsa, benim için yeri her zaman ayrıdır. Çünkü bir kere bu duyguyu tattıktan sonra geri dönüş yok :) 

barkin-ozdemir-arizona

Seyahatlerini nasıl finanse ediyorsun?

Devletin üniversite okuyan her öğrenciye verdiği bir kredi var. Aylık 400 lira veriyorlar. Üniversitenin ilk senesinde o paraya 9 ay hiç dokunmayıp bir birikim elde ettim ve 9 ayın sonunda ilk Avrupa turumu bu sayede gerçekleştirdim. Daha sonra da hem kredileri biriktirmeye devam ettim hem de okulda çalıştım.

Yolda olmanın kutsal olduğuna inanıyorum. Zor görünse de eğer tüm kalbinle inanıyorsan bir şekilde hallediyorsun. Çok sıkıştığım zamanlarda hep bir yerlerden bir şekilde bir yardım geldi. Seyahat ederken tanıştığım arkadaşlarımın anneleri  sağolsun, beni baya doyurdular. Yeri geldi Meksika seyahatim için anneannemden borç aldım. Kalacak ve yemek harcamalarımı da minumuma indiriyorum. Ya arkadaşlarımda kalmaya çalışıyorum ya da uygun hostellerde kalıyorum. Bazen hostellerin mutfağında yemek yaptığım bile oluyor. Bazı şeylerden fedakarlık edeceksin ki, bazı şeylere ulaşasın.

Yolda kendinle ilgili neler öğrendin?

Sosyal bir tipim. Arkadaş çevrem geniştir. Hep arkadaşlarımlayımdır ama seyahat sayesinde yalnız kalmayı, kendimle vakit geçirmeyi ne kadar sevdiğimi farkettim.

Hayatımla ilgili aldığım önemli kararları hep seyahatlerim sırasında aldığımı farkettim. Doğaya karşı ilgimi farkettim. Daha muzur, kirli bi bi çocuk olduğumu, ellerimin, kollarımın kirlenmesinden rahatsızlık duymamayı öğrendim. Doğada yürüyüş yaparken, kafamdaki sorulara cevap bulabildiğimi farkettim. Duyguları yoğun yaşayan biriymişim meğer ve tahmin ettiğimden daha cesurmuşum. Halen bazı yerlere hangi cesaretle gittiğime inanamıyorum. Babam genelde bana ödlek derdi, seyahatlerimden sonra artık ben ona ödlek diyorum. Ve son olarak ki benim için en önemli olanı, seyahat bana hayallerimi nasıl gerçekleştirebilebileceğimi öğretti! Neyi, nasıl daha iyi yapacağımı.

Seni en çok etkileyen yer neresi? 

1- Cape Town, Güney Afrika

2- Antilop Kanyonu, Arizona

3- Great Ocean Road, Avusturalya

barkin-ozdemir-dubai

Ne için seyahat ediyorsun? 

Kendim için, kendimi keşfetmek ve farklı şeyleri tecrübe etmek için. İlginç bir dünyada yaşıyoruz. Fikirlerimiz, yaşantımız, hobilerimiz aslında bazı dayatlamar sonucu şekillenmiş. Bizi biz yapan şeyler aslında biz değiliz. Ansiklopelerden internetten okuduklarımı gerçek hayatta denemeye çalışıyor, ne neymiş öğrenmeye çalışıyorum. İnsanın her zaman hayallerini süsleyen o yerleri gerçekte görmek, hissetmek tuhaf bir duygu… İlk gördüğümde derin bir nefes alıyorum, yüzümde küçük bir gülümseme ve içimden “evet, işte Barkın burdasın…” Kelimelerle ifade edemeyeceğim bir an daha. Umarım herkes böyle anlara pek çok kere tanık olur.

Şimdi önündeki rota nedir? 

Şimdi 6 aylık bi Güney Amerika turuna çıktım. İlk durağım Kolombiya’nın Karayiplere bakan şehri Cartagena oldu. Yavaştan da Kolombiya’nın güneyine doğru ilerliyorum. Oradan da, çocukluk hayalimi gerçekleştirmek için Machu Pichu’nun olduğu kasabaya; Cusco’ya bi liderlik projesi için taşınıyorum. Ordan Bolivya’ya gidip ve sonrasında da Şili’nin en renkli şehri Valparaiso’da 1,5 aylığına staj yapıcağım. Stajım bittikten sonra Arjantin’in uç kıyılarını geçip Antartika’ya geçme “hayalim var”. Eğer bu hayalimi gerçekleştirirsem de bütün kıtalara ayak basmış en genç Türk ünvanını alacağım. Bakalım yapabilecek miyim.

Sence seyahat eden insanların ortak özelliği ne? 

Empati, saygı ve paylaşma duygusu. Gezmeyenler, farklı ülkeleri, farklı kültürleri malesef ki hep kulaktan dolma hikayelerle öğreniyorlar. Dünyanın onca farklı yerinden daha önce hiç tanımadığım insanla, yemeği, odamı, gülümsememi paylaştım. Gezmeden, tecrübe etmeden “bilemezsin”

Yola çıkmak isteyen ama bir türlü cesaret edemeyenlere tek bir şey söyleyecek olsaydın?

Biliyorum anne ve babamlarımız bizden çok farklı kafadalar. Daha az risk almaya, daha temkinli davranmaya çalışıyor, o güvenli merkezilerinden asla çıkmamaya çalışıyorlar. Ne yap ne et, kafana koy ve yola çık! Bunun için okula ara versen bile ne değişecek ki? Bi sene geç mezun olsan ne olacak? 

Okuldan sonra yaparsın, gezersin lafına asla inanma, en büyük yalan o. Öğrenciyken hazır gerçek işin başlamamışken bu deneyimleri sonuna kadar tecrübe etmeye çalış. Ön yargılarını bi kenara bırak. Bir süre kimliksiz dolaş, kirlen, hisset ve en önemlisi tecrübe ederek öğren! Bir bira daha az iç, o pahalı restorana gitme, biraz daha dişini sık, listene bi ülke daha ekle.

barkin-ozdemir-digital-nomad

Canım Barkın’ım:) İşte bu benim minik kardeşim. Tıpkı Barkın gibi ben de KYK’den aldığım bursu biriktirerek, ispanyolca almaca çevirilerden kazandığım paralarla, Erasmus’ta tanıştığım arkadaşlarımın kanepelerinde kalarak seyahat etmeye başladım. Ben de 3 sene önce o sımsıcak Güney Amerika topraklarında gezdim 5 ay. Bazen korktum, bazen yalnız kaldım, çok güldüm, çok eğlendim, ama hem kendimi hem hayatı hem insanları tanıdım. Kendimi gerçekleştirdiğimi en hissettiğim anlar hep seyahatlerim sırasında oldu. Ne de iyi yaptım! 2 giysi az al ama dünyayı gör! Ne güzel motto! Şimdi var mı bahaneniz gezmemek için?

‘Dünya bir kitap, ve seyahat etmeyenler bu kitabın yalnızca bir sayfasını okuyor’

İlhamlarınız bol olsun!

Not: Ben de kendimle ilgili nasıl seyahat etmeye başladığımla, seyahatlerimi nasıl finanse ettiğimle ilgili ayrıca bir yazı yazacağım. Lütfen merak ettiğiniz soruları gönderin bana!

machu-picchu-cizenbayan

]]>
https://www.cizenbayan.com/dunyayi-gezmek-icin-ilham-isteyen/feed/ 3