İtalya – cizenbayan https://www.cizenbayan.com müzik, seyahat, lifestyle, yoga, festivaller, keşifler Thu, 14 Mar 2019 15:54:27 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.6.14 val gardena https://www.cizenbayan.com/val-gardena/ https://www.cizenbayan.com/val-gardena/#respond Thu, 01 Mar 2012 13:25:37 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=101 Milano‘da birkaç gün geçirdikten sonra artık Val Gardena’ya kaymaya gidebiliriz.

Gecenin yorgunluğundan sonra sabah kalkıp bavulları toplayıp öğlen 1’de Milano Centrale istasyonundan trene biniyoruz. Bergamo istasyonunda inip Milano Bergamo Havaalanı’na (Aeroporto di Orio al Serio il Caravaggio) gidiyoruz. Elimizde board çantalarıyla oldukça çileli bir yolculuk olduğunu itiraf etmeliyim. Terravision firmasıyla 3,5 saat sürecek otobüs yolculuğu (gidiş dönüş 60 €) başlıyor bu sefer de. Yolda müzik dinleyip karlı dağları izliyorum. iPhone’umun şarjı bitince sudan çıkmış balığa dönüp saçma sapan konuşmalara başlıyorum.

– Allah’ını seven Elif’in üstüne iPhone atsın!

– Tamam ya sustum

Saat 6.30 civarı Val Gardena’da Wolkenstein Köyü’nde Elvis Apartmens’da (bir haftalığına kişi başı 300 €’ya kiraladığımız 6 kişilik) evimizdeyiz.

Val Gardena, Gröden İtalya’nın kuzeyinde Dolomitlerde bir vadi. İtalya dediğime bakmayın, Güney Tirol’de yer alan bu bölge 2. Dünya Savaşı’na kadar Avusturya topraklarına aitmiş. Bu nedenle neredeyse bütün tabelalar Almanca. Yerlilerin çoğunun anadili Almanca olsa da, İtalyanca da biliyorlar. Alman ve İtalyan restoranları neredeyse aynı sayıda. Milano’da sürekli duyduğum ve İspanyolca bildiğim için anladığım ama konuşamadığım ve bolca kafamı  karıştıran İtalyanca’dan sonra kendimi evimde gibi hissediyorum. Oh be!

Biz Milano’dan gelen 5 kişiye Avusturya’dan ve direkt İstanbul’dan gelenler de eklenince gece 12 kişilik ekibimiz tamamlanıyor. 6’şarlık iki grup şeklinde altlı üstlü iki dairede kalıyoruz. İlk gece yol yorgunluğu ve nerede ne yapılırı bilememenin de etkisiyle (itiraf ediyorum bir de tavsiye edilen restoranlarda rezervasyonsuz 12 kişilik yer bulamadığımızdan) yakınlarda bir pizzacıda karnımızı doyuruyoruz. Civarlardaki barları keşfetmeye çıkanlarımız olsa da en sonunda hepimiz erkenden yatıyoruz. Yarın erken kalkılacak, skipass’lar alınacak ve bütün gün kayılacak!

Gün 1:

Erkenden kalkıyoruz, alışveriş yapamadığımızdan evde malzeme yok. Kahvaltı yapmadan skipass’ları almaya gidiyoruz (6 günlük skipass ücreti adam başı 241 €, kulağa çok para gibi gelse de Türkiye’deki teleski’lerle kıyaslanınca oldukça uygun bir fiyat, çünkü tüm bir dağ 83 lift ve toplam 175km pistte geçerli).

Skipass’lar tamam, kiralayacak olanlar kayak kiralıyor ve biz 12 kişi, 10 erkek 2 kız (biri ben) toplam 10 kayakçı, 2 snowboard’cu (biri yine ben) piste çıkıyoruz. Dağ kocaman! Çok pist var. Elimizde harita, 3’erli gruplara ayrılarak kayıyoruz. Öğlene doğru 10,5 kilometrelik bir pistin ortasında Cafe Val D’Anna’da yemek yiyoruz.

No images found.

İlk gün bir yıl aradan sonra kayma, kara alışma derken gerçekten çok yoruluyorum. Eve gelip duşa girip akşam yemeğine kadar güzel bir uyku çekiyorum. Uyandığımda alışverişimiz yapılmış, herkes dışarı çıkmaya hazır. İlk akşam ismini trip advisor’dan duyduğumuz Sun Valley’e gidiyoruz. İtalya’da gittiğimiz her yerde Hauswein sipariş etmemiz önerildi, ben de restoranları şaraplarının kalitesine göre değerlendiriyorum. Sun Valley’ninki sınıfı geçti. Zaten pizzaları ve tatlıları da süperdi. Karnımız tok mutlu bir şekilde civar pub’lara göz atıyoruz. Pazar akşamı olduğu için tek hayat belirtisi gördüğümüz Luislkeller’deyse kadın erkek oranı 1/20’lerde (bizim gruptan bile fena yani), çocuklar beğenmiyor haliyle, eve gidiyoruz. Evin önünde bizden birkaç adım önde yürüyenlerin bana yaptığı minik şakayla karşılaşıyorum: arabanın camına cizenbayan yazmış keratalar =)

Gün 2:

Her eve lazım kişilik Tunç’un hazırladığı kahvaltımızı ettikten sonra yine pistlerdeyiz. Keyifli bir gün. Manzaralar inanılmaz. Upuzun pistlerde kayıp aralarda bindiğimiz telesiyej ve gondollarda mataralarımızdan kıtlama usulü viski içerek keyif yapıyoruz (kıtlama usulü viski: benim gibi viski içemeyenler için bir ısırık çikolata üstüne bir yudum viski içmeye tarafımdan verilen ad).

Bugün kayarken kendimizi kaptırıp evden çok uzaklaşmışız. Hava kararıp pistlerin kapanma saati yaklaştığında eve artık kayarak dönemeyeceğimizi fark ediyoruz. En yakın köye kaymak için hızla kaymaya başlıyoruz. Normalde kayaklardan biraz daha geride kalan biz board’cular bile son sürat kayıyoruz. Yine de pistler dev bir kayalığın etrafında ve biz kayalığın eve en uzak tarafındayız. Eve kayarak dönemeyeceğimiz kesinleşti. Panik olanlarla hala eğlenmeye devam edenlerin olduğu 12 kişilik bir ekip düşünün. Doğal bir şekilde 2 gruba ayrılıyoruz: Taksiyle eve dönmek isteyenler ve otobüslerle eve dönmek isteyenler.

No images found.

Ben daha çok macera içerdiği için otobüsle eve dönme taraftarı olan gruptanım. Sera, Serhan, Doğan, Berkin, Tunç ve ben diğer gruptan yaklaşık bir saat sonra evde olsak da otobüs değiştirdiğimiz civar köyleri görme ve az da olsa gezme şansına sahip oluyoruz. Taksiyle eve dönenler Çağrı, Okan, Güney, Şefi, Pakkan ve Ozan bizle fakirler diye dalga geçiyor ama sonradan öğreniyoruz ki adam başı 12€ gibi çok da uçuk olmayan bir fiyat ödemişler. Biz otobüslere adam başı toplam 2’şer Euro verdik. Neyse macera oldu işte. Artık haritaya ve pist kapanma saatlerine daha dikkat edeceğiz orası kesin.

Evde yine Tunç babanın hazırladığı yemeklerle ziyafet çekiyoruz, şarabımız da var. Bana Elif sen ne biçim kızsın temizlik yapsana diyorlar, cevabım temizlik nasıl bi’ şey gösterin yapayım oluyor. Hem neden ben kızım diye temizlik yapacakmışım canım. Akşam bizim evin ekibi minik bir poker partisi çevirip sohbet muhabbet edip yine erkenden yatıyoruz. Üst kattakilerse içip dağıtmışlar biraz.

Gün 3:

Dünden içkiyi fazla kaçıranlar uyanamayınca bizim ev ekibi olarak kendimizi pistlere atıyoruz. Daha küçük bir grubuz. Bugün hava biraz kötü. Gözlüğüm sürekli buğu yapıyor! Kar yağışı var, gözlüksüz kaymak da mümkün değil. Diğerleri kayarken ben yakınlarda bir kulübede gözlüğümün buğusu geçene kadar sıcak çikolata molası veriyorum. Mola işe yarıyor, akşama kadar kaymaya devam ediyoruz. Pistlerin kapanmasına yakın ekibin ‘akşamdan kalma’ devamıyla Baita Vallongia adlı icebar’da buluşuyoruz. Bizi çok seven barmen’in ikramı shot’lar, glühwein’lar (sıcak şarap) falan derken keyfimiz acayip yerine geliyor. Eve döndüğümüzde kafalarımız bi’ hayli güzel oluyor.

No images found.

Gece evde yine poker partisi yapılacak, bu sefer daha büyük, biz de Güney’le katılmayacağız, çıkıp bir şeyler içelim diyoruz. Luislkeller’de birer smirnoff ice içip 12 olunca Çağrı’nın doğum günü için poker partisini basıyoruz. Konfetiler alkışlar falan, gecenin özeti: iyi ki doğdun Çağrı!

Gün 4:

Bugün hava çok güzel. Sellaronda yapacağız. Yani her liftten en fazla birer kere çıkarak bütün dağın etrafını turlayacağız. Güzel manzaralı ve uzun pistlerden oluşan bir rota bu. Aralardaki düzlükler biz iki board’cuyu yani Berkin’le beni biraz zorlasa da güzel hava ve hep beraber olduğumuz için keyifli bir gün geçiriyoruz. Elimizde harita öğlen saatlerinde Sellaronda’nın ortasında Emilio Comici adlı bir balıkçıda keyifli bir yemek yiyoruz.

Yemekte şarap, yemek sonunda mekânın ikramı olan Schnapps ve sonrasında dışarıda Çağrı’nın doğum günü şerefine patlattığımız şampanya ile yine öğle vakti kafamız bir dünya! Birbirimizi gaza getirip snowpark’a gidiyoruz. Baya eğlenceli bir saatten sonraki durağımız yine icebar!

No images found.

Artık ne içtiğimi bile hatırlamıyorum, icebar’da karlarda dans ediyoruz. Buradan sonra sırada Simple Pleasure ismini verdiğimiz aktivite var: liftler bitene kadar pist dışında gözden uzak bir yerde oturup (bu sefer eve yakınız) viski çikolata keyfi yaptıktan sonra kayarak eve dönüyoruz. Evin önüne kadar kayarak gelip kayak ve board’ları aşağıdaki kayak odasında çıkarıp yukarı içerden merdivenle çıkmak gerçekten büyük bir konfor.

Harika bir günün ardından akşam yemeği için yine rezervasyonumuz yok, yine 12 kişi yer bulamıyoruz, yine gruplara ayrılıp yemek yiyoruz. Sonrasında hep beraber Goalies Pub’da buluşup ardından da Luislkeller’de kurtlarımızı döküyoruz.

Gün 5:

Bir önceki gece ne kadar içmiş olsak da dağın havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez son derece dinç kalkıyoruz hepimiz. Bugün de yine Sellaronda rotasının üzerinde olan buzula gideceğiz. Hep beraber kaymaya başlıyoruz. Marmolada, yani buzul Dolomitlerin en yüksek dağı ve tepesine çıktığınızda açık bir havada Venedik’i görmeniz mümkünmüş. Marmolada’ya çıkan gondol 90 dereceye yakın bir diklikle çıkıyor, kendinizi asansörde hissediyorsunuz. 3 durağı var gondolun. İlkinde sadece ikinciye binmek için duruluyor. İkinci durakta bir restoran ve müze var, 3265 metredeki üçüncü durakta ise seyir terası ve aşağıya inen pistler.

Buraya buzul denmesinin sebebi yaz kış karlı olmasıymış. Gondola binerken sürekli pistin en üstünün buz olduğu, kayalara ve taşlara dikkat edilmesi ve uçurumdan düşülmemesi gerektiği uyarıları gözümü çok korkutuyor. Boardla buzdan kaymak geçtim keyifliyi pek mümkün de değil. Güney’le tepeye çıkıp manzaraya baktıktan sonra ikinci duraktaki restorana inip öğle yemeği yiyelim diyoruz, buzlardan kaymak istemiyoruz ikimiz de. Diğerleri kayarak yanımıza gelir ve buradan, buzsuz olacağınız tahmin ettiğimiz yükseklikten beraber devam ederiz diye düşünüyoruz. Yemeğimizi bitiriyor, olacaklardan habersiz üstüne rahat rahat tatlımızı yiyip espressomuzu da içiyoruz.

Ama sandığımız gibi olmuyor, ikinci durağa kayarak inilmiyor! Yani ekibin kalanı yanımıza gelemiyor! Ne yapsak diye düşünüyoruz. Yukarı çıkıp arkalarından gitsek bizi çok beklerler, aşağı inip onları beklemeye karar veriyoruz. Aşağı indiğimizde yüzümüze çarpan ikinci acı gerçekse3265 metreyükseklikten başlayan pistin dağın bu tarafına değil arka tarafına indiği. Aslında biraz da bizim şapşallığımız, yani gondolla yukarı çıkarken pist görmedik, yanımıza kayarak inmelerini beklemek saçma! Tekrar en yukarı çıkıp arkalarından gitmemiz en az 2 saat. Güney’le ikimiz sürüden ayrılmış oluyoruz, kurtlar kapmasa bari!

Telefonlaşıp bizi beklememelerini söylüyoruz. Bugünün geri kalanında ikimiz kayacağız. Ama işin can alıcı noktası bugüne kadar ikimiz de Val Gardena’da harita okumamışız. Nerden kaysak ne yapsak bilmiyoruz. Dağın bu tarafında pist de yok. Board’u kayağı çıkarıp yürüyüp bir lift bulup eve yakın yerlere doğru kaymaya başlıyoruz. İlk başta haritayı çözer gibi oluyoruz, ümidimizi kaybetmiyoruz ama saate bakınca kayarak eve dönmemizin imkânsız olduğu gerçeği çarpıyor yüzümüze.

Hava kararmaya pistler de buz tutmaya başlıyor, liftler yavaş yavaş kapanıyor. Kendimizi gördüğümüz ilk gondolla en yakındaki köye attığımızda artık bütün pistler tamamen kapanmış oluyor. Buradan Wolkenstein köyüne nasıl dönebileceğimizi soruyoruz, tek yolun taksi olduğu ve taksinin de 80€ tuttuğu gerçeğini önce kabullenmesek de SS tabir ettiğimiz yöntemle biniyoruz taksiye. Bu kadar para vermiş olmak içimize oturuyor ama hakikaten de o kadar uzak bir yerdeymişiz ki, 45 dakika süren yolculukta şoför o parayı gerçekten hak ediyor.

Nihayet eve döndüğümüzde tabii ki herkes bizle dalga geçiyor. Güney’le yolda bize ne yaptığımızı nasıl döndüğümüzü sorduklarında her seferinde başka bir hikâye uyduralım diye anlaşsak da bir yerden sonra taksiyle döndüğümüzü ve taksiye verdiğimiz astronomik rakamı açıklıyoruz. Savunma olarak da Gürgen Öz’ün ünlü repliğini tekrarlıyoruz ‘bizde para çok gibi’ Daha halen aramızda taksiyle ilgili bazen yaratıcı bazen acımasız espriler yapılır. Neyse bu da böyle bir macera olarak anılarımız arasında yerini alıyor.

Gün 6:

Bugün ekibin bir kısmı Milano’ya dönecek. Dağdaki son günümüzde 7 kişiyiz. Küçük grup halinde kaymak çok daha kolay. Hava güzel. Berkin ve ben board, Tunç, Ozan, Çağrı, Şefi ve Pakkan kayakla sabahtan öğlene kadar kayıyoruz. Tatilin son günü ilk defa Türklerle karşılaştığımız öğle yemeğinin ardından harika bir après-ski barı keşfediyoruz. Piz-Seteur’da 2064 metrede alkollü sıcak çikolata, shot’lar ve dans eşliğinde son günümüzün tadını çıkarıyoruz. DJ bize çalışıyor, ne istesek çalıyor. Buradan sonra snowpark’ta yine çok eğlenceli dakikalar geçiriyoruz. Son gün Simple Pleasure yapmazsak olmaz. İşte benim asıl maceram da burada başlıyor:

No images found.

Simple Pleasure’da viski içip çikolata yiyip muhabbet ederken benim popom donuyor. Eve çok yakınız. Ben önden gitmek istiyorum. ‘Teleski’ye kadar kay. Eğer kapanmamışsa ona binip çıktığın yerden hep sola kay, evin önündesin’ diyorlar. Kafam bi’ dünya teleski’ye son dakikada yetişiyorum. Yukarı çıktığımda nedendir bilinmez sola değil sağa kayıyorum. Bizim evin önüne inmiyorum haliyle. Tebrikler! Başka bir köydeyim!

İlk başta inmem gereken tarafa doğru yürümeye başlıyorum. Görünürde bizim köye dair bir emare yok. Köy bitiyor ve ben bir otobandayım. Sol tarafımda kapanmış pistler, sağımda dev kayalıklar önüm arkam alabildiğine yol. Yavaştan korkmaya başlıyorum. Arabalara korkar gözlerle bakıyorum ama otostop çekmeye de cesaretim yok. Sonra sol tarafta bariyerlerin arkasında bir ağaca çivilenmiş üzerinde bizim köyün ismi yazan küçücük bir tabela görüyorum. Bariyerden atlıyorum, bir board genişliğinde kıvrılarak aşağı inen bir patika.

Buradan inmekten başka çarem yok. Elimde board’um yürümeye başlıyorum. Sonra board’u bırakıyorum bakalım nereye gidecek diye, board kayarak hızla gidiyor, ben de peşinden koşup bir kıvrımda beni bekler halde buluyorum onu. Tamam, karar verildi. Buradan board’u kızak yaparak ineceğim. Koyuyorum board’u yere. Üzerine oturup ön bağlamaları elimle tutarak kaymaya başlıyorum, o kafayla bir de video çekiyorum, buyurunuz efendim:

Neyse köyü bulup eve varıyorum. Tatilde en çok macerayı yaşamış insan ben oluyorum sanırım. Akşam yine komşu köylerden Ortisei’ye gideceğiz. Icebar’daki barmenin tavsiye ettiği Mar Dolomiti’ye gidip harika bir yemek yiyip buradaki barları keşfetmeye koyuluyoruz. Buraların en ünlü mekânları olduğu söylenen Siglo’da hiç iş yok. Kendi köyümüze dönüp yine bizim Luislkeller’e gidiyoruz. Ertesi sabah erken kalkıp yola çıkacağımız için çok durmadan eve dönüyorum ama Sun Valley’deki gece kulübüne giden bir ekip bugüne kadar oraya gitmediğimiz için çok şey kaçırdığımızı söylüyorlar.

Sabah kalkıp Milano’da ikinci round için yola çıkıyoruz. Bir Val Gardena macerasının sonuna gelmiş oluyoruz böylece. Olur da lazım olursa diye Val Gardena’da gittiğimiz mekanların foursquare listesi için buraya tıklayabilirsiniz.

 

 

]]>
https://www.cizenbayan.com/val-gardena/feed/ 0
milano ve monza https://www.cizenbayan.com/milano-monza/ https://www.cizenbayan.com/milano-monza/#respond Thu, 10 Nov 2011 23:44:27 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=140 MONZA

Milano’yu keşfetmeden önce bir iki gün Monza‘da vakit geçiriyorum. Monza Milano’ya trenle yarım saat mesafede küçük bir şehir ve Val Gardena öncesi beni evinde misafir eden İdil ailesiyle birlikte burada yaşıyor. Evlerinde her akşam yemekten önce birer kadeh aperativo, yemek sırasında şarap ve yemek sonrasında da peynir yiyerek İtalyan geleneklerini öğreniyorum. Monza’yı burada en eski Formula I pisti yer aldığı için duymuşsunuzdur. Monza’nın da kendi küçük Duomo’su var. Bu şehir küçük meydanları organik sokaklarıyla Milano’dan daha çok İtalya’da olduğunuzu hissettiriyor. Ben Monza’ya gittiğimde inanılmaz kar vardı. Evet biraz soğuktu ama Villa Reale ve Monza Parkı’nı karlar altında görmüş olmak güzeldi bence. Monza’nın çarşısı çok derli toplu mağazalar daha ufak ama birbirine yakın. Ama en önemlisi yerel dükkanlar var. Kalbimi bir pastanede benden geriye kalan herşeyi de küçük bir peynirci dükkanında bırakıyorum. Baharda yine gelebilirim Monza.

Orso Bruno (Monza):

Monza’da Sivaslı ustaların çalıştığı bu enteresan dekorasyonlu pizzacıda harika bir şarap eşliğinde dev bir pizza götürdüm. Oval, samsun pidesini andırıyordu, bellli bir Türk ustanın elinden çıktığı ve nasıl lezizdi anlatamam. Yetmedi üzerine dondurmalı tatlı ve tiramisu yedim. Yanında limoncello ve mirto da içtim. Karbonhidrat patlaması üzerine de bir espresso aldım. Nefes alamıyordum. Diyet tanrılarını çok kızdırdım, ama değdi. Monza’ya yolunuz düşerse pizza yiyeceğiniz yer belli.

 

MILANO

Milano’ya giden bir turistin mutlaka göreceği iki yer var: Duomo di Milano ve Galleria Vittorio Emanuele II, ki zaten aynı meydanda yer alıyorlar.

Il Duomo:

Duomo di Milano buranın şehir merkezinde yer alan en büyük katedrali, aynı zamanda Avrupa’nın da 4. büyük katedrali ve yapımı 500 yılda tamamlanmış. Biraz abartmışlar yani. İçerideki vitraylar inanılmaz güzel; gündüz dışarıdan ışık gelirken görmek lazım kesinlikle. İyi havalarda terasına çıkıp şehir manzarasına da göz atabilirsiniz. Ben gittiğimde buz gibiydi hiç teşebbüs etmedim. İçeride mum yakıp dilek dileyip kolonlardaki ve duvarlardaki süslemeleri inceleyip ağız açık bir şekilde elleri arkadan birleştirip ben turistim diye bağırırcasına dolaşmak adetten. Milano’ya giderseniz illa ki yapacaksınız zaten.

Galleria Vittorio Emanuele II:

Doumo’dan çıkıp sağa dönünce girişlerinden birini gördüğünüz, üzeri cam tonozlarla kapalı tarihi alışveriş pasajı. Kafanızı nereye çevirseniz harika bir mimariyle karşılaşacağınız kesin. İçerde yerde testisleri üzerinde bir tur atmanız halinde size hayatınızın aşkını bulmanızı vaat eden bir boğa var. Ben denedim. %100 çalışmıyor. Gerçi kaç vakte kadar olacağını belirtmemiş. Galleria’nın akslarının kesişme noktasında durduğunuzda, yani cam kubbenin tam altında kafanızı çevirdiğiniz dört yönde dört mevsimin tasvirini göreceksiniz. Bu güzel binaların hepsi birbirinden şıkve tarihi mağazalara ev sahipliği yapıyor. Mesela Prada’nın ilk mağazası burada. Bir şey alasınız yoksa bile içine girin ve dekorasyonunu görün derim. Alt katta eski Prada ürünleri, sedef ve kemik aksesuarlar antika dolaplarda sergileniyor. Avizeler de oldukça şık. Bir de yine Galleria’nın içinde bize mutlaka gitmemiz önerilen Biffi vardı. Yemek yemek için vaktimiz yoktu. Birer kahve içtik. Burası da oldukça tarihi ve hoş bir restoran.

Bir de Scala tiyatrosu var çok ünlü bizim yeterli vaktimiz olmadığı için yalnızca dışarıdan gördük. Duomo meydanı yani şehir merkezine gelince buralara gitmeniz Allah’ın emri yani. Peki, ya sonra. Milano’da geçirdiğim birkaç günde herkesin önerdiği veya benim keşfettiğim mekanlar hakkında kısa kısa yazmaya karar verdim, buyrun işinize yarar umarım…


Cova:

Milano’daki favori mekanlarımdan. Via Montenapoleone‘de yani Milano’nun Nişantaşı’nda yer alan old school bir pastane. Burada civardaki designer mağazaları gezdikten sonra barda diğer Milanlılarla beraber ayaküstü bir espresso içebilir, ya da içerde salonda oturup harika tatlılar eşliğinde aperativo alabilirsiniz. Mevsimine göre bellini ya da şampanya.

Yguana:

Mekana grince hafif bir hayal kırıklığına uğradım, buranın ne özelliği var diye. Sonradan anladım ki happy hour’da 5 Euro’ya bir kokteyl sipariş ettiğinizde açık büfeden sınırsız faydalanma hakkına sahip oluyormuşsunuz. Açık büfede salatalar, kızartmalar, makarna ve pizzalar var ve fiyat lezzet performansı düşünülünce hiç de fena değil. Meğer Milano gençliği gece çıkmadan önce buraya gelip ucuza içki içip karnını doyuruyormuş. Zaten içerde çok zor yer bulmamızdan anlamalıydım. Biz çok yemedik çünkü arkadaşımızın çok methettiği bir balıkçıya gideceğiz.

L’isola del Tesoro:

Kesinlikle turistik değil, öyle dekorasyonunda da bir numara yok, zaten burayı Milano’da master yapmakta olan arkadaşımız sayesinde keşfettik. Oldukça kalabalık gittiğimiz restoranın atmosferi Türkiye’deki ortalama bir balıkçıyı andırıyor. Girişte balıkları seçebileceğiniz cam dolap, mavi masa örtüleri ve uyumlu peçeteler. Büyük bir salon, gülen eğlenen içen İtalyanlar. Buranın spesiyalitesi deniz mahsüllü makarnaymış. Sipariş eden herkese önlükler geliyor ve son derece sempatik garsonlar takmanıza yardım ediyor. Yanında içtiğimiz şarap, ortaya söylediklerimiz, yemek üstüne biscotta eşliğinde içtiğimiz mirto ve limoncello’lar. Herşey lezizdi ve fiyatlar da inanılmaz uygundu. Masada da süper muhabbet döndü. Milano’ya giderseniz burayı bulun ve gidin.

No images found.

Lime Light:

Yguana’da aperativo’muzu aldık, lokal bir İtalyan restoranında leziz bir yemek yedik, keyiflendik. Sıra gece dışarı çıkmakta. Yine burada master yapmakta olan arkadaşlardan geliyor öneri: “Erasmus partisine gidelim!” Kendi Erasmus’um sırasında bile Erasmus partisine gitmemiş biriyim, çok ortamını sevdiğim söylenemez ama bir yandan da gençlerin olduğu bir yer olacağı garanti. Karar meclisten geçiyor ve partinin olduğu Lime Light’a gidiyoruz. Önü inanılmaz kalabalık, modu yüksek yüzlerce genç kapıların açılmasını ve içeri girmeyi bekliyor. Burası dev bir kulüp. İstanbul’da karşılaştırabileceğim bir yer var mı bilmiyorum. Hemen şişeler açılıyor, insanlar gevşiyor ve herkes dans ediyor. Bu kulüp normalde nasıldır bilmem ama parti varken eğlenceliydi. Demek ki Erasmus parti deyip burun kıvırmamak lazımmış. Milano’da ilk round’u güzel bir geceyle kapatıyoruz böylece. Sabah Val Gardena yolcusuyuz.

Luini:

Pizza da makarna da güzel ama benim aklım panzerottilerde kaldı. Milano’da Duomo yakınlarında yer alan bu küçük dükkanın önünde her daim kuyruk var. 2,5 Euro’ya cenneti keşfedeceğinizi iddia ediyorum ve abartmıyorum. Tatlı ve tuzlu pek çok çeşidi mevcut panzerottilerin. Ben pomodoro e mozarella’lısına taptım. Tatlıları da fena değil ama tuzlusu döver. Yemeden gelmeyin.

Cioccolati Italiani:

Luini’nin hemen karşısında dış cephesi tamamen cam olan bu dondurmacının spesiyali ‘fuso’ denen akan çikolatalar. Bu akan çikolatayı dışarıdan görüp de içeri girmemek irade meselesi. İster ekmek arasında, ister kapta, isterseniz de dondurma külahının dibine (ki sonradan donup cornetto’ların dibi gibi oluyor) sütlü, bitter veya beyaz akışkan çikolata koyup hazdan haza koşabilirsiniz. Ben dondurmasını çok beğenmedim ama çikolatası da sandviçleri de oldukça güzel. Olsa da yesem şimdi. Of. Bir de renkli renkli paketlerde farklı kakao oranlarında hediyelik çikolatalar satılıyor burada. Bavulda da fazla yer kaplamıyor.

No images found.

Trattoria Toscana:

Milano’da son gecemizde yemeğe gittiğimiz bu restoranın dekorasyonu oldukça enteresan ve cumartesi gecesi yer bulabilmek için de önceden rezervasyon yaptırmamız gerekti. Dışardan mağaza gibi görünen bir girişten geçtikten sonra 4 tarafı farklı binaların zemin katları olan, bambularla ve renkli fenerlerle dekore edilmiş ve hafif loş bir avluya geliyorsunuz. Dip dibe masalarda toscana usulü yemek servis ediliyor ve spesiyalitesi de tartar. Ben et ve makarna denedim. Öyle ahım şahım bir lezzete olduğunu söyleyemeyeceğim. Ama atmosferi için gitmeye değer, zira tüm Milano gençliği burada gibi. Nitekim hesap öderken farkediyoruz ki fiyat lezzet performansı da fena değilmiş. Tavsiye ediyorum.

Armani Privè:

Trattoria’da şarabımızı ve üstüne de grappa’mızı içtikten sonra gece çıkmaya hazırız. Cumartesi akşamı olduğundan Armani için de rezervasyon yaptırmamız gerekiyor. Geçen hafta gittiğimiz ve ortamı rahat olan Erasmus partiden sonra buraya gitmeyi ve Reina-vari şişe açtırıp locada takılıp sonra da oldukça kabarık bir hesap ödemek pek tarzım olmasa da, kendilerini mankenlerin sıkça eğlendiklerine inandırdıkları bu gece kulübüne gitmeyi çok istedikleri ve beni de ‘buraya gelmişken görmek lazım’ diye ikna ettikleri için çocukları kırmıyorum ve ayağımda Dr. Martens’lerimle Armani Privè’ye gidiyoruz. Mekan 12’den önce boş olur diye uyarıldığımız için gece yarısına doğru oradayız ve Milano’nun en şık insanları yavaş yavaş boy göstermeye başlıyor. Çalan müzik öyle ahım şahım değil, hoppidi yapmalık hızlı tüketim şarkıları, herkes şıklık yarışında, gecenin devamınıysa pek hatırlamıyorum, şişe açtırdığımızı söylemiştim değil mi?

Erasmus partisinde eğlendiğim kadar eğlenmesem de beklediğimden iyiydi diyebilirim. Enerjisi olanlar buradan taksilere atlayıp The Club‘a devam ediyor. Ben mi? Benim yarın uçağım var, istikamet otel. Milano’da ikinci round da birinciyi aratmıyor ve oldukça eğlenceli geçiyor. Bir günüm daha olsa birkaç galeri gezer biraz da alışveriş yapardım. Hava iyi olsa Como’ya gider orayı da görürdüm. Kim bilir belki bir round üç de olur…

Sonuç olarak Val Gardena’ya kayağa gitmeden çoğu Monza’da olmak üzere 3 gün, Val Gardena dönüşündeyse 1,5 gün geçiriyorum Milano’da. Gitmeden kime sorsam görülecek çok şey olmadığını söylüyorlardı. Haklılar belki de.

Anladığım kadarıyla Milano demek alışveriş demek, pizza, makarna, peynir, şarap, panzerotti, mirto ve limoncello demek, he bir de baklavaları meşhurmuş diye duydum. Abercrombie & Fitch mağazasına gidip baklavaların yerinde görün derim.

İşinize yarayacağını düşünerekten bir de foursquare listesi yaptım naçizane, buyrun tıklayın!

 

]]>
https://www.cizenbayan.com/milano-monza/feed/ 0