Çizen Bayan

123 / YÜZ YİRMİ ÜÇ

festival  ·  istanbul  ·  müzik  ·  playlist  ·  röportaj
123 / yüz yirmi üç

İlk kez İTÜ Taşkışla Şenliği’nde izlediğim 123 methini çok duyduğum ama hiç canlı dinlemediğim bir gruptu. Güzel bir kız, çalarken transa geçen bir davulcu, bir bas gitar (ki bazen akustik gitar da çalabiliyor) ve bir de rhodes ile sahnedeler. Sakin sakin şarkılar da var kendilerinden geçerek çaldıkları da. Sadece kendi değil sesi de güzelmiş kızın oluyor ilk yorumum. Bonobo, Wax Poetic ve Cinematic Orchestra’yı andırıyor bana yaptıkları müzik. Sonradan öğreniyorum zaten İlhan Erşahin’in yeğeniymiş güzel kızımız. Sahne önünü dolduran kalabalıktan çok sevilip takip edildiklerini anlamak güç değil. Genelde yaz, mutluluk temalı şarkılar çalıyorlar, bir iki tanesini duymuştum da sanırım, herkes eşlik ediyor.

Konser devam ederken çiğköfte geliyor sahneye. Ne yapacağını şaşıran vokal Dilara seyirciye ikram ediyor çiğköfteyi. Çok doğal tavırları, çok içten. Sonra sizin için bir sürprizimiz var diyerek çok bildiğim bir şeyler çalmaya başlıyorlar. A a! Thom Yorke’un Eraser’ı bu! Öyle güzel çalıyorlar ki hayran kalıyorum. ”Thom Yorke çaldınız ya, canımsınız bundan sonra’ diye tweet atmayı da ihmal etmiyorum. Kendi şarkıları, enerjileri, çevremden duyduğum, övdükleri kadar varmış 123.

123itu

Akşam eve dönüp külliyatına gömüyorum kendimi. Brezilya’da çekilmiş klipler, kitap albümler, senfoni orkestrasıyla verilmiş konserler var. Hayran olmamak elde değil. Tak bir albümü, öyle çalıp gitsin, en huzurlu anların, rüyaların soundtrack’i olsun. Öyle dalıyorum uykuya. Sabah uyandığımda inbox’ımda konusu 123 olan bir mail görüyorum!

“Thom Yorke tweet’inden girdik, blog’undan çıktık” diyor 123’ün davulcusu Berke. Yaptığı işleri beğendiğim biri tarafından yaptığım işlerin beğenilmesi menşeyli bir mutluluk kaplıyor içimi. Tanışalım o zaman diyoruz. Sohbet edelim. Hem belki cizenbayan.com okurları da kulak misafiri olmak ister konuştuklarımıza.

Bir cuma öğlen Bebek kahvesinde buluşuyoruz bu sohbet için. (Biraz tembelliğim ve biraz da seyahatlerimden 2 ay sonra toparlayabiliyorum fotoğraflarını Yağız‘ın, Babylon Soundgarden‘da analog makinasıyla çektiği röportajı o ayrı). Hemen camiinin dibindeki kahvede az sonra başlayacak cuma vaazı ve ardından ezanı hesaba katmamışız ama. Bırakın ses kaydını birbirimizi bile duymamız mümkün olmadığından bekliyoruz çaresiz. Sadece sahnede izlediğim, yüzyüze henüz tanıştığım bu insanları gözlemleme fırsatı buluyorum biraz. Berke bana hediye etmek için getirdiği CD’leri arabada unutmuş, onları almaya gidiyor. Dilara kuruyemiş çıkartıyor çantasından herkese ikram ediyor. Feryin bir çay söylerken Burak sigarasını yakıyor. Berke elinde 2 kitap bir CD ile gelip, Cuma namazı da bitince ses kayıt tuşuna basıp aklıma en çok takılan soruyla başlatıyorum röportajı:

123elifnames

Size muhtemelen çok sık gelen bir soruyla başlayalım. Yüz yirmi üç mü yoksa bir iki üç mü? İkisi de değil mi?

Feryin: İkisi de doğru değil. Bir kere de böyle cevap verelim. (gülüyorlar)
Berke: İkisi de doğru ama biz yüz yirmi üç diyoruz.
Dilara: Aslında yüz yirmi üç, çünkü BPM’le başladı. Metronom.
Burak: Kendi içimizde taktığımız bir isimdi çünkü ilk başta çaldığımız bütün şarkılar bu tempodaydı.
Feryin: Stereo Love albümünün bütün şarkıları 123 BPM’de. İsim de buradan geliyor.

Ben de öyle biliyordum ama sonradan kafam karıştı. Facebook bio’nuzda ingilizce one-two-three olarak yazmışsınız çünkü grubun ismini.

Berke: Yabancı dillerde daha zor oluyor yüz yirmi üç demek. Bir tek Türkçe’de böyle kısa. One hundred and twenty three falan zor oluyor. Dolayısıyla oralarda insanlar öyle söylemeyi tercih edince biz de hiç uzatmadık. Kolay olsun dedik.
Dilara: Bir yandan da güzel bir şey. Her dilde başka bir okunuşu var.
Berke: Bir de grubun adı o sembol olmuş oluyor. Rakamların kendisi.

Çok orijinal bir fikir! Her dilde farklı okunan bir sembol.

Berke: Baştan düşünülmüş bir şey değil. Hatta İnternet adreslerimizi bir araya toplamaya çalışırken epey zorlandık ve sıkıldık bile bu isimden. Sadece rakamlarla facebook, twitter kullanıcı adı, web sitesi almak mümküm değil. Örneğin web sitemiz 123theband. Twitter 123band, Myspace 123fromistanbul, facebook 123theband. Biraz karışık. Ama yine de 123 diye aratınca google’da ilk 3’de durmayı beceriyoruz Türkçe ve İngilizce’de. Fransızca’da da ilk sayfadayız:)

Nasıl bir araya geldi 123?

Berke: Biz; Burak, Feryin ben başka bir grupta çalıyorduk beraber. Çok farklı tarzda bir müzik yapıyorduk.
Burak: Bir oyun oynamaya başladık aslında biz.
Berke: Konsept bir şey olarak aynı tempoda hiç durmadan bir şeyler çalalım diye başladık. Bir yan proje gibi düşünebilirsiniz. İlk zamanlarda gerçekten tanesi 20’şer dakikadan 6 şarkıyı 2 saatte çaldığımızı hatırlıyorum hem de durmadan. Daha lounge, jazzy bir tarzdı.
Feryin: Elektronik alt yapılı.
Berke: Tam dans değil ama kıpırtılı bir şeylerdi. Konsept gibi. Sonra biz onu iyice adam edemeden duramadık. Öylece bırakabilirdik ama şarkılar, albümler hikayeler şeklinde başka yerlere gitti. 123’ü üç kişi kurduk kurmasına ama sonra ben okulda Dilara’yı tanıdım. Grubun müziğini vokalli bi yere götürmeyi hep düşünüyoduk ama hiçbirimiz gerçekten vokalist olmadığımız için bu bir hayal olarak bir köşede duruyordu. Derken Dilara’yla bir şarkı yapalım dedik. Tek bir şarkı. Lara albümünün son şarkısı olan “I don’t know you girl” aslen 123 ve Dilara’yı buluşturan şarkıdır. Bir şarkı, iki oldu, sonra beş, sonra otuz. İlk albümümüz Aksel’i yayınlamadan önce tanımıştık artık Dilara’yı ama ilk albümü üç kişi olarak kaydedip bitirmiştik o zaman.
album3album2album1

Baya başka yerlere gitmiş gibi görünüyor. Albüm değil kitap tutuyorum elimde iki tane. Bir hikaye anlatmak için mi albüm yapıyorsunuz yoksa albüm bittikten sonra üzerinde çalıştığınız artwork’ün abartılmış hali gibi bir şey mi bu kitaplar?

Dilara: Bir hikaye anlatıyor bu albüm kitaplar.
Feryin: Berke aslında bizim yaptığımız müzikten bağımsız olarak bu hikayeyi yazıyordu. Yaptığımız müziğin hikayeye yakışacağını düşündü ve bu fikir onun aklına geldi. Ben bu hikayeyi müzikle anlatmak istiyorum diyerek bize anlattı. Burak’la bana hikayenin kısa bölümlerini veriyordu. Beraber oturup o hikayeler için şarkılar yazmışlığımız var.

Kitapların / albümlerin birbirinin devamı olma gibi bir durumu da var sanırım?

Feryin: Total bir hikaye var. Biz bildiğimiz için çok iyi anlıyoruz. Dışardan bir gözle bakınca fazla dikkat vermek lazım. İlk iki albümde bu hikaye çok açık olmasa da serinin bittiği 3. kitap bunun açık açık anlatılacağı bir şey olacak.
Dilara: Önce Aksel, sonra Stereo Love sonra da Arve. Arada Lara‘yı çıkardık. Sonra da bu üçlemenin son kitabı Anja gelecek. Aradakiler hikayeden bağımsız.
Berke: Kitaplı olanlar birbiriyle ilintili.

Ne demek Aksel, Arve ve Anja?

Berke: Aksel, Arve ve Anja üç farklı karakter. Aksel bir çocuk, Anja da bir kız. Ketil Björnstad diye Norveçli bir piyanist var, aynı zamanda romancı. Onun bir kitabından esinlenilmiş iki isim. Aksel’le Anja isimleri oradan gelince aradaki albüm da yine A ile başlasın diye düşündüm. O da Arve oluverdi. Arve de yine bizim çok sevdiğimiz Norveçli bir trompetçi. Bu albümde de bizat çaldı hatta bir şarkıda. İsim yanıbaşımızda duruyormuş yani.
Dilara: Bu isimler hikayenin karakterleri. Aksel’de onun hikayesi anlatılıyor. Arve daha çok Arve’yi anlatıyor. Anja da Anja üzerine olacak dolayısıyla ama biraz da bütün hikayeyi toparlayan bir albüm olmuş olacak.
   

Kitap albüm bir bütün, bir hikaye anlatıyor. Şarkılara klip çektiğinizde yine bu hikayeyi destekleyici klipler mi oluyor bunlar?

Dilara: Evet genelde öyle oldu. Arve’den Grass‘a çektik klip. Hikayeyi destekleyici şekildeydi. Bir çocuk oynuyor klipte. Arve rolünde denebilir.
Feryin: Kitapta kendimiz de varız diye ikinci klipte biz de varız. Laughter Arve’ye giderkenki bir yeri anlatan bir şarkı olduğu için klibinde de ormanda gezip birbirimizin fotoğraflarını falan çekiyoruz.

Brezilya’da şahane bir klip var. Berke çekmiş sanırım. Klipte de Dilara oynuyor. Herşeyi böyle kendiniz mi yapıyorsunuz? Tam kafanızdakini yapmak daha özgür olmak için mi bu böyle?

Dilara: Bütün klipleri biz çekmiyoruz. Sadece Brezilya’daki klibi (Sun In The Arms Of Love) Berke çekti. Ondan öncekilerde başka bir yönetmenle çalıştık. Ama şöyle bir durum var yönetmenler de tanıdık, arkadaşlar oluyor. Biz anlatıyoruz, onlar da o hikayeden kendileri bir şey düşünüyor. Yine bir iş birliği olmuş oluyor yani.

Albümleri kitapla beraber çıkarmanızın, bir hikaye anlatmanızın esas sebebi ne?

Berke: Biz kendimiz böyle seviyoruz. Söz konusu sadece şarkı olunca internetten de indirebilirsiniz zaten. Daha collectable bir şey yapmak istedik. Böyle şeyleri seviyoruz. Bir grup böyle şeyler yapınca biz de heyecanlanıyoruz.

Kitaplı albüm çıkarma konusunda ilham aldığınız gruplar var mı? Sizi etkileyen örnekler?

Dilara: Sigur Ros yaptı bunun gibi bir şey. Cep kitabı gibi bir formatı vardı.
Feryin: Riceboy Sleeps!
Berke: Bu ebatta asıl Rune Grammofon diye Norveçli bir plak şirketinin toplaması vardı. İçinde 20 şarkı olan bir albüm. O acayip güzel bir şeydi tasarım olarak. O bize çok ilham verdi. Onlar hikaye anlatan şeyler değil. Bizimki bu noktada ayrılıyor.

Sitenizde grubun orijini için İstanbul/Stockholm yazıyor. O niye?

Dilara: Ben Stockholm’de doğdum. İsveçli bir tarafım var, ailemin bir kısmı orada. Yalan yok yani :)

Orada konserler de oluyor mu? Bir ayağı Stockholm’de olan bir grup musunuz?

Dilara: Aslında hiç konser vermedik. Arve’de vokalleri orada kaydettik. İsveç’in kuzeyinin müziğimize de etkisi büyük.
Feryin: Lara albümünün miksajı için de Norveç’e gittik.

Norveç’le var mı bir bağınız?

Berke: Gönül bağımız var :) (gülüyoruz)
Dilara: Tamamen sevgiden:)

Oranın müziğinden etkilenme, coğrafyasından, ışığından etkilenme gibi bir durum söz konusu o zaman?

Berke: Kesinlikle. Oranın müziğini buranın müziğinden daha çok takip ediyoruz mesela. Burada nasılsa çok bir şey olmuyor diye.

123cici123soundgarden

Nasıl yapıyorsunuz albümü? Her grubun kendince bir yöntemi var. Sizde süreç nasıl işliyor? Ritüelleriniz var mı?

Feryin: Çok keyifli oluyor.
Burak: Kampa gidiyormuş gibi oluyor bizde. Lara için Bodrum’a gittik. Orda çok güzel bir taş ev vardı. Sessiz sakin bir yer.
Feryin: Şarkıların taslakları önceden hazır oluyor tabii. Herkesin elinde, bilgisayarında bir ön çalışma oluyor. Az çok ne kaydedeceğimizi bilerek gidiyoruz. Orada kaydın güzel bir hali yapılıyor.
Burak: Sadece albüm için gitmiş oluyoruz ve konsatre oluyoruz.
Feryin: Albüm için bir de yemek yemek için.
Dilara: Mangallar falan yapılıyor :)
Burak: Baya keyifliydi aslında.

Sözleri kim yazıyor? İngilizce, Türkçe ve sözsüz şarkılarınız var sanırım?

Dilara: İlk albüm Aksel’de sadece 4 tane sözlü parça var. 2’si Türkçe, 2’si İngilizce.
Burak: O daha enstrümental, daha sinematik bir albüm.
Berke: O albümdeki sözleri ben yazdım. Arve’deki sözleri ben yazdım, Dilara ile beraber vokal yaptık. Lara’daki sözlerin hepsini Dilara yazdı. Stereo Love’dakileri de öyle.

İsmi o yüzden mi Lara o albümün?

Dilara: Ben biraz çekiniyorum. Yanlış anlayanlar oluyor. Kız da girdi gruba sanki kendi grubuymuş gibi diye lanse ediliyor, üzülüyorum.
Berke: A, kim bu kız yeni mi çıktı falan da diyorlar.
lara
A! Lara 123 diye albüm çıkarmış:)
Dilara: Şaka değil ama oldu bu. Bir siteye girdim, orada Lara’nın 123 albümü çıktı gibi bir şeyler yazıyordu.
Berke: Albüm kapağına bakınca o yanılgıya düşmek normal.
Dilara: Asıl sebebi şu: ilk defa dördümüz gerçekten başından sonuna kadar beraber yaptık bu albümü. Bundan sonra da öyle olacak
Berke: Bir yandan bu albümün Lara diye bir sanatçı olarak algılanması komik bir şey diye düşünüyorum ben. Biz 123 olarak 3 tane albüm yapmış bir grubuz, 4. albümümüz bu. Nasılsa insanlar biliyorlar artık 123’ü gibi bir hissiyatımız vardı. Bu son albümle 123’ü yeni tanıyan bir sürü insan oldu.
Burak: Ama bak nereden nereye. İlk albümle bu albüm baya farklı birbirinden. Her seferinde yeni şeyler yapmayı seviyoruz.

Çok güzel bir şey bence bu. Bir müzik grubunun gelişimine tanık olmak. Onlarla beraber bir zevk geliştirmek.

Feryin: Diğer albümde bunu yaptık, şimdi başka bir şey yapalım diye oturmuyoruz başına. Tamamen içimizden geliyor ve onu yapıyoruz.
Burak: Dilara bir keresinde bir hafta içinde 6 tane şarkı gönderdi bize. Şoke olduk.
Berke: Evet, geçen yazdı. Bu yaz da öyle olacak bence. Yaz geldi çünkü!
Bu yaz da bir albüm yapmayı planlıyor musunuz?
 
Dilara: Aslında planlamıyoruz. Her albümden sonra biraz zaman veriyoruz kendimize ama belki arada başka bir şeyler çıkar.
Burak: Projeler olacak. Belki bir brass quartet ya da brass section. Biraz daha büyük bir grup halinde konserler vermeyi düşünüyoruz, onun dışında senfoni orkestrası konserleri oluyor.

Evet! Youtube’da bulup izledim birkaç şarkıyı. Senfoni orkestrasıyla birlikte çalmak harika bir deneyim olsa gerek. Nasıl oldu? 

Dilara: Hepimizin istediği bir şeydi aslında senfoni orkestrasıyla çalmak, kim istemez ki! Babamın orkestra şefi olmasının bu hayalimizi gerçekleştirmemize büyük katkısı oldu.

Devamı gelecek mi bu projenin? Konser olarak izleyebilecek miyiz İstanbul’da da?

Dilara: Evet istiyoruz. Biraz zor bir proje. Orkestra çok kalabalık. Programlarını çok önceden yapıyorlar. Onun dışında her parçaya orkestrasyon yapılması gerekiyor. İki kere yaptık şimdiye kadar, ilki Eskişehir’de ikincisi İzmir’de. Önümüzdeki sene yeni albümle beraber yeni aranjmanlarla birkaç yerde konserler vermek ve mümkün olursa bir DVD hazırlamak istiyoruz.
dilara

Off, harika olur işte o! Peki sen ne zamandan beri müzikle iç içesin Dilara? Müzikle ilgili bir aileden geldiğini söylüyorsun. Sadece baban müzisyen değil bildiğim kadarıyla İlhan Erşahin de akraban. Nasıl etkiliyor müzikle ilişkini bu aile durumu?

Dilara: Evet, İlhan Erşahin dayım. Ama sadece babam ve dayım müzisyen değil ailede. Babanem ve dedem operacıydı. Amcam besteci. Dayım saksafon çalıyor. Annem hamileyken Eric Satie dinletiyorlarmış bana. Ailede çok müzisyen olduğu için sanırım biraz doğal olarak müziğin içinde buldum kendimi.

Müzik okudum ben. Üniversitede psikoloji veya sosyoloji okumak istiyordum. Son anda yetenek sınavları oluyormuş, e hadi gireyim bari falan derken zaten iç içe olduğum müziğin akademik olarak okuma kısmın da yaptım denebilir.

Sizde durum ne?

Feryin: Ben işletme okudum 10 sene. Mezun oldum :) Enstrüman çalmaya 14-15 yaşında başladım. Babam gitar çalıyordu benim, hobi olarak, o öğretti bana biraz. Ben de kendi kendime ilerlettim.
Dilara: Müzik sevgisi seni sardı:)
Berke: Ben de 14 yaşlarında başladım enstrüman çalmaya. Sonra üniversitede müzik okudum. Dilara’yla orada tanıştık. Ama müzisyen bi ailem yok.
A! Olmadı o zaman:P
 
Burak: Okul eğitimim enteresan benim. 10 sene İstanbul Üniversitesi Konservatuarı’nda klarnet okudum. Sonra Mimar Sinan’da 6 sene okuyup 2. sınıfta terk ettim. Babam müzisyen ama. Neyzen hatta.
Berke: Neyzen Tevfik Burak’ın babası (gülüyoruz hatta biz gülerken masada bir şeyler devriliyor)
Dilara: Alakasız. Hiç anlamamış olayı.
burak

Süper:) Çalıyor musunuz Burak’ın babasıyla da beraber bir şeyler? Ney sound’una da yer var mı müziğinizde?

Dilara: Henüz yapmadık öyle bir şey ama olabilir ilerde. Benim babamla Burak’ın babası konser veriyor mesela.
Burak: Ben de Dilara’nın babasıyla konser vermiş oluyorum.

Şu tanışmamıza vesile olan Thom Yorke cover’ından bahsedelim biraz. İlk defa mı çaldınız orada nasıl oldu? Yapıyor musunuz arada cover’lar?

Berke: Oradan bir gün önce Karga’da çaldık. Normalde cover yapmıyoruz. Akustikhane diye bir program var, onlar bir cover yapmayı mecbur tutuyorlar. Geçen sene onlar için Sade ve Emilano Torrini cover’ladık. Bu hafta da orada çalmak için hazırlamıştık aslında bu cover’ı. Eraser çok sevdiğimiz bir şarkı, hatta o albümdeki en sevdiğimiz şarkı. Aradaki konserlerde de çalmak istedik.

Baya da güzel olmuştu. Özellikle kadın vokalden dinlemek enteresandı.

Berke: Keşke bizim şarkımız olsa dediğimiz bir şarkı. Ama pek cover çalmıyoruz dediğim gibi. Kendi kendimize takılıyoruz ya da kendi şarkılarımızı çalıyoruz. Benim nedense cover’a alerjim var. Öyle şeylere gitmiyor kafam, yeni bir şeyler üretmek istiyorum hep.
Dilara: Cover bizde yanlış anlaşılıyor. Farklı bir yorum katmak demek cover.
Berke: La La Means I Love You diye bir şarkı var, Bill Frisell’den dinliyorum bayadır. Youtube’a yazınca çok eski bir Prince şarkısı olduğunu öğrendim.
Burak: Cover zaten öyle olmalı.
Berke: İyi yapıldığı zaman kimsenin sinirini bozacak bir şey değil.
Neden müzik yapıyorsunuz? 
Dilara: Paylaşım sanırım. Yoksa kendi odanda çalıp kendin dinlersin. Benim için sanat da biraz öyle. Yaptıklarını başkalarıyla paylaşmak, etkileşim halinde olmak güzel olan şey. Yoksa hiç konser vermezdik. Paylaşım çok acaip. İnsanlar şarkılarımızı söylüyor, biz şaşırıyoruz.
Berke: Sahneye çıkarken heycanlanıyoruz.
dilaraberke

Çiğköfte meselesine gelirsek… (İTÜ konserinde bir hayranları Dilara’ya sahnedeyken bir porsiyon çiğköfte ikram ediyor da) Oluyor mu etkileşim halindeyken böyle şeyler. Sahnede başınıza gelmiş en acayip şey ne?

Dilara: Birkaç peçete maceramız olmuştu ama sahneye çiğköfte geldiği hiç olmamıştı. Başımıza gelmiş en acayip şey bu heralde. Bizim parçamızı isteyenler ya da peçeteye notlar yazanlar oluyor.
Berke: Geçenlerde ilginç bir konser yaptık. Unkapanı’ndaki İMÇ çarşısının ortasındaki avluda çaldık. Küçük bir çocuk geldi, ortada da Dilara’nın armonikası duruyordu. Hortumu var, üflenince ses çıkaran bir enstrüman. Çocuk biz çalarken önce armonikanın tuşlarına bastı, ses çıkaramadı, sonra hortumu buldu, üfledi ve ses çıkarmayı başardı. Sonra da utandı ve kaçıp gitti.
Dilara: Daha sonra çok alakasız bir adam geldi biz çalarken. Hiç kaale almadı bizi. Orda çalıyor olmamız normal bir şeymiş gibi çaldığımız yerin ortasından geldi geçti.
Berke: Grubun adı ne diye sordu, 123 dedik, güzelmiş falan dedi.
Dilara: Sağol abi dedik :)
Berke: Hemen orada bizi stüdyoya sokup meşhur edecek gibi bir edası vardı:)
Burak: Bir de üst katta çay içen amcalar enteresandı.

Yaptığınız müziği nasıl tanımlıyorsunuz?

Dilara: Müzik!
Berke: Dünyanın en zor sorusu bu heralde. Bu soruya cevap vermeyi hiç beceremiyoruz.
Burak: Müzik işte Dilara’nın dediği gibi. Gerçekten de müzik yapıyoruz.
Dilara: Hele ki şu zamanda. Artık janr diye bir şey var mı ben pek emin olamıyorum. Eskiden daha belirgindi sınırlar. Bir müziğe deniyorsa o hakikaten cazdı. Bu dönemde yapılan işler hepsinin karışımı aslında.

Peki siz neler dinleyip neleri karıştıyorsunuz kendi ‘müzik’inizde, özellikle son zamanlarda?

Dilara: Bir sürü şey var aslında. Rock ve sert şeyler de dinliyoruz.
Burak: Hepimiz ayrı ayrı farklı müzikler dinliyoruz. Ben tutup Berke’den, Dilara ya da Feryin’den de etkilenebiliyorum.
Feryin: Çok doğru. Şarkı yazarken bu insanların nasıl çalıp söyleyecekleri oluyor hep kafamda, onların bugüne kadar yaptığı şeylerden etkilenip ona göre bir şeyler yazıyorum ben de.
Berke: Dinlediğimiz müzikler hep bir şekilde kafamızın arkasında dönüyor. Bilinçli olarak olmasa bile etkileniyoruz. Etkilenerek yazdığımız bir şeyi iki albüm sonra farkedebiliyoruz. Aa bu bu şarkının bilmem nesine amma benziyormuş diyorsun. Yaparken bilinçli olmuyor. O an geliyor, çıkıyor.
sevimli

Müzik dinlemek için, keyif için neler dinliyorsunuz peki?

Berke: Ben bu ara çok Bill Frisell dinliyorum.
Dilara: Benim aklıma hep vokalli şeyler geliyor. Meredih Monk dinliyorum, daha deneysel bir kadın. Çok şarkılı değil ama. Emiliana Torrini veya Sade veya daha pop şeyler, mesela Beyonce falan da dinliyorum. Etkileyici bir şey. Veya Robert Glasper çok dinledim bi ara.
BerkeECM denen plak şirketinden çok şey dinliyoruz. Böyle sessiz sessiz müzikler.
Dilara: Veya çok caz şeyler; mesela Wayne Shorter.
Berke: Ben yeni bir albüm aldım, Dino SaluzziCon Christensen: çalmıyorlar gibi. Öyle acayip ki. Stüdyoya girip çalmamışlar herifler.
Dilara: Bazen bu ‘çalmama’ da çok etkileyebilir insanları. Bu da başka bir kafa.
Burak: Prova yaptığımız yerde, stüdyoda, aralarda dinlenirken Brezilya’dan aldığımız Portekizce plakları dinliyoruz. Öyle bir ritüelimiz var artık.

Bilmeden mi aldınız bu plakları? Albüm artwork’üne falan bakıp?

Feryin: Biraz bilerek biraz da meraktan aldığımız şeyler var.
Berke: Portekizce’ye merakımız Dilara’yla başladı. Astrud Gilberto‘yu tanıttı bize. Ondan sonra da özellikle de Brezilya’ya gitmişken adını bildiğimiz bilmediğimiz kim varsa alıyoruz artık. Öyle bir sevda var yani.
Dilara: Bir ismi biliyorsun. Sonra onun birlikte yer aldığı albümlerden başka birilerini tanıyorsun. Bu da iyidir heralde falan diye deneye yanıla baya güzel albümler aldık.

Bu keşfettiğiniz sanatçılardan besleniyor musunuz? Katıyor mu size bir şeyler?

Berke: İlla ki.
Dilara: Hadi oturalım şimdi albüm yapacağız bu albüm de şuna benzesin gibi değil daha çok bilinçaltı bazında. Beslendiğimiz şeyler bir şekilde üretim aşamasında gösteriyor kendini.
hop
Yaptıkları müziği çok sevdiğim sanatçıların neler sevdiğini, neler dinlediğini merak ediyorum ben. Çalışırken, dinlenirken neler dinlersiniz diye sordum, Berke’den muazzam bir liste geldi:

123 by Elif Tanverdi on Grooveshark

 
augustus pablo – kushites / dub kafasıyla uyanmışsan ilk kahve yanına
bon iver – perth / üzülmeyi seviyosan
daniel lanois – telco / gecenin köründe canın bulaşık yıkamak isterse
eddie vedder – can’t keep / ukulele ve kadife seviyosan
gil scott-heron – me and the devil / karanlıkta yürümek için
jack irons – come running / özlediğin birileri varsa
milton nascimento – minas / brezilya’yı merak ediyosan
the whitefield brothers – reverse feat. percee p and med / kimse görmeden evde yalnız dans ederim diyosan
jaga jazzist – stardust hotel / yalnız başına bi otel odasında kalman gerektiyse
pearl jam – do the evolution / araba kullanırken bağırmak istiyosan
wayne shorter quartet – joy rider / başka gezegenlerde de müzik yapıldığının delili lazımsa
thomas dybdahl – cecilia / cecilia diye bi tanıdığın varsa
brian blade’s mama rosa – second home / bilmediğin bi yere gitmeye kafayı koyduysan
bill frisell – struggle / saçları erken beyazlayanlara sempatin varsa
Berke’nin seçtiği şarkıları yukarıdaki player’da play’e basıp direkt dinleyebilin diye sizin için listeledim. Grooveshark’ta bulamadığım iki şarkının da klibini şöyle iliştireyim:

123 / Temmuz 2012

123 Twitter

123 Facebook Page

123 Web Sitesi

123 YouTube Kanalı

123 MySpace

Instagram
Tüm Hakları Saklıdır © 2015 Elif Tanverdi
Top