Çocukluğumdan beri kırtasiye malzemelerine bayılırım. Zaten nickimin cizenbayan oluşu mimar olmamdan geliyor ve özellikle diploma projesi çizerken nerdeyse her gece sabahlayarak çizim yapardım. Mimarlık okurken de en sevdiğim şey eskiz kağıtları üzerine farklı kalınlıkta kalemlerle çizim yapmak, onları rengarenk boyamaktı. Fikirlerin renkler ve çizgiler olarak kağıda döküldüğü projenin eskiz aşaması işin en eğlenceli kısmıydı.
Çizmediğim zamanlarda okuyor ya da yazıyordum zaten. Dokunarak öğrenen bir tip olduğumdan ders çalışırken ne okursam altını çizip notlar alan, duygularını düşüncelerini kağıda dökmezse çatlayacak bir insanım. Yani bu kalemler çok önemli benim hayatımda.
Bu yüzden Nürnberg’e iki günlük bir Faber-Castell fabrikası gezisi teklifi geldiğinde hemen kabul ettim. Yıllardır hayatımın en önemli parçası olmuş, bugün ben olmama sebep olmuş ‘kalem’in nasıl üretildiği hakkında hiçbir fikrim yoktu, dahası hiç bunun üzerine kafa yormamıştım ve merak etmeye başlamıştım bile. Şimdiki daha az çizdiğim ama daha çok yazdığım işimin en sevdiğim yanlarından biri de bu. Normalde belki de hiç aklıma gelmeyecek konular hakkında düşünmek, fikir sahibi olmak.
İstanbul’dan 3 saat gibi kısa bir uçuş Nürnberg. Akşamüstü varıyoruz ama hava günlük güneşlik. Almanya’dan beklemediğimiz bir sıcak. Nürnberg ufak bir şehir, hemen otelimize varıyoruz. Otelde eminim bir çoğunuzun görse çığlık atacağı (ben attım ordan biliyorum) bir hediye setiyle karşılanıyorum. Boya setleri, kalemler… Oturup uzun uzun incelemeye vakit yok. Hemen Neues Museum’da gerçekleşecek Faber-Castell Drawing Awards ödül törenine doğru yola çıkıyoruz. Benimle birlikte ödül töreni ve fabrika gezisine davetli olanlar arasında Kelvin Okafor, Veri Apriyatno, Jack Ede, Rob Draper ve Graham Bradshaw gibi sanatçılar var. Burada olduğum için hem mutlu hem gururluyum.
Yürüyerek vardığımız Neues Museum’un mimarisine hasta oluyorum.
Çok incelemeye fırsat bulamadan hemen alt katta konferans salonunda yerlerimizi alıyoruz. Ödül töreni başlamak üzere. Önce adaylar ve işleri tanıtılıyor. Ed Atkins, Anastasia Ax, Ulla von Brandenburg, Aleksandra Chaushova ve Julia Haller’in her biri çizim ortak paydasında buluşan işleri izleyicilerle buluşturuluyor. Ödülü ve benim ödülden daha çok gözümün kaldığı her tip boya kalemlerinden oluşan kocaman Faber-Castell setinin kazananı Anastasia Ax oluyor.
Törenden sonra Neues Museum’da yer alan adayların işlerinden oluşan sergiyi geziyoruz. İngiliz sanatçı Ed Atkins’in video çalışması ve Ulla von Brandenburg’un baştan bir tiyatro oyunu kurguladığı enteresan işi gerçekten görülmeye değer. Ödülü kazanan İsveçli sanatçının Pollock-vari işi de, video da, baştan yaratılan bir tiyatro oyunu da en merkezinde çizimi barındırdığı için bu ödüle aday olan işler. Son ürün ne olursa olsun her şey bir kalemle başlıyor yani.
Sergiden sonra hemen Neues Museum’un önünde yer alan Kokoro’da tüm Faber-Castell ekibi ve her biri birbirinden yetenekli davetliler yemeğe oturuyoruz. Söylediklerine göre bir iş için Nürnberg’de bulunan Pharrel Williams buranın yemeklerini o kadar beğenmiş ki döndükten sonra mekanı arayıp jetiyle kendine burdan yemek servis ettirmiş.
Yemekler gerçekten güzel. Sohbet de. Her bir sanatçı işlerinden, bizi burada buluşturan Faber-Castell’in hayatlarındaki yerinden ve burada bulunmaktan ne kadar mutlu olduklarından bahsediyorlar.
Ertesi sabah fabrika gezisi için erkenden otelin önünde buluşuyoruz. Faber-Castell fabrikası Nürnberg’in çok az dışıda Stein diye bir köyde yer alıyor. Buraya Faber-Castell köyü demek yanlış olmaz. 1871’de kurulan marka, idealist ve vizyoner bir iş adamı sayesinde bu küçücük köyü kalkındırmış, dünyanın en iyi kalemini üretme ve kendini rakibi olmasa bile her zaman geliştirme gayesiyle dünyaya açılmış. Bir kalem ne kadar iyi olabilir ki diye düşünmeyin. Masadan düşmesin diye yuvarlak değil altıgen kalem yapmak, kırılmasın diye en yüksek kaliyeli kurşunu kullanmak gibi fikirler sayesinde daha o zamandan taklit edilen bir marka olmuş Faber-Castell ve dünyanın da ilk tescilli markalarından biri bu yüzden. İşler o kadar iyi gitmiş ki kendi madenini bile satın alan, tüm köy burda çalıştığı halde yeterli iş gücü olmayınca Almanya’da ilk kez kadınları da çalıştıran, fabrika bünyesinde kreşler, bakım merkezleri açan öncü bir firma yani. Hikayeler çok etkileyici. Peki bir kalem fabrikasında neler oluyor?
Brezilya ve Almanya’da ormanları bulunan Faber-Castell kalemlerinin üretim hikayesi ağaç ile başlıyor. Yüksek kaliteli ahşap yarım kalem şeklinde oyuklar açılan bir tabaka haline getirildikten sonra içindeki kurşun kısım yüksek kalite tutkalla bu tabakaya sabitlenip sandviç usulü yarım kalem oyukları bulunan ikinci ahşap tabaka üzerine kapanıyor.
Bu şekilde 8-10 kalemin yan yana olduğu arasında kurşun olan ahşap plakalar kesime gönderilip en ham haliyle kalem elde ediliyor. Sonra boyama, markanın altın harflerle kaleme yapıştırılması, arkasının tekrar boyaya bandırılması, kuruması, ucunun açılması, tek tek kalite kontrolden geçmesi işlemlerinden sonra hepimizin kullandığı bildiği o kurşun kalem elde ediliyor.
Bu en basit hali. Boya kalemleri, özel gripli elden kaymayan kalemler, arkasında silgi olanlar, farklı sertlik ve kalınlıklar tüm bunlar için sürekli olarak çalışan, hayatını pigmentlerin içinde geçiren ve yaptığı işe aşık insanlarla tanıştık. Yakın zamanda işleri ve çalışma şekli BBC tarafından belgeselleştirilen, Beyonce’yi bile kendine hayran bırakan, aşırı gerçekçi, çoğunlukta fotoğraf sanabileceğiniz resimlerine 100 saat ve üzerinde zaman harcayan genç sanatçı Kelvin Okafor’un tüm bu süreçleri izlerken, binlerce kalemi bir arada gördüğünde attığı çığlıkları ve yaşadığı heyecanı görmeniz lazımdı. Fabrika gezimiz harikaydı!
Faber-Castell bir aile şirketi, kuşaktan kuşağa devam eden bir geleneğin bugün geldiği nokta ve şirketin başında şuan 8. jenerasyon torunlar bulunuyor. Stein’ı kalkındıran, burada soyluluk ünvanın alan aile hemen fabrikanın yanına bir de kale inşa ettiriyor. Kısa süre burada yaşadıktan sonra 2. Dünya Savaşı’nda kale ellerinden alınıp Nürnberg mahkemeleri boyunca davaları takip etmeye gelmiş Amerikalı gazetecilerin konakladığı bir yer haline getiriliyor. Daha sonrasındaysa aile şatoya bir daha hiç geri dönmüyor. Bugün şato müze olarak gezilebiliyor. Şatoyla aynı komplekste yer alan bir de mağaza var ki o da görülmeye değer.
Fabrika ve şato turundan sonra son olarak bir de üretimini gördüğümüz bu kalemleri test sürüşüne çıkarmak üzere fabrikanın yakınında yer alan Faber-Castell Akademie’de bir workshop yapıyoruz.
Yanımda aşırı yetenekli sanatçılar varken elime kalemi almaya bile utansam da oldukça keyifli bir workshop oluyor. Fikirler, teknikler paylaşılıyor. Kelvin yine heyecandan çığlık çığlığa. Bu heyecanı görmek, bir kalemin insanların hayatını nasıl değiştirdiğine şahit olmak mükemmel. Öyle ilhamla doluyorum ki dönüşteuçakta mutlu mutlu hayaller kuruyorum, bir an önce eve varıp kendi kalemlerimle bir şeyler üretmek istiyorum. Kim bilir belki yakında nickime yakışır şeyler de paylaşırım…