ABD – cizenbayan https://www.cizenbayan.com müzik, seyahat, lifestyle, yoga, festivaller, keşifler Thu, 14 Mar 2019 15:54:27 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.6.14 Ateşin Yankısı [Yoga Journal] https://www.cizenbayan.com/atesin-yankisi-yoga-journal/ https://www.cizenbayan.com/atesin-yankisi-yoga-journal/#respond Thu, 30 Nov 2017 22:08:05 +0000 https://www.cizenbayan.com/?p=9885 Seyahat editörlüğü yaptığım Yoga Journal Türkiye‘de 2017 Kış sayısında yayımlanmış 2016’da ilk kez Burning Man’e gittikten sonra yazdığım Ateşin Yankısı başlıklı yazım (2017’de çok farklı bir deneyim yaşadım onun da yazısı yakında gelecek)

DENEYİMİ MAL MÜLK edinmenin önüne koyan, müziği, seyahat etmeyi, doğayı seven, festival takip eden pek çoklarının radarına takılmıştır Burning Man. Benim de önce görselliğiyle, sonra müzikal anlamda, son olaraksa felsefesi ile yapılacaklar listemde gitgide üst sıralara tırmandı seneler içinde.

Yurt dışı festivalleri konusunda oldukça tecrübeli olsam da bu seneye kadar ‘hazır’ hissetmedim kendimi Burning Man’e. Ve ilk kez 2016’da Burner oldum!

Burning Man’e festival demek istemiyorum. Hiçbir hayvanın ya da bitkinin barınamadığı; gündüzleri aşırı sıcak, geceleri aşırı soğuk, sert kum fırtınalarının estiği bir çölde, ortak bir çaba ile yalnızca bir haftalığına kurulan, yaşanabilir hale getirilen, 10 temel prensibi olan ve hiçbir şeyin satılık olmadığı bir şehir burası. Bir sosyal deney. Zorlayıcı bir habitat. Yetişkinler için lunapark, bir masal diyarı, tarifi zor bir anı.

20. yüzyılın son çeyreğinde Amerika’da filizlenen mutenalaştırmaya karşı doğmuş radikal bir hareketin, günümüze kadar -belki de son virajda kendi de bu tuzağa düşerek- gelmiş ritüeli Burning Man.

1 hafta çölde hayatta kalmak için her türlü hazırlığı yapmak gerekiyor. Burning Man’de buz ve kahve dışında para geçmiyor, alışveriş yok. Bu ciddi anlamda ön hazırlık yapmak gerekiyor demek. Bu süreçte aslında nasıl bir Burning Man yaşayacağınıza da karar vermiş oluyorsunuz. Normal hayatınızdaki imkanlarınızın hepsini isterseniz pahalıya, 1 hafta minimumda yaşarım derseniz makul fiyatlara halledilebiliyor bu hazırlık süreci.

Ben bu süreçte çok git geller yaşadım. Burning Man’e daha önce gitmiş olan bazı arkadaşlarımızın ‘karavansız ve kampsız olmaz, yapamazsınız’ söylemleri ve tabii karavan ve bazı kampların maliyetleri sebebiyle, sadece zenginlerin karşılayabileceği bir yer olduğunu düşündüğümden baya bir ön yargı da edindim.

Nihayetinde ‘öyle olmaz, böyle olmaz’ diyenlere kulak asmadık ve kendi bütçemiz elverdiğince bir hazırlıkla Black Rock City’ye adımımızı attık. Şimdi düşünüyorum da, konfor alanımızın dışına çıkmasaydık bu kadar dönüştürücü olur muydu Burning Man? Sanmıyorum!

Dünyanın en güzel gün doğumları ve gün batımları, her şehir gibi zengini, fakiri, genci, yaşlısı, her tarz insan var Black Rock City’de. Uçsuz bucaksız bir alanda 200’ün üstünde sanat eseri, müzelerden galerilerden alışkın olduğumuzun aksine sanat eserleriyle kurulan ‘içli dışlı’ ilişki, gece gündüz bir yerlerde hiç durmayan müzik, zifiri karanlıkta ışık denizine dönüşen ‘playa’da turlayan ‘art car’lar, aklınıza hayalinize gelmeyecek çılgın, derin, yoğun workshop’lar ve partiler, hediye etme kültürü (bazılarının yanlış bildiğinin aksine takas değil, karşılık beklemeden hediye etme), insanın kendini radikal şekilde ifade etmesinin belki de en renkli örnekleri olan kostümler, bir hafta boyunca toplumsal norm ve dayatmalar olmaksızın kendimiz olduğumuz, kendimizi bulduğumuz yer…

Playa’ya ilk adımımı attığımda büyüklüğü karşısında şaşkınlığa uğradım. O kadar çok olanak, o kadar çok yapılacak, görülecek, tecrübe edilecek şey var ki, yetişmek imkansız. Bu da daha ilk günden seneye tekrar gelmeliyim hissi yaratıyor insanda. 30 yaşımda Disneyland’e götürülmüş bir çocuk gibi hissettim kendimi.

Ben dergideki sınırlı yerimde size yüzde 1’ini bile aktaramayacağım, blog’umda ise elimden geldiğince öznel yorumlarımı, anılarımı paylaşmaya çalışacağım, ama herkesin bambaşka kurgulayacağı, bambaşka yaşayacağı bir deneyim Burning Man. Müziklerine bir dergi, kamplarına ayrı bir dergi, Burning Man ve yoga konusuna ise tez yazılır belki..

Seneler önce uçaktan atladım, hava elementiyle ilişkim değişti; bir ayımı aralıksız denizde geçirdim, su benim içimdeki yerinde duramayan tarafı besledi. Burning Man’de ise Cuma günü itibariyle her gece bir şeyler yandı ve biz ateşin etrafında toplanmış binler paralize olmuş şekilde izledik onlarca emekle bir haftalığına inşa edilip, yaşanıp sonra Playa’nın tozuna karışan piramitin, adamın ve tapınağın küllerini… Alevleri izlemekten bu kadar- belki de biraz sapkınca bir keyif alacağımı tahmin etmez, çölün ortasında kum fırtınalarında kaldığımda, ya da bacaklarım pedal çevirmekten yandığında, açlıktan sinirlerim gerildiğinde ya da gün doğumunun güzelliği karşısında ağladığımda hissettiklerimleyse belki konfor alanımdan çıkmasam yüzleşemezdim. Ateş elementinin dönüştürücü etkisinin yankılarını dinliyorum şimdi içimde. Hayatıma, işime dair sorguluyorum her şeyi…

Ayırca bunlar da hoşunuza gidebilir:

]]>
https://www.cizenbayan.com/atesin-yankisi-yoga-journal/feed/ 0
Brooklyn’in en havalı brunch mekanları [the story of seven] https://www.cizenbayan.com/brooklynin-en-havali-brunch-mekanlari/ https://www.cizenbayan.com/brooklynin-en-havali-brunch-mekanlari/#respond Fri, 04 Mar 2016 15:56:20 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=7623 Ocak ayında The Story of Seven‘da yayımlanmış Brooklyn’in En Havalı Brunch Mekanları adlı yazım (bunun gibi daha pek çok konuda ilham verici ve özgün yazı için The Story of Seven‘ı ziyaret etmeyi unutmayın)

Manhattan’ın çok hızlı ve aceleci ruhuna kıyasla Brooklyn’de daha yavaş akıyor hayat. Dev gökdelenlerin yerini yatayda uzanan ve geniş depoların aldığı ‘karşı yaka’da, takım elbiseyle bir yerlere yetişmeye çalışan hep hızlı hareket halindeki Manhattanlıların yeriniyse elinde soğuk sıkılmış yeşil sebze suyuyla yogaya girenler ve hayatı daha sakin yaşayanlar alıyor. Bu belirgin farklılıklar New York’un iki cazibe merkezi arasında yeme içme alışkanlıklarında da farklılıklar yaratıyor haliyle.

Brooklyn’de gece hayatı, içki, müzik, dans için seçenekler tabii muhteşem ama sanki bununa örtüşür gibi gün boyu kahvaltı servis eden ya da akşamüstü 4’e kadar harika brunchlar sunan mekanlardan da çokça var. Bunlardan en havalı 7 tanesini seçtim.

5 Leaves (18 Bedford Ave at Lorimer St)

Untitled-6-1

Daha önce kokteylleriyle de The Story of Seven için hazırladığım listeye konuk olan 5 Leaves brunch için Brooklyn ahalisinin en sevdiği adreslerden. İki sokağın kesiştiği köşede, sokağın şeklini alan dar restoranda az sayıda masa olduğundan ve burada yemek yemek de oldukça keyifli olduğundan biraz sıra beklemeniz muhtemel. Rezervasyon almıyorlar ama isminizi yazdırıp bir tur atabilirsiniz. Menüden favorilerimiz brüle greyfurt, avokadolu tost ekmeği ve ‘big breakkie’ yani büyük kahvaltı tabağı. Yanında büyük bir Bloody Mary ve kahve de unutulmamalı.

Cafe Mogador (133 Wythe Ave btwn N 7th & N 8th St)

magador2

Brooklyn Willamsburg’un Fas ve Akdeniz esintili mekanı saat 4’e kadar brunch sunuyor. Burası da çok popüler olduğundan özellikle hafta sonları biraz sıra beklemeniz gerekebilir ama merak etmeyin 5 Leaves’den daha çok masası olduğu için sıra hızlı ilerleyecektir. Mogador’daki favorilerimiz Morrocan Eggs ve bütün omletler!

12 Chairs (342 Wythe Ave at S. 2nd St)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Güney Williamsburg’da dünya mutfağından kahvaltılıkların yanında Orta Doğu’dan ve özellikle İsrail’den lezzetler sunan ve bütün gün kahvaltı servis eden tatlı mı tatlı bir mekan. Öğlen labne, kuskus, dolma yaprak sarmaları, pita yanında kebaplar servis ediyorlar. Kahvaltıda ise bolca İsrail spesiyalitesinin yanında en sevdiğimiz lezzet mantarlı ve soğanlı omlet oldu.

Egg (109A N 3rd St at Berry St)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Egg yani yumurta Williamsburg’un bu aralar en popüler sokaklarından birinde yer alıyor. Tüm gün organik ve doğal kahvaltı servis ettiğinden geç kahvaltı severlerin oldukça tercih ettiği bir mekan. Bekleme süresi minimum bir saat ve çok popüler tüm mekanlar gibi rezervasyon kabul etmedikleri gibi içerde boş masalar olsa da sizi oturtmak için hiç acele etmiyorlar. Acıktıkça acıkıyorsunuz. Masalarda masa örtüsü ya da servis yerine beyaz kağıt ve pastel boyalar var. Leziz kahvaltınızı beklerken yaratıcılığınızı konuşturabilirsiniz. Menüdeki favorilerimiz Eggs Rothko ve 2 Eggs any style. (Biz scrambled söyledik).

Cubana social (70 N 6th St btwn Wythe & Kent Ave.)

Ekran-Resmi-2016-01-21-13.28.03

OLYMPUS DIGITAL CAMERA Processed with VSCOcam with a8 preset

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Brooklyn’deki pek çok mekan gibi eski bir fabrikadan bozma Cubana Social’de Williamsburg’u orta yerinde otantik Havana atmosferi yaşamak ister misiniz? Akşamları canlı müzik de olan yüksek tavanlı loş restoranda Latin Amerika usulü börek Empanada’lar ve kokteyller çok popüler. Brunch menüsünde yer alan 1 fiyatına 2 Mimosa favorilerimizden.

House of Small Wonder (77 N 6th St at Wythe Ave)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Houseofsmallwonder2

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

İçinde ağaç olan mekanlara bayılıyorum. Williamsburg’daki bu küçük Japon kahvaltıcısı da bunlardan biri. İsmiyle bile gönülleri fetheden House of Small Wonder’da tüm gün kahvaltı servisi var. Kart kabul etmiyorlar ama mekanda bir ATM makinası var. Hafta sonu çok kuyruk olsa da hafta içi daha sakin. Lavanta lattesi ve croissant’ı leziz.

Eagle trading co. (258 Eagle St. at Franklin)

Processed with VSCOcam with a7 preset

733743_367834666665406_744993838_n

Listede bir de klasik amerikan kahvatısı olsun dedik ve erken gitmezseniz ‘kalmadı’ cevabıyla karşılacağınız Bagel’ları ve iyi kahvesiyle Eagle Trading Co.’yu son sıradan ekledik! Bagel dışında omletleri ve mini slider’ları da denemeye değer ama mekanın asıl olayı kahveleri!

]]>
https://www.cizenbayan.com/brooklynin-en-havali-brunch-mekanlari/feed/ 0
New York’ta nevi şahsına münhasır 7 kokteyl bar [the story of seven] https://www.cizenbayan.com/new-yorkta-nevi-sahsina-munhasir-7-kokteyl-bar/ https://www.cizenbayan.com/new-yorkta-nevi-sahsina-munhasir-7-kokteyl-bar/#comments Thu, 21 Jan 2016 21:20:12 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=7509 Ekim ayında The Story of Seven‘da yayımlanmış New York’ta nevi şahsına münhasır 7 kokteyl bar yazım: (bunun gibi daha pek çok konuda ilham verici ve özgü yazı için The Story of Seven‘ı ziyaret etmeyi unutmayın)


Yüzlerce milletten milyonlarca insanın bir arada yaşadığı, kültürlerin birbirine karıştığı, dünyaya yayılacak trendlerin doğup geliştiği bir kuluçka olan New York’un bu çeşitliliği ve trend yaratma iddiası tabii ki kokteyl kültüründe de kendini hissettiriyor. Alışkanlıklarla beraber melodiler ve aromalar da karışıyor birbirine. Yepyeni renklerin var olduğu işte bu canlılık ve çeşitlilik içinde New York’un her biri kendine has 7 mahallesinde yer alan onlarca kokteyl barı içinden bu ziyaretimizde kalbimizde yer eden 7 kokteyl bar:

1. Apotheke / Chinatown

(9 Doyers St #1)

apothekenyc5

Chinatown’un, mazgallarından buhar tüten, (dev farelerin koştuğu) ıssız bir çıkmaz sokağında, hiçbir tabela olmayan kapısından içeri girip birkaç basamakla iniyorsunuz duvarları ateş tuğlası oldukça şık ve loş mekana. Mermer barda içkiler, vintage ilaç şişeleri, deney tüpleri arasında eczacı önlüğü giymiş barmenler deri kaplı menüden seçtiğiniz ‘reçete’nizi büyük bir ustalıkla hazırlıyorlar. Deri koltuklarda rahat bir ev ortamındaymış gibi kokteyl içebileceğiniz gibi her Salı burada çalan 9 kişilik brass band’in alçak tavanlı mekanı dolduran melodileriyle dans da edebilirsiniz. New York’un kendine has kokteyl ve speakeasy ruhunu en iyi yansıtan zamansız mekanlardan biri olduğu kesin Apotheke’nin. Giderken pek çok kokteyl barda olduğu gibi giyim kuşama biraz dikkat etmekte fayda var. İstek üzerine uzman miksolojistler tarafından verilen kokteyl workshop’larına katılmak da enteresan bir deneyim olabilir.  http://www.apothekenyc.com/apotheke-academy

2. The Campbell Apartment / Midtown 

(15 Vanderbilt Ave)

elif

1920’lerde zengin bir iş adamı olan John W. Campbell’ın ofisi olan, Midtown’da, Grand Central Terminal’in içinde yer alan The Campbell Apartment, vintage kokteylleriyle olduğu kadar ihtişamlı atmosferiyle de New York’un en iddialı kokteyl barları arasında. Kitlesiyle ve şık ahşap ağırlıklı dekorasyonuyla viski kültürüne olduğu kadar sofistike kokteyl ortamına da uygun mekanın mottosu “Cocktails from another era.” Son zamanlarda kokteylleri kadar Manhattan’da geçen ve oldukça zengin üniversite öğrencilerinin hayatlarını konu alan Gossip Girl dizisinde bir öpüşme sahnesinin burada geçmesi sebebiyle de dizinin fanları tarafından yakın mercek altına alınmış durumda http://www.hospitalityholdings.com/#/establishments/the_campbell_apartment

FullSizeRender-4

3. Five Leaves / Greenpoint

(18 Bedford Ave., Greenpoint)

5lv_editorial_092013-06-06-15-05-49

2008 yılında kaybettiğimiz Avustralyalı aktör Heath Ledger’ın hayali olan ve ölümünden sonra ailesi ve arkadaşları tarafından açılan Five Leaves iyi kokteylleri gibi  Brooklyn ahalisini hafta sonları akşamüstü saatlerine kadar mekanın kapısında kuyruğa sokan brunch’larıyla da ünlü.  http://fiveleavesny.com/

Processed with VSCOcam with a8 preset

4. The Ides at the Wythe Hotel / Brooklyn 

(80 Wythe Ave, Brooklyn)

unnamed (1)

Brooklyn’in hatta New York’un en hip otellerinden Wythe Hotel’in terasında yer alan The Ides, özellikle Manhattan skyline’ını pembeden turuncuya açık maviden koyu laciverte boyayan gün batımı saatlerinde hafif bir kokteyl içmek için ideal. http://wythehotel.com/the-ides/

5. Grand Bar at the Soho Grand Hotel / SoHo

(310 W Broadway)

31426905

SoHo’nun kalbinde, Manhattan’ın ilk lüks butik otellerinden Soho Grand’in, bu mahallenin 1870’lerdeki şatafat ve ihtişamının yanı sıra, 1970’lerdeki lüks sanatsal döneminin izlerini taşıyan barında hem bu dönemlerde gitgide bir trend haline gelen leziz viski kokteylleri yapılıyor hem de plaktan çalınan harika müzikler eşliğinde harika pre-evening partileri düzenleniyor.  http://www.sohogrand.com/dining-nightlife/

SGH_CLUB_ROOM_1200x800-1200x800-c-default1

6. fig. 19 / Lower East Side 

(131 Chrystie St. btwn Broome & Delancey St)

fig-19

Önce kapıdaki iri yarı adamın kulağına bara geldiğiniz fısıldanarak giriliyor gündüzleri bir sanat galerisi olan Lower East Side’daki ‘ön’ mekana. Bembeyaz duvarlar ve sergilenen tabloları geçince en arkada, karanlıkta seçilemeyen bir kapı, bu steril ortamdan çok farklı bir dünyaya açılıyor. Duvarlarda doldurulmuş hayvan kafaları, bir şömine, deri koltuklar, antika mobilyalar, loş bir ışık ve tüm bu ortamdan çok alakasız yüksek tempolu sert bir müzik. Lower East Side’da’ki bu speakeasy birer whisky sour içip geceye devam etmek için ideal. http://figurenineteen.com/

7. Mother’s Ruin / Nolita 

(18 Spring Street)

door2

Nolita’da özellikle mahalle ahalisinin uğrak mekanlarından olan, casual (salaş) ve rahat Mother’s Ruin hafta içi iş çıkış saatlerinden gece yarısına kadar cıvıl cıvıl bir ortamın yanında leziz kokteyller vaat ediyor. Eğer kokteyllerin lezzeti kadar sunumu ve hazırlanış esnasındaki şov ve ritüel de hoşunuza gidiyorsa, ön sıralardan yani barda bir yer kapın kendinize. Mother’s Ruin’in belli ki işinden çok keyif alan, hoşsohbet ve oldukça da yakışıklı barmenleri içkinizi hazırlarken sizi hipnotize etsin. Bu arada Pazartesi geceleri de acılı tavuk kanadı gecesi, mekanın spesiyalitesi. Yerel bar kültürünü ve downtown ruhunu yaşamak isteyenlere duyrulur. http://www.mothersruinnyc.com/

10628306_961595710534864_2722859110608025669_n

]]>
https://www.cizenbayan.com/new-yorkta-nevi-sahsina-munhasir-7-kokteyl-bar/feed/ 1
Nashville’e yolu düşenlerin görmesi gereken 7 mekan [the story of seven] https://www.cizenbayan.com/nashvillee-yolu-dusenlerin-gormesi-gereken-7-mekan/ https://www.cizenbayan.com/nashvillee-yolu-dusenlerin-gormesi-gereken-7-mekan/#respond Thu, 21 Jan 2016 20:15:32 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=7506 Ekim ayında The Story of Seven‘da yayımlanmış Nashville’e yolu düşenlerin görmesi gereken 7 mekan yazım: (bunun gibi daha pek çok konuda ilham verici ve özgü yazı için The Story of Seven‘ı ziyaret etmeyi unutmayın)

b_s6CZ5k1XimrPDTl4Q_OstHoHj1nTSCNKoikV-anvg

Jack Daniel’s Distillery

Nashville’e bir saatlik mesafede Lynchburg’da yer alan bu dev tesiste tüm süreci baştan sona izlemek mümkün. Bu viskiye tadını veren Lynchburg’daki kaynak suyuyla hazırlanmış mısır, arpa ve çavdar karışımı bu hikayenin sadece bir kısmı. Diğer kısmı rengini, tadını ve kokusunu veren; her biri kendi üretimleri olan fıçıda gizli. Özel turlarla, dünyanın neresinde tüketilirse tüketilsin tamamı tam da burada üretilen Jack Daniel’s markasının her bir damlasının geçtiği aşamaları görüp viskiye duyulan hayranlığın artması muhtemel. Her yıl dünyanın her yerinden sayısız (yerli ve yabancı) turistin ziyaret ettiği bu fabrikaya ve çevresine sadece harika viskisiyle değil kurucusunun efsanevi hayatı da damgasını vurmuş. İnanılmaz bir doğa, yürürken etrafımızdan akan kaynak suyu, 1866’dan günümüze uzanan bir geleneğin her anını belgeleyen müzesiyle birlikte bu damıtımevi /fabrika Nashville’e gelmişken mutlaka ziyaret edilmesi gereken mekanlar arasında başı çekiyor. Alışveriş için de zaman ayırmayı unutmayın, ahşap ve el işçiliğinin konuşturduğu Lynchburg’daki mağazalar ziyarete değer!

Xrc2UxlJhB9SsoviX-hNgarPAOveykbAQbXLg_QedIY

Miss Mary Bobo’s Boarding House

Lynchburg’ün en önemli şahsiyeti Jack Daniel hiç evlenmemiş ve çapkınlığıyla adından sıkça söz ettirirmiş. Ve Lynchburg’de fabrikasında çalıştığı yıllarda öğle ve akşam yemeklerini Miss Mary Bobo’nun yerinde yermiş. Bugün hala orijinal mekanında, yaşlı hanımefendiler tarafından işletilen Miss Mary Bobo’s Lynchburg’ü ziyaret edenlere eşsiz bir yemek deneyimi sunuyor. Eski, güney tarzı dekore edilmiş konakta her bir odasında masanın başına oturan tonton mu tonton nineler, ortaya gelen birbirinden leziz yemekleri masanın başından saat yönünde elden ele ileterek aynı masada tesadüfen bir araya gelen farklı müşterilere sorular sorup onları hemen kaynaştırarak bir aile ortamı yaratıyor. Güney mutfağının en güzel örneklerini sunan menüdeki her yemeğin leziz olduğunu söylememe sanırım gerek yok. Miss Mary Bobo’s Nashville’e gelenlerin atlamaması gereken bir tecrübe. Ancak önden rezervasyon yaptırılması şart.

KtCUCjfkITqN3jb69U-NzMBSNllynXlLT4jkI2WSsNo

CaUMQp3JSvnta2PivmcGqwXddtj0z5JgSUHO3tUARdA

The Southern Steak & Oyster

Nashville Downtown’da bolca proteinden oluşan güney mutfağını en iyi şekilde temsil eden ve bu yemek kültürünü şehrin steak’ini yapıp ve leziz istiridyesi ile taçlandıran, hem samimi hem de şık bir restoran olan The Southern şehre gelmişken mutlaka uğranması gereken restoranlardan. Başlangıçlar konusunda güler yüzlü çalışanların önerilerine güvenebileceğiniz gibi ülkenin dört bir yanından farklı tat ve dokularda istiridyeyi de es geçmeyin. Nashville’e özel biralar kadar, Tennessee viskisiyle yapılan tatlı ekşi kokteyller ve klasik Lynchburg limonatasını bir de memleketinde için!

Xrc2UxlJhB9SsoviX-hNgarPAOveykbAQbXLg_QedIY (1)

Fido

Gençlerin sıklıkla takıldığı, ikinci el kitapçıların, uzak diyarlardan kumaş ve hediyelik eşyaların satıldığı butiklerin ve iyi kahvecilerin yoğunlaştığı Hillsboro Avenue’nun en kendine has cafe / barı şüphesiz Fido. Özellikle öğle saatlerinde oturacak yer bulmanın güçleştiği, çevre iş yerlerinde çalışanların ve öğrencilerin kasada uzun kuyruklar oluşturduğu Fido, Nashville’e özel Chili’li, zencefilli enteresan kahvelerin ve sağlıklı atıştırmalıklarının yanı sıra bol ışık alan yüksek duvarlarında sergilenen ve satışta olan genç sanatçılara ait işleri ve misafirlerine dinlettiği iyi müzikle de öne çıkıyor.

elif1

Pangaea

Hillsboro’nun en kendine has dükkanlarından Pangaea Uzak Doğu’dan Meksika’ya etnik kumaş ve hediyelik eşyalar, özenle seçilmiş enteresan kitaplar, yerel sanatçılara ait takı koleksiyonları, mis gibi tütsü ve sabun kokuları arasında enteresan kartpostallar satıyor ve kapısından girdikten sonra burada saatler geçirmeniz muhtemel. Nasville dokunuşu olan yerel bir Urban Outfitters kıvamındaki Pangaea’yı tanımlamak için yanlış olmaz.

gmQPSBxfMNK_PchSdcty_9mV40gTAngM6cStU_625G4

Crema

Aslında işlek bir otoyol olan Hermitage Avenue üstünde, East Nashville ile Downtown’ı birbirinden ayıran Cumberland Nehrine bakan Crema, çalışmak için uygun aydınlık ve ferah ortamı, hızlı internet bağlantısı, mis gibi kahve kokuları arasında seçim yapmakta zorlanacağınız brewing yöntemleri, kahve demleme ve içme aksesuarları satılan köşesi ile her hipster’ın hayalindeki kahve dükkanı. Nashville’e gelmişken sabah 7’de erkenden açılan ve genç profesyonellerin işe gitmeden uğradıkları ya da direkt olarak rahat sandalyelerinde çalıştıkları bu mabede uğramalı.

 

9DoJi90V2R5YmOxXMlB3HlAW3epGkmE3pa1Mibfq43s

Frist Center for the Visual Arts

Art deco ve klasik mimari stillerinde inşa edilmiş şehrin eski posta ofisi binası bugün binanın mimari üslubuna uygun logosu ve geniş görsel sanat arşiviyle şehrin mutlaka ziyaret edilmesi gereken sanatsal ortamına zemin hazırlamış. Frist’in programına http://fristcenter.org adresinden ulaşabilirsiniz.

XyaAOWgpY0BzRFxriSl-uFcs0vFaVsjeK11gUXSxVfw

]]>
https://www.cizenbayan.com/nashvillee-yolu-dusenlerin-gormesi-gereken-7-mekan/feed/ 0
MILLER MUSIC TOUR WEST https://www.cizenbayan.com/mmtw/ https://www.cizenbayan.com/mmtw/#respond Wed, 06 Jun 2012 19:35:59 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=280 Dünyanın farklı ülkelerinden toplam 200 kişi,

1 özel jet, 3 şehir ve unutulmaz 5 gece!

Hazırsanız Miller Music Tour West başlıyor!

Sadece isminde bile en sevdiğim üç şey geçen bu tura giden iki arkadaşım Koray ve Artemis’i geçen sene sosyal medyadan gıptayla takip etmiştim. Bu sene gideceğimi öğrendiğimde ilk tepkim çığlık atmak olmuştu. Benle birlikte Dilan Bozyel, Ali Tufan Koç ve Miller Music Factory’nin kazananı Sapan’ın da katılacağı MMTW’in tarihi yaklaştıkça heyecandan uyuyamaz oldum.

Ve vize koşturması, bavul telaşı derken nihayet beklenen gün geliyor! 13 saatlik heyecan dolu bir uçak yolculuğundan sonra LAX havalimanına iniyoruz. Organizasyon ekibinden iki kişi ellerinde Miller tabelaları ve yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle karşılıyorlar bizi. Otobüsle otelimize geliyoruz. Tura kaydımızı yaptırırken t-shirt’lerimiz, çantalarımız, bileklik ve katlarımız, turla ilgili detaylı bilgileri falan veriyorlar bize. İsteyene de buz gibi Miller! Her şey düşünülmüş gibi gözüküyor. İlerleyen günlerde de göreceğiz zaten.
No images found.

30 Mayıs Los Angeles

Havaalanından otobüsle geldiğimiz Beverly Hills’deki SLS Otel inanılmaz. Odama çıkınca gözlerime inanamıyorum. Keşke aceleyle bir yerlere gitmem gerekmese de biraz keyif yapsam diyorum. Ama uçağımız rötar yaptığı için zaten geç kaldık; hatta basın briefingini de kaçırdık. Hazırlanıp hemen bahçedeki ‘Welcome Reception’a iniyoruz. Burada MMTW Emcee’miz Evan içinde bolca ‘woo hoo’ ve ‘awesome’ geçen cümlelerle önümüzdeki günlerde yaşayacağımız ‘inanılmaz’ olayların, yani Miller Music Tour West’in hızlı bir tanıtımını yapıyor. 5 gün boyunca en iyi kulüplere VIP girişimizi sağlayacak bilekliklerimizi hiç çıkarmamamız gerektiği; uymamız gereken kurallar, yapmamız ve yapmamamız gerekenler konusunda bilgilendirildikten sonra açık büfe sushi, paella ve birçok leziz atıştırmalıkla akşam yemeği faslını sosyalleşerek ve biraz da ‘evet geldim, sonunda buradayım’ı idrak ederek geçiriyoruz. DJ setinin başındaysa DJ Lady Sha var. Yemekten hemen sonra ilk akşamki eğlencemiz için otobüsler Supperclub’a hareket ediyor.


Otobüste bile durmak yok. Özellikle Evan’la aynı otobüse bindiyseniz. Müzik, bolca Miller ve koridor dans yarışmasıyla daha kulübe gitmeden kurtlarımızı döküyoruz. Supperclub’a bileğimizdeki bileklikler sayesinde sıra beklemeden girip bize ayrılmış localarda önümüzdeki günlerde MMTW’de gerçekten nasıl ayrıcalıklarla karşılaşacağımızı yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz.

Saat 11’e yaklaştıkça Supperclub iyice doluyor. Etrafı gözlemliyorum biraz: Kızlar spor-şık. Topuklu ayakkabı ve yazlık elbiseler ağırlıkta ama düz ayakkabıyla gelenler de var. Erkekler biraz daha rahat. Gömlekliler de var t-shirt’lüler de. Hatta gecenin ilerleyen saatlerinde beyzbol şapkalı gençler bile gördüm.

Bize dağıtılan içki fişlerimizle içkiye bile para ödemiyoruz. Saat farkı sebebiyle uçakta kutlamaya başladığımız İnci’nin bitmek bilmeyen doğumgünü için bir jest de Miller ekibinden geliyor, sahneye ‘happy birthday inci şirin’ yazısı yansıtıyorlar. DJ setinin başına Fred Matters geçtiğinde dans pisti en dolu halini alıyor. Daha sonradan araştırıp öğrendiğime göre Heidi Klum’un her sene Las Vegas’ta host ettiği özel Cadılar Bayramı partisinde çalarmış Fred Matters. Dubstep remixlerle Supperclub’ı hakkaten yıkıyor. Öyle iyiydi ki yarım günden fazla süren uçuşun üzerine bile dans ettim! Türkiye’de yeni sabah olmuş. Bizse burada dev bir partideyiz.

Miller 200 küsür kişiye aynı anda bu vaat ettiği VIP deneyimi yaşatmayı nasıl başaracak derken daha ilk geceden ikna oluyorum. Sabah yarım saat kadar vaktimiz var, çıkıp otelin etrafında turlayalım diyoruz ama LA arabasız olmaz diyenler haklıymış, görecek hiçbir şey yok. Bol kalorili Amerikan stili kahvaltımızı edip bavulları teslim ettikten sonra San Francisco’ya gidecek jetimize binmek için otobüslerle özel bir terminale geliyoruz. Bavullarımız çıktığımız otelden gireceğimiz otele getiriliyor. Biz bir de onlarla uğraşmıyoruz.

Bütün Los Angeles fotoğraflarına bakmak için tıklayın

31 Mayıs San Francisco

Tarifeli uçuşların gerçekleştirildiği normal havaalanlarıyla işimiz yok. Özel uçakların havalandığı bir terminaldeyiz. Buradan San Francisco’ya gitmek üzere özel jetimize biniyoruz. Normalde yiyecek içecek servisinin yapıldığı servis arabasının başında bir hostes değil, D-JR var, seyyar müzik yapıyor! Topu topu 1 saat süren uçuşta bile durmak yok. Herkes dans ediyor. Buz gibi Miller servisi yapıldığını söylememe gerek yok sanırım. Yerden metrelerce yüksekte party devam ederken Evan bir çekiliş yapılacağını anons ediyor. Numarası çekilen şanslı kişi Rockstar olacak: Bu kendi seçtiği bir kişiyle birlikte havaalanından otele limuzinle gidip otelde kral dairesinde kalacağı anlamına geliyor.


Jetten indiğimizde bir break dance gösterisi bekliyor bizi. Şanslı Rockstar ve seçtiği kişi beyaz bornozlar giyip limuzine binerken biz de Miller’ın nasıl ayarladığını gerçekten aklım almadığı bir şekilde polis eskortuyla gidiyoruz W San Francisco Hotel’e. Ünlü Bay Bridge üzerindeyiz, uzakta da Golden Gate görünüyor. Biz otobüsten gördüğümüz manzaraya hayran kalırken otobüslerin önlerinde arkasında baya baya motorsikletli polisler yolları kesip trafiği açıyorlar bize. Şaşkınım.

San Francisco’da hava şahane. Bavullarımız da W Hotel’e gelene kadar boş durmak yok tabii. Biz ayaküstü bir şeyler atıştırırken DJ Jeanine Da Feen de müzik yapmakta. Bavullar geliyor, 1 saat kadar boş vaktimiz var. Dinlenmek yerine San Fran sokaklarını görmek istiyorum: Cihan’la bir taksiye atlayıp Fisherman’s Wharf’a gidiyoruz. 5 dakikalık yolculukta 8 tane Starbucks görüyoruz. Cadde’den de vahim burada durum. Fisherman’s Wharf’dan Alcatraz da gözüküyor. Turistik bir yer burası. Restoranlar, hediyelik eşya dükkanları falan var, ne yazık ki bizim çok vaktimiz yok.


Otele geri dönüp hızlıca hazırlanıp otobüslerle 1300 on Fillmore’a gidiyoruz. Biz bu yüksek tavanlı harika dekorasyonlu San Francisco restoranında leziz yemeklerin tadını çıkarırken soul, hip-hop, Latin funk 5’lisi Hot Pocket da minik bir konser veriyor. Gruba biraz yakın oturmuş olmalıyız ki masada zor duyuyoruz birbirimizi. Harika grup ama sohbet için pek uygun değil, gerçi biz de Miller Music Tour’dayız değil mi?

Yemek bittikten sonra organizasyon tarafından turun highlight’ları arasında gösterilen Emeli Sande’yi dinlemek üzere Slim’s’e gidiyoruz. Slim’s taş duvarlı güzel bir venue. SF ruhuna uyan bir yer. Babylon’u andırıyor bana. Emeli Sande öncesinde bizimle birlikte turda olan Güney Afrikalı Khuli Chana ve AKA sahne alıyor. Gözüme kestirmiştim ben bu gençleri çünkü gittiğimiz her yerde çok şıklardı. Meğer sanatçıymış adamlar :)


Seyirciyi coşturan bir hip-hop performansından sonra 23 yaşındaki İskoçyalı şarkıcı ve söz yazarı Emeli Sande ile tempo düşüyor biraz. Tek bir gitarla çıkıyor önce sahneye. Ses ne kadar harikaysa o kadar az enstrüman gerek derler ya. Nina Simone ve Lauryn Hill etkisinde, retro-futurist soul-pop tarzında müzik yapan ve turnede Coldplay’e eşlik eden Emeli 2012 Brit Ödülleri’nde Eleştirmenlerin Seçimi ödülünü de almış. Bu kadını araştırın yakında çok ünlü olacak diye tweet atıyorum, Türkiye’de sabahın 5’i olmasına rağmen ‘zaten tanıyoruz, yakında daha da duyulacak ismi’ diye cevaplar geliyor. Emeli’nin performansından sonra otel’e dönüp W’nun barında birer kokteyl’le günü sonlandırıyoruz.

Ertesi sabah Las Vegas’a gitmeden önce iyi bir uyku almak ya da San Francisco’da turlamak gibi iki seçenek var. Bilin bakalım hangisini seçiyorum. Kahvaltıdan sonra otelden çıkıp Union Square’e doğru yürüyoruz. San Francisco gerçekten de çok güzel, LA’dan çok farklı, ben daha çok beğeniyorum. Gökdelenler, insanlarla dolu caddeler, denize çıkan yokuşlar, cable car, gökkuşağı bayraklarıyla işte yaşayabileceğim şehirlerden biri diyorum. Hoşgörülü, özgür ruhlu şehir San Francisco. Güvende ve huzurlu hissediyorum burada.

Bütün San Francisco fotoğraflarına bakmak için tıklayın

1-2 Haziran Las Vegas

Hızlı bir San Francisco turundan sonra otobüslerle havaalanına gidiyoruz. Havaalanında bizi bir sürpriz bekliyor. Miller Music Tour West olayı daha ne kadar abartabilir derken, özel uçakların kalktığı alanda bir hangara giriyoruz ve Miller burayı dev bir gece kulübüne çevirmiş. Uçakların arasında muazzam bir ışıklandırma, DJ, mekandan dolayı harika akustikte müzik ve buz gibi Miller’la uçağa binene kadar partiliyoruz.

Uçakta da durum değişmiyor. Zaten Vegas’a gittiğimiz için son derece gaz olan insanları daha da coşturuyor DJ VTECH. 45 dakika süren bol türbülanslı uçuştan sonra Vegas’tayız. Uçaktan inince çölün ortasında olduğumuz gerçeği bir fön makinasından yüzümüze çarpıyor sanki. Öyle sıcak ki sanki uçağın motoru soğumamış da onun sıcağıymış gibi hissettiriyor.

Hava alanından otelimize gelmemizse sadece 5-10 dakika sürüyor. Tüm otellerin birbiri ardına dizildiği Las Vegas Strip’teyiz: hep dizilerde ve filmerde gördüğüm için aşina olduğum otellerin yanından geçerken kalbim yerinden çıkacak gibi. Özgürlük Anıtı ve Manhattan skyline’ının küçük bir kopyasından sonra biraz ilerde Venedik Kanalları, Eiffel Kulesi ve Sezar’ın Sarayı. Miniatürk’ün farklı bir versiyonu gibi.


Otelimiz The Cosmopolitan’a girdiğimde daha da net anlıyorum: görgüsüzlüğün ve aşırılığın başkenti burası. Kumarhanenin içinden geçerek gerçekten de dev bir avize şeklinde olan The Chandelier’de hoş geldin resepsiyonunda hayatımda yediğim en güzel tatlılarla 3 yıllık kalori ihtiyacımı karşılarken Vegas’la ilgili bilgileri içeren zarflarımızı teslim alıyoruz. Burada iki günümüz olduğundan dolayı zarfın içinden klasik kahvaltı fişi, otelin haritası -otel o kadar büyük ki haritası var evet- gibi şeyler dışında boş günümüzde şansımızı denememiz için 25$’lık kumarhane chip’i, yemek yememiz için 30 $ falan çıkıyor. Miller beni şaşırttıkça şaşırtıyor.

Çevredeki diğer otellerin aksine The Cosmopolitan Avrupa’daki herhangi bir yapıya öykünerek yapılmamış. 6 ay önce açılmış bu otelin mimarisi diğerlerine nazaran modern, ama yine rüküşlükte Dubai ile yarışır cinsten. Bir özelliği de Vegas’ta balkonu olan tek otel olması. Bavulumu teslim alıp odama çıktığımda gözlerime inanamıyorum. Miller yapmış yine yapacağını ama asıl sürpriz beni balkolda bekliyor: 28. kattaki odamın balkonundan Ceaser’s Palace, dünyanın en büyük ışıklı su gösterisi olan Bellagio Otel’in havuzu, Eiffel Kulesi panaromik bir şekilde önümde. Kalıp tadını çıkarmak isterdim ama hızlıca bir duş alıp otobüse binmem gerek.

vegasodam

Önce Mirage Otel’in içinde Stack adlı restoranda harika bir yemek yiyoruz: başlangıç, salata, ara sıcak, ana yemek, tatlı var, hepsi de birbirinden leziz. Özellikle deniz mahsülleri tabağı. Yemekten hemen sonra yine Mirage otelin içinde Cirque du Soleil’in Beatles anısına sahnelediği Love isimli gösteride yerlerimizi alıyoruz. Mirage’daki bu salon Cirque du Soleil’in gösterileri için özel olarak tasarlanmış.

3 günlük yorgunluk ve 5 course’luk yemek üzerine aslında gözümü kırpmadan izlemem gereken bu şov sırasında öyle bir ağırlık çöküyor ki, ışıklandırma ve müziğin de etkisiyle bir rüya gibi geliyor. Daha sonra kimle konuştuysam onlar da şova bayılmışlar fakat uyumamak için büyük bir mücadele vermişler benim gibi. Renkler, ışık, hareketli sahne, kostümler, şarkılar o kadar iyiydi ki… İzlerken tüylerim diken diken oldu ve hatta sonlarına doğru gözlerim doldu. Gerçekten özellikle Beatles severleri çıldırtacak harika bir şov.

beatles

Gösteriden sonra otele dönülecek çünkü Miller’ın bizim için bu gece ayarladığı gece kulübü Marquee The Cosmopolitan Hotel’de yer alıyor. Odaya gidip, önden yolladığım Cihan’dan dress code hakkında fikir sahibi olup ayağıma en yüksek topuklularımı giydikten ve itiraf edeyim bir kutu enerji içeceğini kafaya diktikten sonra önündeki çılgınca kuyruğu boynumdaki VIP pass’ı gösterip geçerek Marquee’ye giriyorum.


Minicik etekli kızlar, çöl sıcağı, terasta havuz başında localar, menüde 150.000 $’lık içkileriyle Marquee’nin bir duvarında kocaman harflerle ‘burası Kansas değil Vegas, dans et!’ yazıyor. Miller’a ayrılmış bir loca ve havuz başında da ortam güzel ama asıl olay EC Twins’in çaldığı yerde gerçekleşmekte. Edinburgh’da çaldıkları kulübün de ismi olan ‘Eye candy’ denecek kadar güzel ikiz kardeşler Marc ve Allister Blackham yüksek enerjileriyle Marquee’yi hakikaten yıkıyorlar. En popüler, seyirciyi coşturan şarkı burada da Somebody that i used to know. Bu şarkının EC Twins remix’iyle bir yandan dans edip bir yandan deli gibi bağırırken bol bir tanktop giymiş Alec’in ‘edeleli’ kollarını izlerken gözlerimiz de bayram ediyor. Üstte dansçı kızlar, ses sistemi, ışıklar… Vegas olayı bitirmiş.

Marquee’den çıkıp lobide slot machine’lerin başına oturuyoruz Cihan’la. Onlarca farklı temada Makine var, ama aslında hepsi aynı. Tek yaptığın ne kadar para yatıracağını belirledikten sonra bar’ları döndürecek tuşa basmak. 10 dakika kadar sonra aptala bağlamak olası. Minimal meblağlarla bir kaybedip bir kazanarak 10-15 dolar harcıyoruz. Daha sonra rulet masasında turdaki numaram olan 21’in olduğu aralığa koyduğum 25$’lık chip’imi ikiye katlıyorum. Çok mutluyum. Kazanmışken tadında bırakayım diyorum. Benden kumarbaz olmaz.

chip2

Vegas’la ilgili dedikleri her şey doğruymuş. Otelin lobisinde hiç pencere yok. İçersi yapay ışıklandırmayla her daim aydınlık. Dışarıyı göremediğiniz için saatin kaç olduğunu algılamanız mümkün değil. Biz şık gece kulübü kıyafetlerimizleyiz ama bikinili insanlar da var. Sürekli devam eden bir hayat söz konusu Günah Şehri’nde.

Sabaha doğru üzerinde yürümeyi daha fazla beceremediğim topuklu ayakkabılarım elimde odamın olduğu katta koridorda yürürken karşıdan gelen kalabalık bir grup, hakkımda ‘nereye gittiğini biliyor mu acaba’ diye bir yorum yapıyor. Tam yanlarından geçerken ‘evet odama gidiyorum’ diyorum. Sonrasında blöfle karışık ‘odanda after party mi var gelebilir miyiz’ diye soran gençlere ben de blöfle karışık ‘gelin’ diyorum. 28 kat aşağıda, casino’da bin dolarlarla dönen bu oyunu ufak bir party üzerinden götürmek kimsenin gözünü korkutmuyor, ben artırıyorum, onlar da görüyor: kısacası bir anda spontane bir after party oluşuyor odamda.

manzara

Şahane hava, şahane manzara, buz gibi bira ve MMTW’in Kolombiyalı katılımcılarıyla gece bitmemeye kararlı. Hemen Cihan ve Dilan’a da haber veriyorum durumu. Onlar da gelince hep beraber Rock Star’ın suitini ziyarete gidiyoruz. Şahane sohbetler eşliğinde güneşin doğuşunu izliyoruz. Sabaha karşı ılık çöl esintisi, spontane gelişen eğlenceler, ışıklar, müzik, sohbet, yeni insanlar, dans, leziz yemek ve gösteriden oluşan bu gece benim için açık ara MMTW’in en iyi gecesi oluyor.

Güneş doğduktan sonra yatmama rağmen geç olmadan kalkıp dünyanın en abartılı brunch’ı için otelin içinde yer alan Wicked Spoon’a gidiyoruz. Sushi’den pizza’ya, omletten pirzolaya, dondurmadan makarnaya aklınıza gelebilecek her şey var. Normal bir otel kahvaltısı gibi sadece bir omlet yanına peynir alayım diye geçiştiremiyorsunuz bu öğünü, açık büfe insan iradesi üzerine oynanan bir oyun. Vegas’taki bu serbest günümüzde israf denebilecek boyutlarda abartılı ve sonrası pişmanlık dolu brunch’ın ardından otelin 14. katında yer alan havuzda keyif yapıyoruz biraz. Çöl güneşi altında 15 dakikada bir ton koyuluyoruz.


Havuz sefasındandan sonra lüks otellerin birbiri ardına sıralandığı The Vegas Strip’te mağazalara ve diğer otellere girip çıkarak geçiriyoruz günü. Ceaser’s Palace’ın içindeki The Forum Antik Yunan mimarisinden esinlenerek demek isterdim ama taklit edilerek yapılmış ve aslına bakarsanız zevksizlikten yıkılıyor, bir mimar olarak gözlerimi acıtıyor. Ama Vegas ruhu bu biraz da. Dev bir lunapark burası. O yüzden kabullenilebilir bir durum sanırım. Tavan gökyüzü şeklinde boyanmış, meydanlarda havuzlar var, mağazalar tapınak gibi, ama bir pencere dahi yok, hep loş ve çok iç karartıcı. Hemen birşeyler satın alıp çıkmak istiyor insan. Bana mimarlık okulunda etik adına öğretilen her şeye zıt anlayışla inşa edilmiş Forum’un iç karartıcı havasından çıktığımızda dış mekanda yer alan Eiffel Kulesi’nin taklidi için ‘yanlış ama güzel’ diyebiliyorum gönül rahatlığıyla. Ben tatildeyim. Bunlara kafa yormamam lazım diyerek, yeni bir bavul almamı gerektirecek kadar alışveriş yapıyorum.

IMG 3579_Snapseed

Boş günün ardından Carlos Santana ve öncesinde yemek yemek için Mandalay Bay’de yer alan House of Blues’a gidiyoruz. Burada konserden önce, yemek sırasında bir salsa gösterisi izliyoruz. Yemekten sonra Santana sahnede. İki katlı dev bir konser salonunu doldurmuş ünlü gitar ustası yaşına rağmen saatlerce sahnede kalıyor. Birazcık enerjimi düşüren konserin ardından Jay-Z, Beyonce, Rihanna, Madonna, Kanye West, Paris Hilton, Pamela Anderson gibi ünlülerin de ziyaret ettiği Tao gece kulübüne otobüs kalkıyor. Ben gece kulübü, rollercoaster ya da otelden Bellagio izlemek arasında kalıyorum. Çok içimde kalan ve sırf bunun için bile tekrar Vegas hayalleri kurduğum Rollercoaster’a yetişemeyince tercihimi Bellagio’dan yana kullanıyorum. Aldığım duyumlara göre Tao da enteresan dekorasyonuyla oldukça süper bir gece kulübüymüş.

Bütün Las Vegas fotoğraflarına bakmak için tıklayın.

3 Haziran Los Angeles

Bugün Wicked Spoon’da bir diğer abartılı brunch’ın ardından Los Angeles’a geri dönmek üzere havaalanına gidiyoruz. MTV Movie Awards’a gideceğimiz için uçakta masalarımızda tahminlerimizi işaretlememiz için anketler var. Kazananı doğru bilene büyük ödül varmış. Ben kazanacağını tahmin ettiğime değil, gönlümden geçene verdiğim için oyları; bütün tikleri Ryan Gosling’in isminin yanına koyuyorum. Bu Miller Music Tour’la son uçağa binişimiz. Duygusal anlar yaşanıyor haliyle. Son bir Rock Star çekilişi daha yapılıyor. Bunu da kazanamadık. 3 çekilişi de Kolombiyalılar kazandığı gibi yanlarına seçtikleri +1 de hep aynı kız oluyor. Turdaki diğer bütün kızların nefretini kazanan kız olarak da bahsedebiliriz kendisinden.


MMTW’deki ilk günümüzde Beverly Hills’de kalmıştık. Bu seferki adresimiz Hollywood. Böyle söyleyince çok havalıymış gibi oluyor ama belki ben Los Angeles’a ısınamadığımdan belki de çok gezemediğimizden Hollywood’da olmak Hollywood’dayım demek kadar havalı değil. Kalbim San Francisco ve Las Vegas’ta kalmış benim, belli. Otelde hızlıca hazırlanıp saat 4’de otobüslere binip MTV Movie Awards için Universal Studios’daki Gibson Amphitheatre’a gidiyoruz. Ödül töreni 6’da başlayacak. Evan bile yıllarca MTV’de çalıştığını, bu tarz event’lere asla davetiye bulamadığını, Miller’ın bunu nasıl ayarladığını bilmediğini anlatıp duruyor. Bense Fun ve Black Keys’i canlı dinleyeceğim, Ryan Gosling, Johnny Depp gibi isimleri uzaktan da olsa canlı göreceğim için heyecandan öleceğim.

Amerika’nın Doğusu ve Batısı arasındaki saat farkından kaynaklandığını düşündüğüm törenin erken başlama durumuna, salonun büfesinde satılan dilim pizza, kızarmış tavuk ve pipetle içilen kokteyller de eklenince beklediğim red carpet etkisi ortadan kalkıyor. Her ne kadar izlemeye gelen herkes çok şık olsa da ben stadyumda maç izler gibi hissediyorum kendimi. Ödül töreninin başlamasına 15-20 dakika kala salonda yerlerimizi alıyoruz. Hemen sağ tarafımızda ünlü Frasız DJ Martin Solveig var onun arkasında Martin Solveig gibi başlarına bant takmış seyirci kızlar var. Tabii ki onlar da şovun bir parçası.

 

Bu noktadan itibaren salonda sürekli yönetmenin sesini duyuyoruz: “10 dakika kaldı, yerlerinize!”, “5 dakika kaldı, yerlerinize!” “Son 30!” ve “10-9-8…3-2-1”

Ve Fun’ın We Are Young performansıyla MTV Movie Awards başlıyor. Performansın hemen ardından salonda sessizlik ve hatta insanlar dışarı çıkmaya başlıyor. Sonradan anlıyorum, burada olup biten her şey televizyon için. Reklam arasında salonda müzik ya da herhangi bir eğlence yok. Aradan sonraysa yine her şey eski ihtişamlı halini alıyor. Russel Brand’in seyirciler arasındaki Charlie Sheen’e sık sık takılarak ev sahipliği yaptığı ödül törenini sahne önünden izleyen herkes televizyon için sahnelenen bu şovda üstlerine düşen görevi yerine getiriyorlar.

muviawards

Ve ilk ödül için adaylar anons ediliyor. Best On-Screen Dirtbag ödünü vermek için Mila Kunis sahnede. The Horrible Bosses’daki performansıyla ödülü kazanan Jennifer Aniston’ı canlı gördüğüm için çok mutluyum. En iyi erkek ve kadın performans ödüllerini Hunger Games’deki rolleriyle Josh Hutcherson ve ödül töreninde fiilen yer almayan Jennifer Lawrence kazanıyor. Party Animal Charlie Sheen’in sahneye çıkıp klasik bir party filminde olması gereken öğeleri sıralamasının ardından Wiz Khalifa Work Hard Play Hard şarkısını sahneliyor.

En iyi öpücük ödülünü sunmak üzere Adam Sandler, Andy Samberg ve Leighton Meester sahnede bu defa da. Bari bu ödülü Ryan Gosling (Emma Stone’la beraber oynadıkları Crazy, Stupid Love’daki performansıyla) alsın diyorum ama Amerikan ergen ruhu hakim ödül töreninde, dolayısıyla Twilight’taki sahneleriyle Robert Pattinson ve Kristen Stewart’a gidiyor ödül. Üstelik Robert Pattinson ödül töreninde bile değil. Kristen törene spor ayakkabıyla katılacak kadar rahat, komiklikler şakalar yapıyor.


Russel Brand iki rock efsanesini davet ediyor bu defa sahneye. Aerosmith solisti Steven Tyler ve gitaristi Joe Perry, Johnny Depp’e oynadığı farklı filmler ve canlandırdığı özgün roller sebebiyle MTV Generation Ödülü’nü takdim ediyorlar. Lisede bir rock grubuyla da çalan ve rock’n roll ruhunu hep yaşatan Johnny Depp’in izleyiciye sürpriziyse benim karşılarında eriyip bitecek kadar çok sevdiğim Black Keys’e Gold on the Ceiling şarkısında eşlik etmek oluyor. Johnny gitarda bu düetten sonra Black Keys Lonely Boy çalmaya başlıyor. Ben tam Nirvana’ya ulaşmak üzereyken de televizyon yayını bittiği için yarıda kesiyorlar şarkıyı ve 15 saniyeden kısa bir sürede tüm o aletler sökülüp sahne eski haline geri getiriliyor. Hayal kırıklığını ‘böyle olacağını tahmin etmeliydin’ diyen iç sesim bastırıyor.

Ödüller birbiri ardına sıralanıyor, televizyona çekilen anlar çok keyifli ve aralar aynı sıkıcılıkta geçiyor. Yine de burada bulunmak çok değişik bir deneyim. Jessica Biel ve Kate Beckinsale tek başına güzellikleri yetmezmiş gibi bir arada sahneye çıkarak en iyi cast ödülünü Harry Potter oyuncularına verdiklerinde MTV’ye hakim ergen ruh artık zirve yapmış oluyor.

Elizabeth Banks Hunger Games’deki rolüyle en iyi dönüşüm rolünü Magic Mike filminin itfaiye kostümü giymiş seksi yıldızlarından alırken biz de iç çekiyoruz. Kendisi hakkında komikli bir video da yayınlanan Emma Stone ‘Trailblazer’ ödülünü aldıktan sonra The Dark Knight Rises filminin yıldızları Christian Bale ve Joseph Gordon-Levitt epic bir giriş yapıyorlar. En çok alkışsa filmin yönetmeni Christopher Nolan sahneye çıktığında kopuyor.

Yılın filmi ödülünü Twilight aldıktan sonra gördüğüm, göremediğim ama hiç değilse aynı havayı soluduğum isimlerden büyülenmiş bir şekilde, biraz da televizyon dünyasının ne kadar suni olduğunu görmenin garip hissiyatıyla çıkıyorum Gibson Amphitheatre’dan.

Biraz yürüyerek After Party’ye gidiyoruz. Burada açık büfe yemek ve içki ile eğlenmekte herkes. Gözüme çarpan tek ünlüler en iyi party anthem ödülünü almış LMFAO. Onun dışında sen ben gibi insanların içki içip dans ettiiği bir party. Buradan otele dönüp kaldığımız W Hotel’in bahçesindeki canlı müzik performanslı ve sohbetli party ile terastaki Drai’s’deki daha hareketli ve dubstep’li partiden sonra MMTW resmi olarak sonlanıyor.


Ertesi gün farklı farklı saatlerde uçuşu olan yeni arkadaşlarla vedalaşarak geçiyor. Ünlü isimlerinin yıldızlarının olduğu Hollywood bulvarında bir iki tur atıp, biraz alışveriş ve ardından Hard Rock Cafe’de son Amerikan yemeğimizi yiyip havaalanına doğru yola çıkıyoruz.

Hala başımıza bunların geldiğine inanamayacak kadar hızlı, ama 5 günü 15 günmüş gibi hissetirecek kadar da dolu dolu geçiyor Miller Music Tour West. Davet ilk geldiğinde çığlık atmıştım ya mutluluktan, o zaman bu turun bu kadar kusursuz olacağını tahmin bile edemezdim. Beklentilerimin çok üzerinde, çok eğlenceli, yorucu ama efsanevi bir tur oluyor Miller Music Tour West benim için. Hayatımın son 2 senesinde geriye bakıp iyi ki blog yazmaya başlamışım dedirten olaylardan biri. Çok klişe olacak belki ama, gerçekten de teşekkürler Miller.

Bütün Los Angeles fotoğraflarına bakmak için tıklayın.

 

]]>
https://www.cizenbayan.com/mmtw/feed/ 0