cizenbayan » Röportajlar http://www.cizenbayan.com müzik, seyahat, lifestyle, festivaller, yeni keşifler Sun, 22 Mar 2015 21:00:40 +0000 tr-TR hourly 1 http://wordpress.org/?v=4.1.1 online röportaj: Peter Björn & John http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/bpj/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/bpj/#comments Tue, 24 Sep 2013 19:40:08 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=1541 Bugün saat 15:00’de, 28 Eylül Cumartesi günü all originals party’nin konuğu olacak olan Peter Björn & John ile twitter üzerinden online bir röportaj gerçekleştirdik. İsveçli grubun solisti Peter sorularımı çok samimi bir şekilde yanıtladı. Online olarak takip edemeyenler için yaklaşık 45 dakika süren röportajın soru ve cevapları burada:

Peter: Ben hazırım/Peter.

Elif: Merhaba Peter, ben Elif. Nasılsın? Online röportajımız için çok heyecanlıyım.

Peter: Ben de heyecanlıyım. İyiyim, teşekkürler. Gerçi biraz üşüttüm.

Elif: Geçmiş olsun. Orası oldukça soğuk olmalı. Yakında sizi ılık bir İstanbul’a bekliyoruz.

Peter: Uzun ve sıcak bir yaz oldu ama evet sonbahar buraya geldi. İstanbul’a şortumu da getirmeliyim o zaman.

Elif: Ben sizi ilk kez Sziget’te izledim. Ana sahnede Blur vardı ama ben de dahil olmak üzere binlerce kişi sizi tercih etti. Ben acayip eğlendim. Sizce o konser nasıl geçti?

Peter: Harikaydı! Çok eğlenceliydi. Öyle bir konser vermeyeli uzun zaman olmuştu. Seyirci inanılmazdı. Ama arkasından Blur’la takılmak da çok keyifliydi. Ben de onların eski bir hayranıyım.

Elif: Süper! Ben çok eğlendim.

Peter: Bunu duyduğuma sevindim. Blur’un tüm seyirciyi kapacağını düşünüyorduk ama neyse ki böyle olmadı ;)

peterbjornseyircili

Elif: Türkiye deyince aklınıza ilk ne geliyor? Özlediğiniz birşey var mı?

Peter: Istanbul’da daha önce de birkaç kez çaldık. Çok güzel bir şehir. Farklı kültürlerin bir arada olması biz İsveçliler için alışık olmadığımız, güzel bir durum. İstanbul’u özledik! Geri döneceğimiz için sabırsızlanıyoruz!

Elif: Biz de sizi görmek için sabırsızlanıyoruz. Peki, sıradaki soru; Gossip Girl ve 2 Broke Girls gibi popüler dizilerde yer alarak geniş bir kitleye ulaştınız. Bu konuda ne düşünüyorsunuz ?

Peter: Televizyon günümüzde yeni radyo oldu. İnsanlar artık yeni şarkıları çoğunlukla televizyondan duyuyor.  Bu yüzden bu iyi bir şey. Albüm satışları düştüğünde, para kazanılan başka bir yol! Hepimizin biraz paraya ihtiyacı vardır ;)

Elif: Hahah. Çok haklısın. Hem para kazanıyorsunuz hem de yeni dinleyiciler. Harika!

Peter: Evet! Herkes kazanmış oluyor! Her şeye evet demiyoruz tabi ki.

Elif: Peki neden İsveçliler müzik konusunda çok başarılı ? Okulda verilen müzik eğitimi mi? Coğrafya mı? İklim mi? Sırrınız nedir?

Peter: Bunların hepsi. Parasız müzik okullarımız var. Tabi uzun ve sıkıcı kışların da etkisi var. Müziği öğrenmek için epey vaktiniz oluyor.  Ayrıca üçümüz de çok küçük köylerden geliyoruz, dolayısıyla çocukken çok arkadaşımız yoktu. Yani coğrafya da bunun bir parçası. Büyük şehirlerin arasında birçok küçük köy var. Bir sürü alan!  Melankoli! Melankoli pop şarkıları için her zaman iyidir. Tabi ABBA gibi geleneklerin de rolü var.

Elif: Grubun kurulmasıyla uluslararası başarı yakalaması arasında geçen süre sizin için ne ifade ediyor. İsveç değil de İngiltere’den çıksaydınız farklı olur muydu?

Peter: Muhtemelen. Bu periyod daha uzun sürebilirdi ya da hiç gerçekleşmeyebilirdi. İngiltere’de çok fazla müzik grubu var.

Elif: Yani İsveçli olmak sizi daha benzersiz, daha mı rakipsiz hale getiriyor ?

Peter: Yani demek istediğin buysa evet, kimse bize bakmazken büyümek ve kendimizi geliştirmek için vaktimiz oldu. 12 yaşındayken NME’nin kapağında değildik. İsveçli grupların benzersizliği onların Amerikan& İngiliz müziklerinden fazlasıyla etkilenmiş olmalarına rağmen kendilerinden birşeyler katıyor olmalarından geliyor. Bence en önemli sebebi bu. Ayrıca İngilizcemiz de iyi. Ama burada da rekabet artmaya başladı.

Elif: Anladım. Hazır olduğunuzda uluslararası başarıyı yakaladınız.

Peter: Hahah. Ben hep hazırdım! Ama evet, belki…

Elif: Haha. Sıradaki soruya da hazır mısınız? Konserler vermek için dünyayı geziyorsunuz. Sizce bu işin en güzel yanı ne?

Peter: Hazırım! Yeni yerler görmeyi seviyorum, yeni şeyler yemeyi, şehirlerde yürümeyi, yeni insanlarla tanışmayı. Ama en çok konser vermeyi seviyorum ki bu aslında iyi birşey çünkü bazen diğer şeyleri yapmak için vaktiniz olmuyor.

Elif: Şanslısınız! İşinizi sevmeniz mutluluk verici. Bize kendi fotoğrafınızı çekip yollar mısınız ? Biz de konser öncesi biraz havaya gireriz.

Peter: Hayır. Makyajsızım.

Elif: Hahah. O zaman sizi görmek için Cumartesi’yi beklememiz gerekiyor!

Peter: Evet ;) Çok eğlenceli olacak. Henüz Slipknot maskemi mi taksam Gene Simmons makyajı mı yapsam karar veremedim.

Elif: Haha! Çok heyecanlandım. Bu harika röportaj için teşekkürler. Cumartesi görüşmek üzere!

Peter: Teşekkürler! Benim için bir zevkti! Umarım cumartesi görüşürüz! Sen ve bir sürü başka insanla!

Elif: Çok teşekkürler. Çok keyifliydi.

]]>
http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/bpj/feed/ 0
cem özel http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/cem-ozel/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/cem-ozel/#comments Mon, 12 Nov 2012 16:24:00 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=639 ÇOK YÖNLÜ MÜZİSYEN: CEM ÖZEL

Çok klişe bir başlık oldu değil mi? Çok yönlü müzisyen. Cem bu tanımın altını tamamen dolduran bir müzisyen ama ne yapayım. Söz yazan, beste yapan, stüdyoya girip gitarını, klavyesini çalıp vokal yapıp baştan sona bir şarkıyı tek başına kaydedebilen, prodüksiyon yapan, DJ’lik yapan, müziğin okulunu okumuş bir müzisyen o. Cem’le önceki projeleri, solo albümü ve DJ’lik kariyerini konuştuk. Pek keyifli oldu. Buyrun…

Sen kimsin diye sorsalar?

Ben Cem. Müzikle uğraşıyorum.

Yarışmacı arkadaşlara başarı?

Evet diliyorum.

Sadece müzikle uğraşıyor demek ayıp kaçacak gibi sana. Altını doldurmak lazım bunun biraz. Albümünde her şey sana ait gibi bir durum var. Anlatır mısın biraz?

Evet müzikle uğraşıyorum deyince dediğin gibi pek belli olmuyor. Öncelikle albüm dışında da müziklerle uğraşıyorum. Gitar ve piyano çalıyorum. Şarkı söylüyorum. Şarkı yazıyorum. Prodüksiyon ve DJ’lik yapıyorum. Kendimi böyle yetiştirmeye çalıştım. İşlerimi kimseye ihtiyacım olmadan halledeyim istedim. Albüm yapmak istersem stüdyoya girip baştan sona kendim yapabilirim.

Tek başına albüm kaydedebilir misin yani?

Bunun icin müzik prodüksiyon eğitimi aldım. Davul çok iyi çalamıyorum ama baştan sona standart rock konseptinde bir albüm yazıp çalıp söyleyip aranje edebiliyorum.

Söz müzikler de sana ait?

Beste yapıp söz yazıyorum ama ayrı ayrı yapmıyorum bunları. Birisi ‘Cem şu besteme söz yaz’ derse afallayabilirim yani.

Albüm dışında da müzikle uğraşıyorum dedin?

Evet, elektronik müzikle de uğraşıyorum. Uzun zamandır her gün biraz biraz bilgisayar başında müzikle uğraşıyorum. Prodüksiyon yapıyorum. Yeni yeni DJ’lik de yapıyorum. O konuda daha aktif olmaya çalışıyorum.

Daha önce yer aldığın Wufi projesi de elektronik tarzdaydı sanırım daha çok.

Evet, elektronik prodüksiyon tarzı bir çalışmaydı Wufi. Ali Rıza ve Can Saban’la olan bir projeydi. Funky şarkılar, güçlü beatler vardı. İngilizce sözlü ya da sözsüz şarkılar vardı. Kendi albümümle Wufi’nin uzaktan yakından alakası yok. Onda canlı çalınmış enstrüman cok az var; coğuyla oynanmış, editlenmiş.

 wufi2

İkisi de sen misin? Biri para kazanmak için yapıp diğeri işte bunu yapmak istiyorum diye yaptığın şeyler değil sanırım?

Yok kesinlikle değil. İkisi de çok severek yaptığım işler. Başka işlerimde daha farklı yönlerim de çıkabilir hatta.

Ne tarz müzik dinliyorsun sen?

Küçüklüğümden beri hep rock ve pop dinledim. Onları çalıp söyleyerek büyüdüm. Sonra bir ara funk ve disco’ya sardım. 70’ler 80’ler disco’suna gittim sonra elektronik müzik dinlemeye başladım.

Dönemlerim oluyor. Müzik dinlerken kendimi kısıtladığım bir janr yok. Janrasının iyi örnekleri olan şeyleri dinleyip hem öğrenmeyi hem de onlardan keyif almayı seviyorum.

Londralı olduğunu okudum. Orada mı doğup büyüdün? 

6 yaşıma kadar Londra’daydım sonra ailecek Türkiye’ye geldik İstanbul’a.

O sıralar da müziğe ilgin var mıymış?

Gösteriyormuşum ilgi ve potansiyel. Çok müzik dinletirlermiş bana.

Müzisyen var mı ailede?

Babam hobi olarak çalar bir şeyler. İlgilidir çok sever müziği. Benim de bu yola girmemde çok büyük rol oynadı. Babamın bir kuzeni de Yaşar Özel; kendisi zamanının önemli Türk Sanat Müziği ses sanatçılarındandır. Kuzenim Memo Akten de Londra’da çok güzel işler yapan bir sanatçı. O bir süredir müzik yapmıyor gerçi.

Müzikle ilgili bir bölüm okumaya nasıl karar verdin peki? 

Lisede Izmir’e taşındık. Müzik konusunda çok aktiftim, hep bir şeyler yapıyordum. Müzik yapmak hep vardı kafamda ama müzik okumak yoktu. Lise bitince görsel sanatlar okumak amacıyla Sabancı Üniversitesi’ne girdim. İstanbul’a geldim. Burda bir süre geçirdikten sonra İngiltere’ye gidip muzik okumak istediğime karar verdim.

184118 417940281586510_1206647351_n

Üniversite’de de yaptın mı müzik?

Yaptım tabii. Çok da enteresan bir hikayesi var. Can Saban’la ilkokuldan tanışıyorduk biz. Aynı servisteydik o zamanlar. İzmir’e taşındığımız için uzunca bir süre hiç görüşmemiştik. İstanbul’a dönünce, Sabancı Üniversitesi’nin ilk günü oryantasyonda karşıma çıktı Can. Tipi aynı hiç değişmemişti. Sadece boyu uzamış ve sakalları çıkmışti :) Sürpriz bir şekilde karşılaşınca beraber bir şeyler yapalım dedik.

Neler yaptın üniversite yıllarında?

Can, Sabancı’da müzikal yapıyoruz seçmelere gel dedi. Gittim seçmelere, şarkı söyledim, herkes çok beğendi. Sonra Can projeden bir şekilde çıktı. Aslında bir rock müzikali olacakken Sezen Aksu müzikaline dönüştü proje. Ben başrol oldum. 4 Sezen Denge müzikalinde Sezen’lerden biri bendim:) Tek erkek Sezen!

Onun dışında Can Saban ve Bora Bekiroğlu ile bir cover grubu kurduk. Bir tane konser verdik. 2004-2005 yılbaşı partisinde uzun bir set çaldık. Üniversite yıllarım böyle geçti. Ama ben Sabancı’daki ortamdan sıkıldım. Genel olarak hayatımda mutsuz bir dönemime denk geldi. Kendimi derslere ve okula vermediğimi farkettim. Bunalıma girdim. 2. senenin sonunda ben bunu yapmayacağım, İngiltere’ye gidiyorum müzik okuyacağım diyerek okuldan ayrıldım.

Müzik okumaya karar verdin yani sonunda. Nereye gittin ne yaptın?

Liverpool’a gittim. Bir sene kaldım. Orayı çok sevdim ama okuldan memnun kalmadım. Popular music studies diye bir bölümde okumaya gittim. Kültürel bir eksendeydi. Müzik yazarlığı ya da araştırma yapmak istiyorsan okuyacağın bir şeydi. Oradan Londra’ya gittim. Music production’a geçtim ve aradığımı buldum.

O işin mühendislik kısmı mı oluyor?

Teknik kısmı tamamen. Stüdyo ekipmanı, bilgisayarı kullanmak, kaydetmek, mikrofonlama teknikleri, aranjman…

Burada bunun okulu yok mu? Neden İngiltere?

Burada master seviyesinde var İTÜ MIAM’da. Onun dışında sertifika programları açılıyor. SAE var mesela. Ama bildiğim kadarıyla lisans düzeyinde böyle bir şey yok. İngiltere bir yandan da müzik piyasasının çok daha geniş ve çeşitli olduğu bir yer, haliyle.

Londra’da müziğin mühendisliğini okudun bitirdin. O dönemde de aktif miydin müzik yapıyor muydun?

Aktiftim. Remixler yaptım. Arkadaşlarımla projeler yaptım. Birkaç kere DJ’lik yaptım. Bir funk grubunun kaydını yaptım. Güzel şeyler kazandırdı bana. Wufi’yi ben oradayken başlattık mesela. Gidip geliyordum ben. Sırf konser için geldiğim oluyordu.

Londra’daki müzik çevresi buradakinden çok farklı. Olumlu yönde. Neden orada kalmadın da buraya dönüp burada müzik yapmayı tercih ettin? 

Bu soruyu ben de soruyorum bazen kendime :) Aslında onu uzun uzadıya oturup düşünmedim hiç burada mı kalayım orada mı kalayım diye. Okul bittikten sonra yazın buraya geldim ve kaldım. Dönüşüm o şekilde oldu. Nasılsa istediğim zaman giderim rahatlığı vardı. Bir de o dönemler Türkçe şarkılar yazmaya başlamıştım. Onun da etkisi oldu. Bir albüme başladım gibi olunca sonunu da görmek istedim. Türkçe bir şeyler yapabileceğim yer de Türkiye’ydi.

cokapak2

Wufi’den solo projeye geçiş nasıl oldu? 

Wufi zaman geçtikçe dağıldı. Can askere gitti, Ali Rıza Amerika’ya gitti, ben Londra’ya gittim vesaire derken. Toparlanamadık. Tempomuz düştü. Hepimiz başka işlere de girmek istedik. Böyle olunca ben de yazmakta olduğum Türkçe şarkılarla bir albüm yapabileceğimi fark ettim.

Wufi devam ederken de yazıyor muydun bu solo projendeki Türkçe şarkılardan?

Denemelerim oluyordu ama tatmin etmiyordu beni.

Ben hep şarkı yazdım aslında. 15 yaşında İzmir’deyken, şarkı yazıp, tek başıma stüdyoya girip bir bestemi baştan sona kaydetme alışkanlığını edindim. Sonra onu CD’ye çekiyordum ve böylece bir şarkım oluyordu.

Gitarını davulunu falan her şeyini sen mi çalıyordun?

Aynen.

O zamanlar şarkıları İngilizce yazıyordum. E bir de o zamanlar şu an bildiğimin yarısı kadar bile Türkçe müzik bilmiyordum. Türkçe müzik dinleyerek büyümedim ben. Öyle bir girdi olmayınca öyle bir çıktı da olmuyor. Arada Türkçe yazmayı deniyordum ama olmuyordu.

Nasıl oldu sonra Türkçe şarkı yazman?

İngiltere’de 4-5 sene kaldıktan sonra buraya gelişimde bir şeyler uyandı kafamda. Ben neden Türkçe müzik yapmıyorum, neden bu güzel dilimi kullanmıyorum dedim. O sırada bir de Can Bonomo’nun albümüne başladık; onun da etkisi olmuştur belki.

Can’a bir beste vermişsin sanırım?

Evet albümündeki bir şarkı benim bestem.

Hangisi?

Balon. Hatta o şarkı İngilizce bir şarkıdır normalde. Dediğim gibi sözleriyle beraber yaptım şarkıyı. Besteyi beğenince Can üzerine Türkçe sözler yazdı.

Balon by Can Bonomo on Grooveshark

Albüme başladık diyorsun. Sadece beste vermedin o zaman?

Evet sadece beste değil. Gitar çaldım, klavye çaldım; yer yer arka vokaller yaptım.

Ekran Resmi 2012-11-13 16.54.53

Neden onu bir grup gibi yapmadınız da ikiniz de solo bir kariyer tercih ettiniz? Tarzlarınız mı uyuşmuyor? Frontman olma arzusu mu? İkiniz de solistlik de yapıyorsunuz diye mi?

Kesinlikle öyle bir durum yok. Ben bir projeye herhangi bir katkıda bulunmaktan keyif alıyorum. Hatta özlüyorum bunu. Wufi’de de yazip söylüyordum, şimdi de. Bazen yine müziğin içinde olayım ama arkada oyuncaklarıyla oynayan adam olayım istiyorum sadece. Öyle egosal bir durum değil Can’la olan. Ben de kendi şarkılarımı yazıp insanlara dinletmek istediğimi hissedince kendi albümümü yapma kafasına girdim, hepsi bu.

Can’ın başarılı bir albüm yapmış olması, çok tanınması da gaza getirdi mi seni?

Bilmiyorum. Olabilir. Can’ın tarzını beğeniyorum. Bilinç altıma bir etkisi olmuş olabilir. Çünkü sevmiyordum normalde Türkçe müzik, sevdiğim çok az sanatçı var.

Neden sevmiyorsun?

Can’ın bir samimiyeti var mesela. Zaten o samimiyeti bulduğum sanatçıları dinlemeyi seviyorum. Bence bugünkü pop müzikte bu samimiyet eksik. İçten hissedilerek yazılmış sözler yok. Bir acayip yani benim hoşuma gitmiyor. Bir şarkıyı söylerken o sana gerçekten bir şeyler düşündürüyorsa, hissettiriyorsa, sahneye çıkıp arkana bakmadan, sağını solunu düşünmeden şarkı söyleyebilirsin. Öbür türlü ben ne sanatçı olmaktan keyif alırım, ne de dinleyici.

Tarzın MFÖ’ye benzetiliyor. Ne düşünüyorsun bu konuda?

Esinleniyorum, doğru. Bu albümdeki şarkıların çoğunu yazdığım dönemlerde MFÖ ve Barış Manço’nun bütün albümlerini indirip dinlemişliğim var. Gerçekten etkilendiğim bir süreç.

Çok eski, henüz Özkan aralarına katılmadan önce yaptıkları Türküz Türkü çağırırız adlı bir albümlerini dinledim Mazhar ve Fuat’ın. O gerçekten uçurdu beni.

Ne tarz?

Ağır bir albüm. Birkaç tane eski Türkü var. Beatles vari 60’lar rock’n roll’u şarkılar da var çok dingin akustik şarkılar da. Güllerin İçinden’in orjinali var mesela. Yine Bu Ne Biçim Hikaye Böyle’nin orijinal versiyonu var. Albümden çok etkilendim.

Ama sanırım tarzımın MFÖ’ye benzetilmesinin en büyük sebebi şarkılarda 3-4 tane vokal olması, vokal armonileri.

Ben sözleri de benzettim biraz. Böyle esprili. Bahsettiğin konular, aşk meşkten ziyade günlük hayat.

Evet. O kafa benim çok hoşuma gidiyor. Biraz absürd, küçük detaylardan büyük duygular çıkarma.

Klibinin hikayesine gelsek bir de. Biraz değişik bir klip.

Klibi Can Eskinazi çekti. Wufi’nin ikinci klibi Le Titre’i de o çekmişti. Siyah beyaz. Eski bir Japon polisiyesinden esinlenip çekmiştik.

Aynı metodu İnim İnim için uyguladık. Bu sefer Macar yönetmen Bela Tarr’ın bir filminden esinlenerek çektik klibi. Samatya’da bir kıraathanede.

Peki bir şeyi çok merak ediyorum. Kıraathanede çektik dedin ya klibi. Oynayan tipler de yoksa o kıraathanede oturan insanlar mıydı?

Yok hayır, kast. Ama çok organik gözüküyor değil mi?

Evet. Onlar orda oturuyormuş da siz gidip klip çekiyoruz oynar mısınız diye sormuşsunuz gibi. Başarılı bir klip gerçekten. Peki, nasıl tepkiler aldınız? Anlayan oldu mu gönderme yaptığınızı?

Bela Tarr bir ikon ve belli bir takipçi kitlesi var. Az sayıda ama çok fanatikler. ‘Filmi batırmışsınız’ gibi eleştiriler aldık.

Kötü bir iş yaptığınızı düşünüyor musun?

Garip buluyorum eleştirileri. Türkiye’de bir ara bir trend vardı mesela, Kylie Minogue’un, Beyonce’nin vs klibinin aynısını çekiyordu herkes. Biz Bela Tarr’ın filmine gönderme yapınca Bela Tarr severler alınırken o saçma kliplere kimse tepki göstermiyor. Bela Tarr seviyorsan bunun insanlara ulaşmasından mutlu olman lazım. O senin arka bahçen değil ki.

Albümünün lansmanını yaptın Mart’ta nasıl tepkiler aldın?

Babylon’da yaptık lansmanı. Olumlu tepkiler aldım. Ama o sırada aldığın tepkilerden ya da yaptığın işten çok bir şey anlamıyorsun. İlk konser. Üstelik konser çok farklı bir şey. Albümün devamı gibi değil kesinlikle. Stüdyo ve sahne çok farklı.

3045 565284995022_3639214_n

Ne kadar sürede yaptın albümü?

Albüm yayıldı. Herhalde stüdyoya girdikten sonra 9 ay 1 sene içinde yavaş yavaş bitmiştir. Şarkıları yazmam daha da öncesine dayanıyor. Albümde çoğu şeyi ben çaldım. Davulu Tunç çaldı, bir de Ali Riza mix, mastering ve kayıt yaptı. 3 kişi çalıştık yani albümün müzikal tarafında.

Öyle olunca müziğin canlı nasıl yapılacağını düşünürken bir takım engeller çıkıyor karşına. Dört kişilik bir grubun albüm kaydetmesine kıyasla bir takım şeyleri daha fazla düşünmek gerekiyor. Çünkü 4 tane vokal yapmışım mesela bir şarkıda üst üste. O şarkıya karakterini veren şey o. Ben konserde onu veremezsem o şarkıyı seyirciye iletemem.

Nasıl bir yöntem uyguluyorsun?

Vokal yapabilecek, iyi şarkı söyleyebilecek müzisyenler seçmeye çalıştım. Solist gibi iyi şarkı söylemeleri lazımdı. Albümde yaptığım vokaller geri vokal gibi değildi çünkü. Sanki 3 solist beraber şarkıyı baştan sonra söylüyor gibiydi.

Beatles gibi biraz?

Evet. O iş de Mahmut ve Toros’a düştü.

Onlar şu an senin daimi olarak grubundalar mı?

Evet. Lansmanda beş kişiydik; sonra o şekilde bir konser daha verdik. Ama o iki konserden sonra sistemi değiştirdik çünkü istediğim şeyi veremediğimi farkettim. Vokaller istedigim gibi tınlamıyordu.

Sözler benim için çok önemli. O sözleri gerçekten anlatmak istiyorum. Zaten onun için yazıyorum. Konserde amacım insanları coşturmak değil. Yaşadığım şeyleri anlatmak istiyorum. Bir rock grubu şeklindeyken çok fazla anlatım olmayabiliyor.  Söylediklerin anlaşılmazsa mesajı ulaştıramıyorsun.

Senin için şarkı sözleri çok önemli yani?

Evet. Onların mümkün olduğunca ortaya çıkmasını istiyorum.

Nasıl geçiyor şimdi konserler?

Beş kişi sistem olmayınca bir akustik konser denedik. Sadece ben, Mahmut ve Toros. Mahmut gitar çalıyor ve vokal yapıyor. Davul yok. Toros piyanist normalde, bizimle vokal yapıyor ve kahon çalıyor.

Hayal Bistro’daki ilk konseri böyle yaptık ve süper geçti. İnsanlar içkilerini alıp yere oturdular.  Şarkıları dinleyip eşlik ettiler.

Konsept oluşmuş baksana. Süper. 

Aynen. Biz de oturduk. Enerji alışverisi daha çok oldu. Sahnede hissediyorsun onu ve benim için çok önemli. Olaya esnaf gibi yaklaşamıyorum. ‘Çıktım çaldım indim’ gibi olmuyor.

148707 375376945842844_215244601_n

Artık böyle mi konserler?

Bunu denedik, çok güzel oldu ve ‘bizim olayımız buymuş’ dedik. Şimdilik böyle devam ediyoruz. Akustik.

Sakin, sözlerin anlaşıldığı, oturup içkini içtiğin bir konser konsepti yarattın yani.

Sakin dediğime bakma. Baştan sonra dingin giden bir şey değil ama bir ‘rock’ konserine göre sakin.

Senin için bu kadar önemli olan ve muhakkak aktarmak istediğin bu şarkı sözlerini nelerden yola çıkarak yazıyosun?

Her şeyden yola çıkabiliyorum. Gün içinde kafamdan cok şey geçiyor. Geriye bakıp bunlar içinden seçmeyi, hikaye anlatmayı seviyorum. Şarkılar kendi kendine gelişiyor. Aynı şeyi tekrar tekrar anlatmayı sevmiyorum. Hatta pop şarkılarında ‘dört mısrayı söyle sonra şarkının sonuna kadar 4 kere daha söyle’ durumu benim midemi bulandırıyor. Anlatacak bir şeyin yoksa o zamanı verme şarkıya, 30 saniyelik bir şarkı yap mesela ne bileyim. Öyle bir söz yazma anlayışım var.

Baştan sona hikaye anlatan şarkıları seviyorum. Benim sevdiğim şarkılarda karakterler vardır, yaşadıkları komik olaylar, yürüdükleri sokaklar vardır. Ben de böyle şeyler düşünmeyi / üretmeyi seviyorum. İnsanların kolayca öğrenip eşilik edebileceği şarkılardan yazmaktan ziyade, dinlendikten sonra insanlarda ‘açıp sözlerine bir bakayım’ dürtüsünü uyandıran şarkılar yazmak istiyorum. Sözler sırf dinlenmesin, aynı zamanda okunsun istiyorum.

cem2shopped Snapseed

Albümün genelinde de bu baştan sona hikaye anlatma durumu var mı? Yoksa her şarkı kendi içinde ayrı ayrı bir hikaye mi?

Albümü genelinde bir hikaye var tabii ki ama benim o hikayeyi birisine anlatmam mümkün değil. O dönemde hayatımda olup biten şeyler. Gerçek şeylerden besleniyorsun. Geri bakınca daha iyi görebiliyorsun, ‘ha boyle olduğu için böyle yazdım’ diyorsun. Benim kafamda bir bütünlük oluşturuyor ama onu dinleyiciye anlatmam çok zor.

Sen bu albümü bir iş olarak görüp hayatından bağımsız yapmadın aslında albümle beraber yaşadın diyebilir miyiz?

Tabii ki. İki senemi anlatıyor. Hayatımı ve albümü birbirinden koparamam. Hayatımda yaşadığım şeyler müziğimle paralel. Sabah nasıl kalktığım da çaldığım şeyi etkilyor. Hepsi birbirine bağlı.

İngiltere’de okulu bitirmişsin ama şu an yine okuyorsun. Okumalara doyamıyorsun adeta. Müzikle mi ilgili bu son okuduğun şey de?

Hayır, Kültürel Calışmalar okuyorum. Benim okuma yazma ve bir şeylerden beslenme ihtiyacımı çok iyi karşılayan bir bölüm; o yüzden çok seviyorum. Çok farklı konularda ders alıyorum. Beni besliyor.

Okuyorsun, müzik yapıyorsun, konserlerin devam ediyor. Bir sonraki adım ne? Klipler mi çekeceksin, albüm yaptım tatmin oldum mu, bir albüm daha yapmak istiyor musun? 

Şu an albüm yapma kafasında değilim ama biraz biraz bir şeyler birikiyor ve bir noktada yeni bir albüm yapmak istiyorum kesinlikle. İlla ki böyle Türkçe şarkılar konseptinde bir albüm daha olacak yani.

Dönemlerin var senin. Wufi farklı, İnim İnim farklı. Yeni albümde Cem’in yine başka bir yönünü mü göreceğiz yoksa sence tarzın oturdu ve artık böyle mi?

Biraz farklı olur elbet ama Wufi’yle bunun arasındaki fark kadar bir fark olmaz. Aşağı yukarı İnim İnim’le aynı çizgide bir albüm daha yapacağım kesinlikle. Ama soruna daha iyi cevap vermek gerekirse bu albüm yapacağım şeylerden sadece bir tanesi olacak. Bir yandan Saint & Swing diye bir DJ kollektifi başlattık. Kasette’te iki parti verdik. Hiçbirimizin en büyük önceliği değil ama çok zevk aldığımız için buna yavaş yavaş daha fazla eğilmek istiyoruz.

320440 420588394655032_860763100_n

Ne tarz çalıyorsunuz?

House, disco house, nu disco, idm, chill wave, yer yer techno, vs…

Kendi prodüktörlüğünü yaptığınız şarkılar değil değil mi, sadece set çalıyorsunuz?

Evet. Ama onlara sıra gelecek sanırım. Çünkü prodüksiyon da yapıyoruz dolayısıyla onları da çalacak kıvama getirmek istiyorum. Bitmemiş çok fazla prodüksiyonum var bilgisayarımda, bir ara onlara geri dönüp birşeyler çıkarma niyetim var.

Çok yönlü müzisyen denir ya, baya onun tanımı gibi bir şeysin yani

Estağfurullah

Prodüksiyon da yaparım kendi gitarımı kendim çalarım, davulu çok iyi çalamıyorum ama basları ben hallettim tarzı bir albüm kaydetmişsin. Daha ne?

Eğleniyorum ya zevkli geçti.

Son olarak şu dövmeni merak ettim ne yazıyor orada?

‘Safa’ yazıyor. Günümüz Türkçesi ile ‘sefa’. Bir ara hedonizme ve hedonist düşüncelere cok dalmıştım. Sonra fark ettim ki dibine varmaya çalıştığım kavramın Osmanlıca cok basit bir karşılığı var: safa!

Felsefeye merakın var mı? Ruhani bir yanın var gibi.

Kesinlikle. Evren, evrim, bilinç ve bilinçaltı, atomlar ve ‘nerdeyiz, napiyoruz?’ konuları her zaman meşgul ediyor beni.

Galiba bu konulara çok kafa yorup sözlerle anlatamayacağı his dünyaları olan insanlar bir şekilde sanatla müzikle ifade ediyor kendini.

Olabilir. Kelimeler bazen tek başına yetmiyor.

Son olarak ne söylemek istersin?

Konserlere partilere bekliyorum.

Nereden takip edebiliriz konserleri?

Facebook sayfamdan: http://www.facebook.com/cemozelcemozel Şimdilik 17 Kasım Cumartesi The Hall’da Saint & Swing partisi, 16 Ocak Peyote’de de konserim var.

390131 10151159110521032_839875074_n

Çok teşekkürler. Ben de senden şöyle 10 şarkılık bir liste istesem, röportajını okuyanlar Cem ne dinliyormuş görse, bir yandan da dinleseler?

Cem Özel by Elif Tanverdi on Grooveshark

Ali Farka Toure’nin Savane albümü.

Aphex Twin – xtal

Caribou’nun Andorra albümü.

Flying Lotus’un yeni albümü. (until the quiet comes)

Mazhar ve Fuat – Türküz Türkü Çağırırız albümü.

SBTRKT’in albumu.

Toro y Moi’nin ‘underneath the pine’ albümü.

Portecho’nun yeni albümü.

Totally Enormous Extinct Dinosaurs

ve her zaman biraz Ravel.

]]> http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/cem-ozel/feed/ 0 takila & cukula http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/takilacukula/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/takilacukula/#comments Mon, 24 Sep 2012 20:32:35 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=570 Bu hafta beni birkaç gece uykusuz bırakan, dinlemeye ara veremediğim harika müziklerle tanıştım. Tesadüfen.

Siz de böyle tesadüfleri beklemeyin diye bu beni bu müziklerle tanıştıran aynı zamanda bu müziklerin yaratıcılarından Yasin’e birkaç soru sordum. İşte tanışma hikayesi ve Yasin’in cevapları.

tweet

playlistler yapanla olur.

Geçen akşam bu tweet’i atmamla gelişiyor olaylar. Bir sürü playlist, blog adresi falan geliyor twitter’dan. Dinliyorum birkaçını, değişik bir şey yok. Zaten bir beklentiyle de yazmamıştım. Sonra ben attığım tweet’i unutup yine yazı yazmaya devam ediyorum.

1 saat sonra Facebook’ta cizenbayan sayfama bakıyorum, tanımadığım birinden bir mesaj gelmiş.

facebook

Sadece bir soundcloud linki. Merhaba ya da al falan diye bir giriş cümlesi bile yok. Yaklaşık 50’şer dakikalık 7 tane set var. Takila & Cukula yazıyor. Ne demekse. Bi de link işte.

İtiraf edeyim setin ismi biraz kıro geldi, hiç açmayacaktım bile. Neden açtığımı da tam hatırlamıyorum.

Linke tıklıyorum. Çalmaya başlıyor. Hiç fena değil. Hımm.

Tekrar Facebook’a girip “teşekkürler” yazıyorum. Set çalmaya devam ediyor.

Bir 20 dakika sonra falan oha diyorum. Tekrar Facebook’a giriyorum. “Çok güzelmiş” yazıyorum bu sefer.

Yasin “Teşekkür ederiz” diyor. Bir dinlesen beğenirsin tabii, bak dinledin ve beğendin ifadesi var, yaptığımız işin iyi olduğunu biliyoruz özgüveniyle alçakgönüllülük birbirine girmiş. Evet, yazıdan ifade çıkarıyorum, smiley’lerden. Hissettim işte. Tam da tarif ettiğim gibi bir “Teşekkür ederiz”di bu. Biliyorum.

Merak ediyorum haliyle. Ne bu Takila & Cukula? Neden daha önce duymadım ben bunu? Yasin kim? Neler oluyor? Birkaç soru sorsam kızmaz heralde. Tamam başlıyorum.

avatars-000010567123-qquir7-crop

Cehaletimi bağışla, sizi daha önce duymadım. Kimsiniz? Ne iş yaparsınız?

Yasin: Ha ha. Duymaman normal. Arem ve ben Ankaralı iki yakın arkadaşız. Öğrenciyiz ama uzun süredir müzikle ilgileniyoruz. Ankara müzik konusuda ölü bir şehir biliyorsun ki. Bizim setlerimizin amacı en azından minik bir kitle varsa bile onlara güzel müzik dinletebilmek, kulaklarını bu tarzlara alıştırabilmek.

Ne zamandır böyle setler yapıyorsunuz? Biryerlerde çalıyor musunuz?

Yasin: 1 buçuk senedir setleri yapıp internette paylaşıyoruz . Biryerlerde çalıyoruz fakat sürekli değil. Yakınlarımız istediğinde ve bizim içimize sinen yerler olduğunda.

Takila & Cukula ne demek?

Yasin: Üstü kapalı şekilde söylüyorum: çukula bildiğimiz çikolata, takila da takilmak anlamındasmile.

Bu janrın bi adı var mı bilmiyorum ama böyle hem indie hem house. Siz ne diyorsunuz bu müziğe?

Yasin: Dediğin gibi belli bi tarz yok. Deep house olabiliyor, tech house olabiliyor aralarda indie olabiliyor, kimi zaman progressive şarkılar da koyabiliyoruz . Kısaca Deep House / Tech House diyoruz fazla uzatmadan. Bizim için hangi tarz olduğu değil, oluşturduğumuz settteki şarkıların birbirine uyumu, akışı ve duygularla oynama şekli önemli.

Bana yolladığın linkte 7 tane set var yaklaşık bir saatlik. Devamı gelecek mi?

Aslında radyoda çaldığımız setler ve yaptığımız production’lar da mevcut sayfada ve setlere çok uzun bir süre daha devam edeceğiz.

Setlerdeki görsellerin hikayesi ne?

Yasin: Kimisi nekadar renkli olduğunu belirtiyor, kimisi özgürlük duygularını ifade ediyor. Genel olarak setlerin ruh hallerine hitap ediyorlar.

Ne ifade ediyor bu setler?

Setlerinin her biri film gibi ve hayal gücü zorlanırsa izlenebilirler.

Vay be! Teşekkür ederim vakit ayırdığın için. 

Yasin: Rica ederim. Sormak istediğin herhangi birşey olursa 7/24 cevap verebilirim. Kimse böylesine yardımcı olmamıştı. Ben de herşey için çok teşekkür ederim !

]]>
http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/takilacukula/feed/ 0
fakepakt http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/fakepakt/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/fakepakt/#comments Mon, 17 Sep 2012 12:56:35 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=551 Solardipper Yiğit Gürcihan’la her hafta Pazartesi Radio Adidas Originals‘ta 22:00-23:00 saatleri arasında dinleyebileceğimiz FAKEPAKT projesi hakkında konuştuk.

Nedir FAKEPAKT?

FAKE – İngilizcedeki anlamıyla bildiğimiz ‘Fake’ yani sahte, taklit, fason
PAKT – ‘Agreement’ anlamındaki ‘Pakt’ yani anlaşma

FAKEPAKT bir radyo programıdır. Yayın hayatına başladığı günden bu yana Pazartesi geceleri saat 22:00 – 23:00 arasında Radio Adidas Originals’da yayınlanır. Aynı zamanda Pazartesi haftanın ilk günü olduğu için Radio Adidas Originals tarihinde ilk yayınlanan program olma gibi bir özelliği de vardır:) Uygun mekanın ve kitlenin oluşması durumunda, canlı performans olarak hayata geçirilmeye müsait bir konsepttir FAKEPAKT.

Radyo programında sadece müzik var, konuşma yok. Sadece zaman zaman filmlerden replikler eklediğim oluyor. Saat 22:00 olunca bir spot giriyor ama programın adı veya benim ismim geçmiyor. Ama zaten ilk parçayla beraber farkedilebilecek bir format söz konusu. Yani 22.00 itibariyle programımın başladığı rahatlıkla anlaşılabilir. Zaten sitedeki player’da çalan parça kısmında da yayında olan neyse görüyorsunuz.

Nedir konseptin?

İnsanları dans ettirmeyi amaçlamıyorum. Dansı tetikleyen şeyler de çalıyorum elbet ama daha çok bir mod peşindeyim. Fakepakt için insanların kafasında oluşmasını istediğim en önemli algı bu. Şehrin olumlu olumsuz yönlerinden beslenen, şehirde doğan ve şehire dair bir mod bu.

Ritm seviyorum. Her insan gibi. Beki bir çok insana göre birazcık daha fazla. Ritmden, neredeyse her müzikte olan bir şeyden bahsediyoruz. Ayrıca müziğin bir deneyim olduğunu düşünüyorum. İnsanlara bir şey hissettiren bur deneyimde ve sahip olduğu çeşitlilikte ritmin önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Hip Hop beatleri hep ilgimi çekti. Bende hareket geçirdiği hisler çok hoşuma gidiyor. Danstan bahsetmiyorum. Dediğim gibi, birincil olarak bir mod kovalıyorum. İkinci olaraksa janrlar devreye giriyor. Başı çeken janr Hip Hop. Ama öyle ‘yo yo!’ tarzı MTV’ den fırlama bir Hip Hop değil. Bunun altında bu türden beslenen alt janrlar da var.  Aslında Beatscene’den besleniyor FAKEPAKT. Alt kümelerini sonuna kadar soluyorum, hissediyorum. Programa hayat veren bazı akımları saymak gerekirse Enstrumental Hip Hop, Glitch Hop, Neo Soul, R&B,Breaks gibi bir çok sub janr sayılabilir. FAKEPAKT’e dair en sevdiğim ve üzerinde emek harcadığım şeyse o bir saatin baştan sona dinlendiğinde verdiği haleti ruhiye.

Bu bir kolaj mı?

Tam olarak öyle denemez. Yani Gipsy Kings ardından Nirvana çalan bir kolajdan bahsetmiyorum. Birbirini destekleyen, ucundan birbirine dokunan ve bir şekilde baştan sona dinlenildiğinde ‘heh ben şimdi bir set dinledim’ hissiyatı oluşturan bir bütün bu daha çok.

Nasıl ortaya çıktı? Nasıl başladı?

Hep müzikle iç içe bir adam oldum. Çok şanslıyım ki müzik araştıran, iyisini bulup dinleyen bir anne babayla büyüdüm. Kötü müziklere maruz kalmadım hiç. Ve evet. Kesinlikle kötü müzik diye bir şey olduğuna inanıyorum. Lisede davul çalmaya başlayarak müzik icra etmeye dair de ilk adımımı atmış oldum. Bir grupla müzik yapma sinerjisi peşindeydim ve küçük yaşlardan beri gözüm hep davulda olduğunda bu enstrumana yöneldim. Cover çaldığımız bir grubumuz vardı ama üniversiteye girerken ara vermek zorunda kaldık. Üniversiteye girince başka bir grupla davula geri döndüm ve şimdi Solardip’te beraber olduğum sevgili dost Emir’le de ilk kez orada birlikte çalmış olduk.

Bu grup Solardip’in ilk adımları mıydı?

Ladytron, The Killers, Skunk Anansie falan çalıyorduk. Bar veya cover grubu olmaya da asla ilgi duymuyorduk. Müzik yapmak hoşumuza gidiyordu. Kendimiz bir şey üretelim dedik, beraber müzik yapmaya başladık. Gitar çalan bir arkadaşımız da bize katıldı ama sonradan kayıtlarda gördük ki yapmak istediğimiz müzikte gitara yer yok. Yola iki kişi devam ettik, kafamızdaki sound’u biraz daha oturttuktan sonra da vokal arayışı içine girdik. Duygu bize katıldı ve ozaman Solardip olduk.

Solardip harika bir proje, Babylon Newcomers Festivali’nde daha sonra yurt dışında Exit Music Festivali’nde çaldınız. O konuya bir başka röportajımızda geleceğiz. Şimdi konu FAKEPAKT. Solardip’in yaptığı müzikle FAKEPAKT’in modu çok farklı. İkisi de sen misin?

FAKEPAKT benim evde bir hafta boyunca severek dinlediğim şarkıların arasından belli bir kategoride olanları bir araya getirip Pazartesi akşamları paylaşmam gibi biraz. Hiçbir zaman hali hazırda dinlediğim müzik tarzına sıkı sıkıya bağlı bir adam olmadım ben. Müziğe karşı önyargısızım. Her zaman yüksek kredim vardır. Anlamak değil, dinlemek ve ondan keyif almak için bakıyorum biraz. Bu ne ya demekten ziyade dinleyip güzelse beğenirim, beğenmezsem de o benim için kötü müzik değildir, beğenmemişimdir sadece. Her zaman farklı şeyler dinlerim. Sahnede bambaşka gümbür gümbür şeylerin parçasıyken evde, odamda John Coltrane, Chick Corea, Erik Truffaz, Herbie Hancock gibi isimler yankılanıyor olabilir.

En başından alacak olursam, FAKEPAKT 2008-2010 arasında hayata geçirdiğim bir blog projesiydi ilk olarak. Her hafta 11 şarkı seçip (set halinde değil, mp3 olarak) tanıdığım, tanımadığım insanlardan da albüm kapağı alıyordum. “Merhaba benim bir projem var. 11 tane şarkı seçtim, senden hangi şarkıları seçtiğimi bilmeden bana bir albüm kapağı yapmanı istiyorum” diyordum. Bilmeden hazırlanan bu kapaklarla benim seçtiğim şarkılar bir araya geliyordu. Amaç da buydu zaten. Bu proje baya tuttu. Endonezya’dan kapak falan gelmişti. 30-40 tane bu şekilde hazırlanan ‘albüm’den sonra proje vakitsizlikten bitti. Ama ben bu birikimi, bu çok dinlenmeyen keyifli müziği FAKEPAKT ismiyle radyo ortamına taşımak istedim.

fakepaktnksa

Radyoya taşıma süreci nasıl oldu?

Radyoya hep ilgi duydum. Filmler vardır mesela gecenin bir yarısı Amerika’nın bir kasabasında yerel radyoda adam yayın yapar ve onu sadece kamyoncular falan dinler ama dinlenir. Birilerine bir şey dinletmekten ziyade bir yerde yayın yapmak, görünmeden şarkı dinletmek, görmediğin duymadığın birilerinin senin paylaştığın müziği dinliyor olmaları falan. Bunlar hep hoşuma gitmiştir.

Üniversite’de çok sevdiğim bir arkadaşımla bir radyo programı formatı oluşturduk. Bahçeşehir Üniversitesi radyosunda Salı akşamları “Check-in” isminde 2 saatlik bir programımız vardı. O zaman radyo bizim için keyifti ama sorumluluktu aynı zamanda. Oturup hafta sonu myspace’den, bloglardan yoğun bir şekilde araştırma yapar, insanların pek de denk gelmediğini düşündüğümüz şarkıları çekip çıkarırdık. Bazen şarkılarla ilgili ufak ufak notlarımızı paylaşırdık. Bizce bu şarkı yakında patlar falan diye tanıttığımız şarkıları ve sahiplerinin öngördüğümüz gibi 1-2 sene sonra bir yerlere geldiğini görmek büyük keyifti.

O dönem müzik araştırmak, mecraları tanımak, janrlar üzerine ne kadar kaynak var, buna dair elimdeki malzemeyi artırdığım bir dönem oldu. Yani onlarca müzik blogu, yayını derken güzel bir arşivin yolu açılmış oldu. Mümkün olduğuna ana akımların dışına çıktım ve dinlenmeyen arada kalmış şeyleri bulup çıkarmak bir amaç oldu benim için. Bu program 2 sene boyunca devam etti. Bu sırada sosyal medyada hep büyük sevgi gördü. Blogumuz vardı, setleri oraya yüklüyorduk vs. her şey yolundaydı. Ne yazık ki daha sonra mezuniyet projeleri falan derken zamansızlıktan bu proje de rafa kalktı. Ama bizim içimizdeki müzik paylaşma tutkusu rafa kalkmadı.

Radio Adidas Originals‘da yaşatıyorsun artık bu tutkuyu?

Evet, blog değil bir radyo formatı olsun istiyordum ve mümkünse akşam olmasını istiyordum. 2010 sonunda askere gittim 2011 Mayıs ayı askerden döndüğümde Radio Adidas Originals yayına başlıyordu. Haziran’da da beta yayın bitti ve programlar belli oldu. Schedule’a göre Pazartesi günü Radio Adidas Originals tarihinde yayımlanan ilk program benimki olmuş oldu böylece:)

Programım Pazartesi akşamları 10’da başlayıp 11’de bitiyor. Kafamda hali hazırdaki müzikler vardı. Solardip’le yaptığımdan çok farklı bir konsepti var. Evde zaten Solardip’le yaptığımız tarzda şeyler dinliyorum. Ama benim sürekli beslediğim farklı bir arşivim de var. FAKEPAKT’te bu arşivi paylaşıyorum.

Dansın eğlenceyle eşit olduğunu düşünmüyorum. Mod önemli benim için. Müzik dinlemek bir deneyimdir demiştim az önce. İnsanların uyarılıdğı bir an diye de devam ediyim. O noktada her şey olabilir. Akşamları dinlediğin bir şarkıyla harekete geçip olmadık bir şey yapabilirsin, sabah dinlediğin bir şarkıyla bütün günün şekillenebilir. Müziğin böyle bir gücü var ve ben o gücü kullanarak kafamdaki bir modu yakalamak istiyorum. Bu mod şehir modu. Olumlu olumsiz şehrin her şeyinden besleniyor. Bencil bir program FAKEPAKT. Kimseye, hiç bir zevke katkım olsun diye uğraşmayan, kendi bildiğini okuyan bir profili var. Kimse de dinlemiyordur belki.

Mod hep aynı mı?

İki hafta üst üste dinleyince bazı farklılıklar hissedilebilir. Setler birbirinden çok farklı oluyor. Birinde enstrümantal hip hop, diğerinde R&B, soul gibi şeyler öne çıkıyorken, bi diğerinde daha elektronik sound’lar ağırlıkta olabiliyor. Ama hepsini bir değerlendirdiğimizde ortak zeminleri hep sabit kalıyor.

Bu moddan veya formattan sıkılırsan ne olacak?

Sıkılırsam FAKEPAKT biter. Yeni bir şey yapacaksam da bu isimle değil yepyeni bir isimle başlarım.

FAKEPAKT’in bir adım ötesi nedir? Bir sahne şovu mu? Bir dergi mi?

Başka planlarım var elbet. FAKEPAKT’i radyo programı dışına çıkarıp setler yayınlamaktan da öteye geçirip içerik paylaşan bir web site haline getirmek istiyorum. Ayrıca hali hazırda bir albüm üzerinde çalışıyorum. Tamamen kendi prodüksiyonlarım ve bazı konuk vokaller olacak. Sahneye de taşınacak bir proje. Nasıl bir şeyler çıkacağına dair soruların cevabı da FAKEPAKT’ de.

Zaten bir blogun var şu an ve her hafta programdan sonra setlerini paylaşıyorsun bildiğim kadarıyla?

Evet ama bundan ibaret. (http://fakepakt.tumblr.com) FAKEPAKT için düşündüğüm bunun bir adım ilersi. Birilerini bulup tanıtmak örneğin, sıradan var olan bir format ama kendi içinde tutarlı. İnsanlar FAKEPAKT neler paylaşmış diye girip baksın, ne tarzla karşılaşacağını bilerek.

Bazen canlı performanslar sergiliyorsun. Bu da FAKEPAKT’in bir uzantısı mı?

Yeni başladım sayılır. Taleple ve hevesimle yürüyebilecek bir şey. Yine aynı formatta ama radyodakine göre daha uzun ve birazcık daha hızlı setler sunuyorum.

Neden çalıyorsun peki?

Bu müziğin kaliteli ses sistemlerinde güzel bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Ben çalarken eğleniyorum. Bunun dışında aldığım davetler de beni mutlu ediyor tabi. Ne olduğunu bilerek, bilinçli bir şekilde bu müziği konuk etmek isteyen birilerine pek hayır demiyorum.

En son nerelerde çaldın?

En son Fashion’s Night Out kapsamında Adidas’ın İstinye Park’taki mağazasında çaldım.

Son olarak radyo programınla ilgili olarak neler söylemek istersin?

Şehir ışıkları benim için ‘yeryüzündeki yıldızlar’ gibi. FAKEPAKT bir akşam programı, akşam dinlenmek için hazırlanan, fırına da akşam verilen bir program. Mümkünse yayınlandığı saatte canlı dinleyin.

FAKEPAKT’i merak edenler her Pazartesi Radio Adidas Originals’dan online olarak dinleyebilirler. Bir de cizenbayan.com için kısa bir FAKEPAKT set’i hazırlasan, ağzımıza bir parmak bal çalsan?

Tabii ki. Seve seve.

]]>
http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/fakepakt/feed/ 0
emir yargın http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/emiryargin/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/emiryargin/#comments Sat, 11 Aug 2012 11:27:04 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=426 Gerçek indie bir proje: Emir Yargın

Kliplerinde robotlarla halay çeken ya da Rusya’da birbirinden güzel kızlarla eğlenen, kah omzunda erimiş dondurmayla poz veren, kah değişik saç modelleriyle kendine has tarzını yansıtan Emir yaptığı müziğe Yenilikçi Pop diyor. Yenilikçi Pop’u ve Emir’i daha yakından tanımak için sohbetimizi okumak üzere sizi aşağıdaki satırlara davet ediyoruz.

Ne tarz müzik yapıyorsun?

Yaptığım müziğin tam bir tanımı veya belirli bir örneği yok. O yüzden yenilikçi pop diye bir isimle çıktım.

Ne demek yenilikçi pop?

Aslında olmayan bir şey. Benim yaptığım bu hiçbir janra uymayan müziğin kendimce bulduğum Türkçe ismi.

Var mı yurtdışında bu janrın veya ‘yenilikçi popçu’nun bir karşılığı?

Yok. Aslında yurtdışında alternatif pop’a daha yakın. Türkiye’de alternatif kelimesinin algılanışı biraz farklı olduğu için bu isimle çıkmaktan koktum.

Çok da enteresan bir isim aslında, slogan gibi…

Bana çok uyan bir isim, ama sonradan gördüm ki aslında yanlış bir çıkış stratejisi olmuş.

Neden?

Sözleri alışılmışın dışında olsa da sound olarak oldukça pop bir iş yapıyorum ama bunu benim yapıyor oluşum bu işi pop olmaktan çıkarıyor. Aslında ‘pop’ filan diye kısıtlar koymaya gerek yokmuş. Neyse o. Türkiye için çok alternatif bir iş ve alternatif işleri seven tayfa sevdi benim müziğimi. Ama bu dakikadan sonra bana hangi müziği yapıyosun diye sorsan ben yine -kimseye deme ama yenilikçi pop yapıyorum derim :)

Sence bu kötü mü?

Kitle çok iyi, çok memnunum. Ama işimi pop diye tanımlamak hata oldu aslında. Alternatif müzik seven kitlenin dikkatini direkt çekemedim. Popçuyu gören çarpıyı koyuyordu hemen. Bir yerlerde beni dinleyince kendilerine hitap edebileceğini anlıyorlar. ‘Aa pop diyor ama aslında farklı bir müzik yapıyormuş’ tepkisini veriyorlar. Yenilikçi popçu ismiyle hedef kitleme direkt ulaşamadım, daha yeni, yavaş yavaş ulaşıyorum.

emir-yargin cd-kapak-arka[1]

İlk albümün Tokat’tan bahseder misin biraz?

2 yıllık bir çalışmanın ürünü Tokat, 8 şarkıdan oluşan elektronik bazlı bir albüm. Onor Bumbum’la çalıştık. Geçtiğimiz 12 Mayıs’ta Ghetto’da lansmanını yaptık.

2 kişi mi yapıyorsunuz bu müziği?

Bir tek Kemik abi’nin müziği bana ait. Onun dışında sözler bana müzikler Onor Bumbum’a ait. Onor ses mühendisi, Türkiye’de bu konudaki en iyi adamlardan biriydi, artık Amerika’da.

Bilgisayarla mı yapıyorsunuz müziğinizi?

Akustik kayıtlar da var ama ana melodiler elektronik. Yani evet, bilgisayar müziği. 

3 tane enteresan klip çektin. Tokat’ın klibinde robotlar halay falan çekiyor. Biraz anlatsana o klip fikri nerden çıktı, neden öyle bir klip çektin?

İlk klibim ve albümün çıkış parçası Tokat’ta gerçekten benim kafamı yansıtan bir şeyler yapmak istedim. Amacım insanların beni tanıması hatta biraz da “N’apıyo lan bu herif?” demeleriydi. Klibi İsmet Kurtuluş yönetti. Japonya’da gerçek robotlar tasarlayan birinden evde bulunabilecek basit eşyalarla yapılabilecek bir robot çizmesini rica ettik. 1 Milyoncuya gidip aldığımız ekmek sepeti, pinpon topu gibi absürd malzemelerle evde ben yaptım klipteki robotları. Serdar Deniz oyunculuğu ve karizmasıyla çok iyi yerlere getirdi klibi ve hepimizi etkiledi.

Robot dostunuz olsun ister miydiniz diye komik bir video dolaşıyor internette, onun hikayesi nedir?

Öyle bir şey planlamamıştık aslında. Tokat’ın çekimleri sırasında Galata Köprüsü’ndeki sahnelerde insanların ilgisinden çekim yapamaz olduk. Amcalar, teyzeler, Japonlar gelip robotlarla fotoğraf çektiriyordu. Biz de hemen spontane ‘robot dostunuz olsun ister misiniz’ diye sorduk insanlara. 10 kişi çektik toplam, o kadar komik ki 10’unu da kullanarak klibin teaser’ını yaptık. Baya izlendi ve kendiliğinden viral bir iş yapmış olduk. Viral işlerim de var ama planlanmadan yapılanlar daha iyi oluyor.

Nasıl tepkiler aldın bu dibine kadar absürd klibinle?

Çok sevenler, yolda çevirip “Abi sen osun harika iş” diyenler de var; “Bu ne lan”, “Saçına bak şunun”dan tut da “Böyle şarkı mı olur saçma sapan işler” diyenler de. Normal karşılıyorum, saygı duyuyorum. Ama şöyle söyleyebilirim ki ilk klip kesinlikle istediğim etkiyi yarattı. Kendimi olduğum gibi yansıttığım bir işti ve umduğumdan daha çok beğenildi. Televizyonlarda da uzun süre  yayınlandı.

Bir plak şirketiyle mi çalışıyorsun yoksa indie misin?

Türkiye’nin en gerçek indie projesiyim diyebilirim. Hiçbir plak şirketine ya da kuruluşa bağlı değilim. Her şeyi kendim yapıyorum ve aslında bandrolüm de yok. Basılı bir albümüm var ama müzik marketlerde satılmıyor. Albüm satarak para kazanıldığına inanmıyorum. Çok büyük kitlelere hitap edecek hale gelirsem anlaşırım tabii ki bir şirketle ama şu an buna gerek görmüyorum. Albüm satarak para kazanma gibi bir hedefim yok çünkü.

IMG 7164

Nasıl para kazanıyorsun sorması ayıptır? Müzikten para kazanıyor musun?

Konserlerden, bir de jingle yaparak müzikten para kazanıyorum. Yaptığım jingle’ların da hepsi  -bu iş tam senlik diye geliyor. Şarkıcı kişiliğimin dolaylı yoldan böyle de bir faydası oluyor. Benlik işler gelince onları yapmak da en az kendi şarkılarımı yapmak kadar keyifli oluyor. İçime sinen müziği yaparak para kazanmak çok keyifli.

Albüm satmak bir başarı ölçütü değil o zaman senin için. Nedir peki başarı ölçütün? Konserime şu kadar insan geldi mi youtube’da şu kadar izlendi mi?

Aslında şuanki kitlem çok kaliteli ama küçük bir kitle. Aynı kalitede biraz daha büyük bir kitle benim için başarıdır. Kitlem çok fazla büyürse benim için mutsuzluk başlayabilir diye düşünüyorum. Konsere vip minibüsle gelip hayranlardan kaçma muhabbeti falan başlarsa mutsuz olurum. Şu yaptığım müzikle öyle bir kitleye ulaşacağımı düşünmüyorum zaten. Sokakta gördüğümde ulan ne güzel adam diyeceğim, kafası bana uyan adamların “bu adam ne güzel iş yapıyo” demesi benim için başarıdır.

Bir plak şirketine bağlı olmadığın için kendi istediğin tam kafandaki şeyleri yapma özgürlüğün var değil mi?

Aynen. Şu an bu lüksü kaybetmek istemiyorum. İstediğimi giyiyorum, istediğimi söylüyorum, istediğim sözü yazıyorum, istediğim klibi çekiyorum. Bugüne kadar bütün kliplerimi kendim planladım.

Şu sıralar İstanbul’u kendi dilimle anlatan bir proje yapıyorum mesela. Klibini de yine kendim çekiyorum. İstanbul’u oyuncak gibi gösteriyorum klipte. Akustik bir parça. Albümde yok. Aklıma geldi. Hop yapabiliyorum. İzmirde caz gitaristi bir arkadaşımla kaydettim. Sözlerini yazıyorum şu an. Bu serbestlik çok güzel. Çok büyük oynadığın zaman böyle bir serbestliğin olmuyor.

Plak şirketlerinden teklif gelmiyor mu sana?

Geliyor ama “imzayı at, bize bağlan ama senin için hiçbir şey yapmayacağız” tarzı teklifler bunlar. Zaten tamamını kendi kendime yapabildiğim şeyler sunabiliyorlar bana. Niye bir şeye imza atiyim ki diyorum ben de. Bu yüzden tamamen indie’yim.

İkinci klibi anlatır mısın biraz da? O da oldukça enteresan.

Ailem otelci benim bu sebeple her yaz Alanya’dayım. Otelde doğup büyüdüm denebilir. Esnaf Rusçası biliyorum. Sıfır gramer ama istediğim her şeyi takır takır konuşurum. Çok Rus arkadaşım var ve 3 yazdır Akdeniz sahillerinde The Bananas adıyla electronic cover’lar yaptığımız konserler veriyorduk yabancılara.

St. Petersburg’da tanıdıklarım ve The Bananas dinleyicileri var bolca. Çok da güzel bir şehir. Oradaki kontaklarıma bir iki mail atıp kafamdakileri anlattım, daha sonra klibin yönetmeni Fırat Giraygil ile de konuştum. Her şey ayarlandı ve 6-7 kişi ekipmanımızla birlikte klip çekmeye Rusya’ya gittik. İlk akşam uçaktan inip buluşacağımız yere bir gittik ki 20 tane kız bizi bekliyor. Hepsi klip için gelmiş giyinmiş. Her şey hazırlanmış. Bu kadarını beklemiyorduk. Sonra spontane takıldık.

Evet belli. Party sahneleri var, eğleniyorsunuz klibin genelinde?

Evet şarkının hikayesi de o. Rutin hayattan sıkılan bi adam bu gece içeceğim falan diyor. Rusya’ya gidiyor. Planlarda onu İstanbul’da çekmek vardı ama Rusya’da çekince daha enteresan oldu.

Bu klip ilkinden çok farklı, başka kafada bi klip. Bundan nasıl tepkiler aldın?

Şarkı da klip de daha geniş kitlelere hitap edebilecek tarzda. Benim kafamda olup Tokat’ı seven tayfa Bu Gece’yi biraz pop buldu açıkçası. Onun dışında çok sevildi. Tokat’ın kafasını sevmeyip bu klibi sevenler de oldu. Şarkının içinde hafif de olsa dubstep ögelerinde yer verdik. Güzel oldu. Türk dinleyicisi yavaş yavaş bu tarz şeylere alışıyor. İki yaz önce yaptık o şarkıyı. Dubstep bölümleri olmasa güzel şarkı falan diyorlardı. Ondan bir sene sonra yapılan bütün yabancı şarkılarda kullanıldı sonra o öğeler. Şimdi direkt dubstep bir parça üzerinde çalışıyorum mesela, onu da yayınlayacağım yakında. Ondan önce F**er Discotheque’in klibini yayınladım.

Şarkıyı yapıyorum, hop yayınlıyorum kafası çok güzel ya.

Yeni sistem bu. 12 şarkı için neden bekleyeyim ki diyorum. Bir şarkı yaparım hop klibini çeker yayınlarım. Müzik dinleme alışkanlıkları da değişti. Şarkıyı indiriyorsun, ipod’una atıyorsun, başka sanatçıların başka şarkılarıyla beraber dinliyorsun. Artık tek bir sanatçının albümünü dinleme kafası azaldı. Bir sanatçının bir şarkısı, ötekinin başka şarkısı, herkes kendi beğenisine göre istediği şarkıya ulaşıyor.

Yeni dönemde bütün kurallar değişti. Bizim için birçok şey zorlaşırken birçok şey de kolaylaştı. Dediğim gibi klibi yayınlıyorum para ödemeden, bu evden, dandik internet bağlantımla klip yayınlama lüksüm var. Ama bu lüks yüzünden de albüm satma olayı ortadan kalktı. Çünkü insanlar aynı lüksle evlerinden kendi dandik internet bağlantısıyla senin şarkını indirebiliyorlar. O yüzden şarkı indirilmesine karşı değilim ben.

IMG 4750

Kısacası şu anki planın indie kalmak. Müziğini yapıyorsun internet bağlantınla yayınlıyorsun. Tanınıyorsun. Sonra konserler yapıyorsun. İnsanlar geliyor ve bu şekilde memnunsun halinden.

Tuzla Belediyesi ile İTÜ ortaklığında bir konserim vardı. Belediye çok reklamını yapmış dolayısıyla tüm Tuzla halkı oradaydı. Beni daha önce hiç duymamış insanlar geldi ve çok sevdiler. Çok mutlu oldum. Ben hem kafamdakini yapıyorum hem de amcalar dans ediyor.

Konserden sonra minibüse bindik, bir aile geldi, babaları kusura bakmayın fotoğraf çekebilir miyiz beraber dedi. Çocuğu benle fotoğraf çekilmek istiyor heralde dedim. Adam verdi çocuğa makinayı geçti yanıma benle fotoğraf çektirdi. İnternette veya sokakta karşılaşamayacağım kişilerin canlı performansımdan etkilenmesi gerçekten çok mutlu ediyor beni.

Konserlerde robotların da çıkıyor mu sahneye?

Ya onun kötü bir hikayesi var. Yazın Hayrettin’in programına davet ettiler beni. Robotlarla beraber gelmemi istediler, tabii dedik. Taşındığım döneme denk geldi. Taşınırken robotları da evin önünde kömürlüğe koyduk ve robotlar çalındı. Karton robotlar üstelik hiçbir değeri yok. Çekime 2 gün kala Hayrettin’in ekibini arayıp robotlar çalındı dedik. İlk başta o zaman gelmeyin dediler. Sonra robot olmasa da gelin dediler yine çıktık ama gitti sonuç olarak robotlar. Çok üzüldük.

odul torenı

Radyo Boğaziçi’nden ödül aldın bir de, onu anlatır mısın?

Radyo Boğaziçi Müzik Ödülleri’ne Nada, Ramadan ve Bedük gibi isimlerle beraber en iyi elektronik müzik dalında adaydım. O ödülü Bedük aldı. Henuz çok yeni olmama rağmen Bedük gibi büyük bir ismi yakın oylarla takip etmiş olmam sebebi ile beni de ödüllendirmek istediler. Radyo Boğaziçi Özel Destek Ödülü verdiler. Çok mutlu oldum. Çok çok büyük isimlerin arasında olmak gururlandırdı beni. Kenan Doğulu ile ayakkabılarımız pişti oluyordu nerdeyse :) Bir de çıkıp bangır bangır Bu Gece’yi çaldık. Kendine geldi insanlar :)

Emir Yargın’dan son haberleri alsak bir de… Nelerle uğraşıyorsun şu sıralar?

Albüm çıktığından beri sürekli üstüne düşündüğüm video Eylül’dü. Hani bazı romantik filmler vardır onları izleyince gerçekten çok etkilenirsiniz o aşktan. Arkadaş tavsiyesi ile çok izlenir o filmler zaten. İşte Eylül’ün klibi de, çok guzel bi aşkı -vay bee dedirtcek , biraz da iç burkacak şekilde anlatacak. Bir iki gün içinde motöööör diyeceğim. Senaryolar hep benden çıkıyordu ama yönettiğim ilk kendi klibim olacak.

Bir de heyecanla beklediğim ‘Demirden Yumruk’ App’im çok yakında Kemal Kocabıyık’ın elinden çıkıyor. Yine çok eğlenceli ve farklı birşey geliyor. Herkes hazır olsun…

Şahane. Kolay gelsin. Son olarak cizenbayan.com okuyucuları için bir playlist yapmanı istesem.

Tabii ki. Aklıma gelenlerden bir demet sunayım:

emir yargın playlist by Elif Tanverdi on Grooveshark

Zwicker – Make It Happen (Ft. Heidi Happy)

Jamiroquai – Corner Of The Earth

Zoot Woman – Its Automatic

Incubus – Just A Phase

Adrian Lux – Teenage Crime

Jamie Woon – Spirits

C2C – Down The Road

————

Emir Yargın / Ağustos 2012

Emir Yargın Twitter

Emir Yargın Facebook Page

Emir Yargın YouTube Kanalı

Emir Yargın Web Sitesi

Emir Yargın Dondurma

]]> http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/emiryargin/feed/ 2 123 / yüz yirmi üç http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/yuzyirmiuc/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/yuzyirmiuc/#comments Tue, 24 Jul 2012 12:01:03 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=382 İlk kez İTÜ Taşkışla Şenliği’nde izlediğim 123 methini çok duyduğum ama hiç canlı dinlemediğim bir gruptu. Güzel bir kız, çalarken transa geçen bir davulcu, bir bas gitar (ki bazen akustik gitar da çalabiliyor) ve bir de rhodes ile sahnedeler. Sakin sakin şarkılar da var kendilerinden geçerek çaldıkları da. Sadece kendi değil sesi de güzelmiş kızın oluyor ilk yorumum. Bonobo, Wax Poetic ve Cinematic Orchestra’yı andırıyor bana yaptıkları müzik. Sonradan öğreniyorum zaten İlhan Erşahin’in yeğeniymiş güzel kızımız. Sahne önünü dolduran kalabalıktan çok sevilip takip edildiklerini anlamak güç değil. Genelde yaz, mutluluk temalı şarkılar çalıyorlar, bir iki tanesini duymuştum da sanırım, herkes eşlik ediyor.

Konser devam ederken çiğköfte geliyor sahneye. Ne yapacağını şaşıran vokal Dilara seyirciye ikram ediyor çiğköfteyi. Çok doğal tavırları, çok içten. Sonra sizin için bir sürprizimiz var diyerek çok bildiğim bir şeyler çalmaya başlıyorlar. A a! Thom Yorke’un Eraser’ı bu! Öyle güzel çalıyorlar ki hayran kalıyorum. ”Thom Yorke çaldınız ya, canımsınız bundan sonra’ diye tweet atmayı da ihmal etmiyorum. Kendi şarkıları, enerjileri, çevremden duyduğum, övdükleri kadar varmış 123.

123itu

Akşam eve dönüp külliyatına gömüyorum kendimi. Brezilya’da çekilmiş klipler, kitap albümler, senfoni orkestrasıyla verilmiş konserler var. Hayran olmamak elde değil. Tak bir albümü, öyle çalıp gitsin, en huzurlu anların, rüyaların soundtrack’i olsun. Öyle dalıyorum uykuya. Sabah uyandığımda inbox’ımda konusu 123 olan bir mail görüyorum!

“Thom Yorke tweet’inden girdik, blog’undan çıktık” diyor 123’ün davulcusu Berke. Yaptığı işleri beğendiğim biri tarafından yaptığım işlerin beğenilmesi menşeyli bir mutluluk kaplıyor içimi. Tanışalım o zaman diyoruz. Sohbet edelim. Hem belki cizenbayan.com okurları da kulak misafiri olmak ister konuştuklarımıza.

Bir cuma öğlen Bebek kahvesinde buluşuyoruz bu sohbet için. (Biraz tembelliğim ve biraz da seyahatlerimden 2 ay sonra toparlayabiliyorum fotoğraflarını Yağız‘ın, Babylon Soundgarden‘da analog makinasıyla çektiği röportajı o ayrı). Hemen camiinin dibindeki kahvede az sonra başlayacak cuma vaazı ve ardından ezanı hesaba katmamışız ama. Bırakın ses kaydını birbirimizi bile duymamız mümkün olmadığından bekliyoruz çaresiz. Sadece sahnede izlediğim, yüzyüze henüz tanıştığım bu insanları gözlemleme fırsatı buluyorum biraz. Berke bana hediye etmek için getirdiği CD’leri arabada unutmuş, onları almaya gidiyor. Dilara kuruyemiş çıkartıyor çantasından herkese ikram ediyor. Feryin bir çay söylerken Burak sigarasını yakıyor. Berke elinde 2 kitap bir CD ile gelip, Cuma namazı da bitince ses kayıt tuşuna basıp aklıma en çok takılan soruyla başlatıyorum röportajı:

123elifnames

Size muhtemelen çok sık gelen bir soruyla başlayalım. Yüz yirmi üç mü yoksa bir iki üç mü? İkisi de değil mi?

Feryin: İkisi de doğru değil. Bir kere de böyle cevap verelim. (gülüyorlar)
Berke: İkisi de doğru ama biz yüz yirmi üç diyoruz.
Dilara: Aslında yüz yirmi üç, çünkü BPM’le başladı. Metronom.
Burak: Kendi içimizde taktığımız bir isimdi çünkü ilk başta çaldığımız bütün şarkılar bu tempodaydı.
Feryin: Stereo Love albümünün bütün şarkıları 123 BPM’de. İsim de buradan geliyor.

Ben de öyle biliyordum ama sonradan kafam karıştı. Facebook bio’nuzda ingilizce one-two-three olarak yazmışsınız çünkü grubun ismini.

Berke: Yabancı dillerde daha zor oluyor yüz yirmi üç demek. Bir tek Türkçe’de böyle kısa. One hundred and twenty three falan zor oluyor. Dolayısıyla oralarda insanlar öyle söylemeyi tercih edince biz de hiç uzatmadık. Kolay olsun dedik.
Dilara: Bir yandan da güzel bir şey. Her dilde başka bir okunuşu var.
Berke: Bir de grubun adı o sembol olmuş oluyor. Rakamların kendisi.

Çok orijinal bir fikir! Her dilde farklı okunan bir sembol.

Berke: Baştan düşünülmüş bir şey değil. Hatta İnternet adreslerimizi bir araya toplamaya çalışırken epey zorlandık ve sıkıldık bile bu isimden. Sadece rakamlarla facebook, twitter kullanıcı adı, web sitesi almak mümküm değil. Örneğin web sitemiz 123theband. Twitter 123band, Myspace 123fromistanbul, facebook 123theband. Biraz karışık. Ama yine de 123 diye aratınca google’da ilk 3’de durmayı beceriyoruz Türkçe ve İngilizce’de. Fransızca’da da ilk sayfadayız:)

Nasıl bir araya geldi 123?

Berke: Biz; Burak, Feryin ben başka bir grupta çalıyorduk beraber. Çok farklı tarzda bir müzik yapıyorduk.
Burak: Bir oyun oynamaya başladık aslında biz.
Berke: Konsept bir şey olarak aynı tempoda hiç durmadan bir şeyler çalalım diye başladık. Bir yan proje gibi düşünebilirsiniz. İlk zamanlarda gerçekten tanesi 20’şer dakikadan 6 şarkıyı 2 saatte çaldığımızı hatırlıyorum hem de durmadan. Daha lounge, jazzy bir tarzdı.
Feryin: Elektronik alt yapılı.
Berke: Tam dans değil ama kıpırtılı bir şeylerdi. Konsept gibi. Sonra biz onu iyice adam edemeden duramadık. Öylece bırakabilirdik ama şarkılar, albümler hikayeler şeklinde başka yerlere gitti. 123’ü üç kişi kurduk kurmasına ama sonra ben okulda Dilara’yı tanıdım. Grubun müziğini vokalli bi yere götürmeyi hep düşünüyoduk ama hiçbirimiz gerçekten vokalist olmadığımız için bu bir hayal olarak bir köşede duruyordu. Derken Dilara’yla bir şarkı yapalım dedik. Tek bir şarkı. Lara albümünün son şarkısı olan “I don’t know you girl” aslen 123 ve Dilara’yı buluşturan şarkıdır. Bir şarkı, iki oldu, sonra beş, sonra otuz. İlk albümümüz Aksel’i yayınlamadan önce tanımıştık artık Dilara’yı ama ilk albümü üç kişi olarak kaydedip bitirmiştik o zaman.
album3album2album1

Baya başka yerlere gitmiş gibi görünüyor. Albüm değil kitap tutuyorum elimde iki tane. Bir hikaye anlatmak için mi albüm yapıyorsunuz yoksa albüm bittikten sonra üzerinde çalıştığınız artwork’ün abartılmış hali gibi bir şey mi bu kitaplar?

Dilara: Bir hikaye anlatıyor bu albüm kitaplar.
Feryin: Berke aslında bizim yaptığımız müzikten bağımsız olarak bu hikayeyi yazıyordu. Yaptığımız müziğin hikayeye yakışacağını düşündü ve bu fikir onun aklına geldi. Ben bu hikayeyi müzikle anlatmak istiyorum diyerek bize anlattı. Burak’la bana hikayenin kısa bölümlerini veriyordu. Beraber oturup o hikayeler için şarkılar yazmışlığımız var.

Kitapların / albümlerin birbirinin devamı olma gibi bir durumu da var sanırım?

Feryin: Total bir hikaye var. Biz bildiğimiz için çok iyi anlıyoruz. Dışardan bir gözle bakınca fazla dikkat vermek lazım. İlk iki albümde bu hikaye çok açık olmasa da serinin bittiği 3. kitap bunun açık açık anlatılacağı bir şey olacak.
Dilara: Önce Aksel, sonra Stereo Love sonra da Arve. Arada Lara‘yı çıkardık. Sonra da bu üçlemenin son kitabı Anja gelecek. Aradakiler hikayeden bağımsız.
Berke: Kitaplı olanlar birbiriyle ilintili.

Ne demek Aksel, Arve ve Anja?

Berke: Aksel, Arve ve Anja üç farklı karakter. Aksel bir çocuk, Anja da bir kız. Ketil Björnstad diye Norveçli bir piyanist var, aynı zamanda romancı. Onun bir kitabından esinlenilmiş iki isim. Aksel’le Anja isimleri oradan gelince aradaki albüm da yine A ile başlasın diye düşündüm. O da Arve oluverdi. Arve de yine bizim çok sevdiğimiz Norveçli bir trompetçi. Bu albümde de bizat çaldı hatta bir şarkıda. İsim yanıbaşımızda duruyormuş yani.
Dilara: Bu isimler hikayenin karakterleri. Aksel’de onun hikayesi anlatılıyor. Arve daha çok Arve’yi anlatıyor. Anja da Anja üzerine olacak dolayısıyla ama biraz da bütün hikayeyi toparlayan bir albüm olmuş olacak.
   

Kitap albüm bir bütün, bir hikaye anlatıyor. Şarkılara klip çektiğinizde yine bu hikayeyi destekleyici klipler mi oluyor bunlar?

Dilara: Evet genelde öyle oldu. Arve’den Grass‘a çektik klip. Hikayeyi destekleyici şekildeydi. Bir çocuk oynuyor klipte. Arve rolünde denebilir.
Feryin: Kitapta kendimiz de varız diye ikinci klipte biz de varız. Laughter Arve’ye giderkenki bir yeri anlatan bir şarkı olduğu için klibinde de ormanda gezip birbirimizin fotoğraflarını falan çekiyoruz.

Brezilya’da şahane bir klip var. Berke çekmiş sanırım. Klipte de Dilara oynuyor. Herşeyi böyle kendiniz mi yapıyorsunuz? Tam kafanızdakini yapmak daha özgür olmak için mi bu böyle?

Dilara: Bütün klipleri biz çekmiyoruz. Sadece Brezilya’daki klibi (Sun In The Arms Of Love) Berke çekti. Ondan öncekilerde başka bir yönetmenle çalıştık. Ama şöyle bir durum var yönetmenler de tanıdık, arkadaşlar oluyor. Biz anlatıyoruz, onlar da o hikayeden kendileri bir şey düşünüyor. Yine bir iş birliği olmuş oluyor yani.

Albümleri kitapla beraber çıkarmanızın, bir hikaye anlatmanızın esas sebebi ne?

Berke: Biz kendimiz böyle seviyoruz. Söz konusu sadece şarkı olunca internetten de indirebilirsiniz zaten. Daha collectable bir şey yapmak istedik. Böyle şeyleri seviyoruz. Bir grup böyle şeyler yapınca biz de heyecanlanıyoruz.

Kitaplı albüm çıkarma konusunda ilham aldığınız gruplar var mı? Sizi etkileyen örnekler?

Dilara: Sigur Ros yaptı bunun gibi bir şey. Cep kitabı gibi bir formatı vardı.
Feryin: Riceboy Sleeps!
Berke: Bu ebatta asıl Rune Grammofon diye Norveçli bir plak şirketinin toplaması vardı. İçinde 20 şarkı olan bir albüm. O acayip güzel bir şeydi tasarım olarak. O bize çok ilham verdi. Onlar hikaye anlatan şeyler değil. Bizimki bu noktada ayrılıyor.

Sitenizde grubun orijini için İstanbul/Stockholm yazıyor. O niye?

Dilara: Ben Stockholm’de doğdum. İsveçli bir tarafım var, ailemin bir kısmı orada. Yalan yok yani :)

Orada konserler de oluyor mu? Bir ayağı Stockholm’de olan bir grup musunuz?

Dilara: Aslında hiç konser vermedik. Arve’de vokalleri orada kaydettik. İsveç’in kuzeyinin müziğimize de etkisi büyük.
Feryin: Lara albümünün miksajı için de Norveç’e gittik.

Norveç’le var mı bir bağınız?

Berke: Gönül bağımız var :) (gülüyoruz)
Dilara: Tamamen sevgiden:)

Oranın müziğinden etkilenme, coğrafyasından, ışığından etkilenme gibi bir durum söz konusu o zaman?

Berke: Kesinlikle. Oranın müziğini buranın müziğinden daha çok takip ediyoruz mesela. Burada nasılsa çok bir şey olmuyor diye.

123cici123soundgarden

Nasıl yapıyorsunuz albümü? Her grubun kendince bir yöntemi var. Sizde süreç nasıl işliyor? Ritüelleriniz var mı?

Feryin: Çok keyifli oluyor.
Burak: Kampa gidiyormuş gibi oluyor bizde. Lara için Bodrum’a gittik. Orda çok güzel bir taş ev vardı. Sessiz sakin bir yer.
Feryin: Şarkıların taslakları önceden hazır oluyor tabii. Herkesin elinde, bilgisayarında bir ön çalışma oluyor. Az çok ne kaydedeceğimizi bilerek gidiyoruz. Orada kaydın güzel bir hali yapılıyor.
Burak: Sadece albüm için gitmiş oluyoruz ve konsatre oluyoruz.
Feryin: Albüm için bir de yemek yemek için.
Dilara: Mangallar falan yapılıyor :)
Burak: Baya keyifliydi aslında.

Sözleri kim yazıyor? İngilizce, Türkçe ve sözsüz şarkılarınız var sanırım?

Dilara: İlk albüm Aksel’de sadece 4 tane sözlü parça var. 2’si Türkçe, 2’si İngilizce.
Burak: O daha enstrümental, daha sinematik bir albüm.
Berke: O albümdeki sözleri ben yazdım. Arve’deki sözleri ben yazdım, Dilara ile beraber vokal yaptık. Lara’daki sözlerin hepsini Dilara yazdı. Stereo Love’dakileri de öyle.

İsmi o yüzden mi Lara o albümün?

Dilara: Ben biraz çekiniyorum. Yanlış anlayanlar oluyor. Kız da girdi gruba sanki kendi grubuymuş gibi diye lanse ediliyor, üzülüyorum.
Berke: A, kim bu kız yeni mi çıktı falan da diyorlar.
lara
A! Lara 123 diye albüm çıkarmış:)
Dilara: Şaka değil ama oldu bu. Bir siteye girdim, orada Lara’nın 123 albümü çıktı gibi bir şeyler yazıyordu.
Berke: Albüm kapağına bakınca o yanılgıya düşmek normal.
Dilara: Asıl sebebi şu: ilk defa dördümüz gerçekten başından sonuna kadar beraber yaptık bu albümü. Bundan sonra da öyle olacak
Berke: Bir yandan bu albümün Lara diye bir sanatçı olarak algılanması komik bir şey diye düşünüyorum ben. Biz 123 olarak 3 tane albüm yapmış bir grubuz, 4. albümümüz bu. Nasılsa insanlar biliyorlar artık 123’ü gibi bir hissiyatımız vardı. Bu son albümle 123’ü yeni tanıyan bir sürü insan oldu.
Burak: Ama bak nereden nereye. İlk albümle bu albüm baya farklı birbirinden. Her seferinde yeni şeyler yapmayı seviyoruz.

Çok güzel bir şey bence bu. Bir müzik grubunun gelişimine tanık olmak. Onlarla beraber bir zevk geliştirmek.

Feryin: Diğer albümde bunu yaptık, şimdi başka bir şey yapalım diye oturmuyoruz başına. Tamamen içimizden geliyor ve onu yapıyoruz.
Burak: Dilara bir keresinde bir hafta içinde 6 tane şarkı gönderdi bize. Şoke olduk.
Berke: Evet, geçen yazdı. Bu yaz da öyle olacak bence. Yaz geldi çünkü!
Bu yaz da bir albüm yapmayı planlıyor musunuz?
 
Dilara: Aslında planlamıyoruz. Her albümden sonra biraz zaman veriyoruz kendimize ama belki arada başka bir şeyler çıkar.
Burak: Projeler olacak. Belki bir brass quartet ya da brass section. Biraz daha büyük bir grup halinde konserler vermeyi düşünüyoruz, onun dışında senfoni orkestrası konserleri oluyor.

Evet! Youtube’da bulup izledim birkaç şarkıyı. Senfoni orkestrasıyla birlikte çalmak harika bir deneyim olsa gerek. Nasıl oldu? 

Dilara: Hepimizin istediği bir şeydi aslında senfoni orkestrasıyla çalmak, kim istemez ki! Babamın orkestra şefi olmasının bu hayalimizi gerçekleştirmemize büyük katkısı oldu.

Devamı gelecek mi bu projenin? Konser olarak izleyebilecek miyiz İstanbul’da da?

Dilara: Evet istiyoruz. Biraz zor bir proje. Orkestra çok kalabalık. Programlarını çok önceden yapıyorlar. Onun dışında her parçaya orkestrasyon yapılması gerekiyor. İki kere yaptık şimdiye kadar, ilki Eskişehir’de ikincisi İzmir’de. Önümüzdeki sene yeni albümle beraber yeni aranjmanlarla birkaç yerde konserler vermek ve mümkün olursa bir DVD hazırlamak istiyoruz.
dilara

Off, harika olur işte o! Peki sen ne zamandan beri müzikle iç içesin Dilara? Müzikle ilgili bir aileden geldiğini söylüyorsun. Sadece baban müzisyen değil bildiğim kadarıyla İlhan Erşahin de akraban. Nasıl etkiliyor müzikle ilişkini bu aile durumu?

Dilara: Evet, İlhan Erşahin dayım. Ama sadece babam ve dayım müzisyen değil ailede. Babanem ve dedem operacıydı. Amcam besteci. Dayım saksafon çalıyor. Annem hamileyken Eric Satie dinletiyorlarmış bana. Ailede çok müzisyen olduğu için sanırım biraz doğal olarak müziğin içinde buldum kendimi.

Müzik okudum ben. Üniversitede psikoloji veya sosyoloji okumak istiyordum. Son anda yetenek sınavları oluyormuş, e hadi gireyim bari falan derken zaten iç içe olduğum müziğin akademik olarak okuma kısmın da yaptım denebilir.

Sizde durum ne?

Feryin: Ben işletme okudum 10 sene. Mezun oldum :) Enstrüman çalmaya 14-15 yaşında başladım. Babam gitar çalıyordu benim, hobi olarak, o öğretti bana biraz. Ben de kendi kendime ilerlettim.
Dilara: Müzik sevgisi seni sardı:)
Berke: Ben de 14 yaşlarında başladım enstrüman çalmaya. Sonra üniversitede müzik okudum. Dilara’yla orada tanıştık. Ama müzisyen bi ailem yok.
A! Olmadı o zaman:P
 
Burak: Okul eğitimim enteresan benim. 10 sene İstanbul Üniversitesi Konservatuarı’nda klarnet okudum. Sonra Mimar Sinan’da 6 sene okuyup 2. sınıfta terk ettim. Babam müzisyen ama. Neyzen hatta.
Berke: Neyzen Tevfik Burak’ın babası (gülüyoruz hatta biz gülerken masada bir şeyler devriliyor)
Dilara: Alakasız. Hiç anlamamış olayı.
burak

Süper:) Çalıyor musunuz Burak’ın babasıyla da beraber bir şeyler? Ney sound’una da yer var mı müziğinizde?

Dilara: Henüz yapmadık öyle bir şey ama olabilir ilerde. Benim babamla Burak’ın babası konser veriyor mesela.
Burak: Ben de Dilara’nın babasıyla konser vermiş oluyorum.

Şu tanışmamıza vesile olan Thom Yorke cover’ından bahsedelim biraz. İlk defa mı çaldınız orada nasıl oldu? Yapıyor musunuz arada cover’lar?

Berke: Oradan bir gün önce Karga’da çaldık. Normalde cover yapmıyoruz. Akustikhane diye bir program var, onlar bir cover yapmayı mecbur tutuyorlar. Geçen sene onlar için Sade ve Emilano Torrini cover’ladık. Bu hafta da orada çalmak için hazırlamıştık aslında bu cover’ı. Eraser çok sevdiğimiz bir şarkı, hatta o albümdeki en sevdiğimiz şarkı. Aradaki konserlerde de çalmak istedik.

Baya da güzel olmuştu. Özellikle kadın vokalden dinlemek enteresandı.

Berke: Keşke bizim şarkımız olsa dediğimiz bir şarkı. Ama pek cover çalmıyoruz dediğim gibi. Kendi kendimize takılıyoruz ya da kendi şarkılarımızı çalıyoruz. Benim nedense cover’a alerjim var. Öyle şeylere gitmiyor kafam, yeni bir şeyler üretmek istiyorum hep.
Dilara: Cover bizde yanlış anlaşılıyor. Farklı bir yorum katmak demek cover.
Berke: La La Means I Love You diye bir şarkı var, Bill Frisell’den dinliyorum bayadır. Youtube’a yazınca çok eski bir Prince şarkısı olduğunu öğrendim.
Burak: Cover zaten öyle olmalı.
Berke: İyi yapıldığı zaman kimsenin sinirini bozacak bir şey değil.
Neden müzik yapıyorsunuz? 
Dilara: Paylaşım sanırım. Yoksa kendi odanda çalıp kendin dinlersin. Benim için sanat da biraz öyle. Yaptıklarını başkalarıyla paylaşmak, etkileşim halinde olmak güzel olan şey. Yoksa hiç konser vermezdik. Paylaşım çok acaip. İnsanlar şarkılarımızı söylüyor, biz şaşırıyoruz.
Berke: Sahneye çıkarken heycanlanıyoruz.
dilaraberke

Çiğköfte meselesine gelirsek… (İTÜ konserinde bir hayranları Dilara’ya sahnedeyken bir porsiyon çiğköfte ikram ediyor da) Oluyor mu etkileşim halindeyken böyle şeyler. Sahnede başınıza gelmiş en acayip şey ne?

Dilara: Birkaç peçete maceramız olmuştu ama sahneye çiğköfte geldiği hiç olmamıştı. Başımıza gelmiş en acayip şey bu heralde. Bizim parçamızı isteyenler ya da peçeteye notlar yazanlar oluyor.
Berke: Geçenlerde ilginç bir konser yaptık. Unkapanı’ndaki İMÇ çarşısının ortasındaki avluda çaldık. Küçük bir çocuk geldi, ortada da Dilara’nın armonikası duruyordu. Hortumu var, üflenince ses çıkaran bir enstrüman. Çocuk biz çalarken önce armonikanın tuşlarına bastı, ses çıkaramadı, sonra hortumu buldu, üfledi ve ses çıkarmayı başardı. Sonra da utandı ve kaçıp gitti.
Dilara: Daha sonra çok alakasız bir adam geldi biz çalarken. Hiç kaale almadı bizi. Orda çalıyor olmamız normal bir şeymiş gibi çaldığımız yerin ortasından geldi geçti.
Berke: Grubun adı ne diye sordu, 123 dedik, güzelmiş falan dedi.
Dilara: Sağol abi dedik :)
Berke: Hemen orada bizi stüdyoya sokup meşhur edecek gibi bir edası vardı:)
Burak: Bir de üst katta çay içen amcalar enteresandı.

Yaptığınız müziği nasıl tanımlıyorsunuz?

Dilara: Müzik!
Berke: Dünyanın en zor sorusu bu heralde. Bu soruya cevap vermeyi hiç beceremiyoruz.
Burak: Müzik işte Dilara’nın dediği gibi. Gerçekten de müzik yapıyoruz.
Dilara: Hele ki şu zamanda. Artık janr diye bir şey var mı ben pek emin olamıyorum. Eskiden daha belirgindi sınırlar. Bir müziğe deniyorsa o hakikaten cazdı. Bu dönemde yapılan işler hepsinin karışımı aslında.

Peki siz neler dinleyip neleri karıştıyorsunuz kendi ‘müzik’inizde, özellikle son zamanlarda?

Dilara: Bir sürü şey var aslında. Rock ve sert şeyler de dinliyoruz.
Burak: Hepimiz ayrı ayrı farklı müzikler dinliyoruz. Ben tutup Berke’den, Dilara ya da Feryin’den de etkilenebiliyorum.
Feryin: Çok doğru. Şarkı yazarken bu insanların nasıl çalıp söyleyecekleri oluyor hep kafamda, onların bugüne kadar yaptığı şeylerden etkilenip ona göre bir şeyler yazıyorum ben de.
Berke: Dinlediğimiz müzikler hep bir şekilde kafamızın arkasında dönüyor. Bilinçli olarak olmasa bile etkileniyoruz. Etkilenerek yazdığımız bir şeyi iki albüm sonra farkedebiliyoruz. Aa bu bu şarkının bilmem nesine amma benziyormuş diyorsun. Yaparken bilinçli olmuyor. O an geliyor, çıkıyor.
sevimli

Müzik dinlemek için, keyif için neler dinliyorsunuz peki?

Berke: Ben bu ara çok Bill Frisell dinliyorum.
Dilara: Benim aklıma hep vokalli şeyler geliyor. Meredih Monk dinliyorum, daha deneysel bir kadın. Çok şarkılı değil ama. Emiliana Torrini veya Sade veya daha pop şeyler, mesela Beyonce falan da dinliyorum. Etkileyici bir şey. Veya Robert Glasper çok dinledim bi ara.
BerkeECM denen plak şirketinden çok şey dinliyoruz. Böyle sessiz sessiz müzikler.
Dilara: Veya çok caz şeyler; mesela Wayne Shorter.
Berke: Ben yeni bir albüm aldım, Dino SaluzziCon Christensen: çalmıyorlar gibi. Öyle acayip ki. Stüdyoya girip çalmamışlar herifler.
Dilara: Bazen bu ‘çalmama’ da çok etkileyebilir insanları. Bu da başka bir kafa.
Burak: Prova yaptığımız yerde, stüdyoda, aralarda dinlenirken Brezilya’dan aldığımız Portekizce plakları dinliyoruz. Öyle bir ritüelimiz var artık.

Bilmeden mi aldınız bu plakları? Albüm artwork’üne falan bakıp?

Feryin: Biraz bilerek biraz da meraktan aldığımız şeyler var.
Berke: Portekizce’ye merakımız Dilara’yla başladı. Astrud Gilberto‘yu tanıttı bize. Ondan sonra da özellikle de Brezilya’ya gitmişken adını bildiğimiz bilmediğimiz kim varsa alıyoruz artık. Öyle bir sevda var yani.
Dilara: Bir ismi biliyorsun. Sonra onun birlikte yer aldığı albümlerden başka birilerini tanıyorsun. Bu da iyidir heralde falan diye deneye yanıla baya güzel albümler aldık.

Bu keşfettiğiniz sanatçılardan besleniyor musunuz? Katıyor mu size bir şeyler?

Berke: İlla ki.
Dilara: Hadi oturalım şimdi albüm yapacağız bu albüm de şuna benzesin gibi değil daha çok bilinçaltı bazında. Beslendiğimiz şeyler bir şekilde üretim aşamasında gösteriyor kendini.
hop
Yaptıkları müziği çok sevdiğim sanatçıların neler sevdiğini, neler dinlediğini merak ediyorum ben. Çalışırken, dinlenirken neler dinlersiniz diye sordum, Berke’den muazzam bir liste geldi:

123 by Elif Tanverdi on Grooveshark

 
augustus pablo – kushites / dub kafasıyla uyanmışsan ilk kahve yanına
bon iver – perth / üzülmeyi seviyosan
daniel lanois – telco / gecenin köründe canın bulaşık yıkamak isterse
eddie vedder – can’t keep / ukulele ve kadife seviyosan
gil scott-heron – me and the devil / karanlıkta yürümek için
jack irons – come running / özlediğin birileri varsa
milton nascimento – minas / brezilya’yı merak ediyosan
the whitefield brothers – reverse feat. percee p and med / kimse görmeden evde yalnız dans ederim diyosan
jaga jazzist – stardust hotel / yalnız başına bi otel odasında kalman gerektiyse
pearl jam – do the evolution / araba kullanırken bağırmak istiyosan
wayne shorter quartet – joy rider / başka gezegenlerde de müzik yapıldığının delili lazımsa
thomas dybdahl – cecilia / cecilia diye bi tanıdığın varsa
brian blade’s mama rosa – second home / bilmediğin bi yere gitmeye kafayı koyduysan
bill frisell – struggle / saçları erken beyazlayanlara sempatin varsa
Berke’nin seçtiği şarkıları yukarıdaki player’da play’e basıp direkt dinleyebilin diye sizin için listeledim. Grooveshark’ta bulamadığım iki şarkının da klibini şöyle iliştireyim:

123 / Temmuz 2012

123 Twitter

123 Facebook Page

123 Web Sitesi

123 YouTube Kanalı

123 MySpace

]]> http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/yuzyirmiuc/feed/ 0 ayşe ertuğrul http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/ayse-ertugrul/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/ayse-ertugrul/#comments Mon, 14 May 2012 07:21:44 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=213 Pin Up ve Telepotik’ten tanıdığımız Beth Gibbons sesli Ayşe Ertuğrul’un solo albümünün habercisi olan ilk Single’ı ‘Nasıl’ çıktı. 3 Mayıs akşamı Roxy’de gerçekleştirdiği, Aylin Aslım’ın da sürpriz bir şekilde sahneye çıkarak Senin Gibi’yi Ayşe’yle birlikte seslendirdikleri lansman konseri öncesi solo kariyeri ve müzik üzerine sohbet ettik. Sohbete başlamadan önce hemen müzik açtı Ayşe; ve harika şeyler dinliyor: yandaki playlist’e tıklayarak röportajı okurken siz de Ayşe’nin seçtiklerini dinleyebilrsiniz bir yandan. Buyrunuz efendim.

Ayşe Ertuğrul ismini tek başına ilk defa duyuyoruz belki ama müzik piyasasına yeni giriş yapmadın. Biraz müzik geçmişinden bahseder misin?

Tabii. Müzik hayatına çok küçük yaşlarda başladım, Güzel sanatlar lisesi gitar bölümünü bitirip, 9 Eylül Üniversitesi  Müzik Öğr. Şan bölümünden mezun oldum. Aslında 10 senedir bu işin içindeyim. İzmir’de sahne aldığım birçok grubum vardı. 2006 yılında Pin Up’a dahil oldum. Sony Music’le çalışıyorduk, Ozan Çolakoğlu prodüktörümüzdü. Üretim Hatası diye bir single çıkardık ve bir klip çektik. Buna eş zamanlı olarak ‘Telepotik’ projesi de devam etti ve son olarak kendi solo projemi çıkarmaya karar verdim.

Telepotik’i anlatsan biraz daha önce duymamış olanlara?

Telepotik’le Trip-hop / Electronica konseptiyle Massive Attack, Portishead geceleri yapıyorduk. Bu şekilde birçok konser verdik. Geri dönüşleri hep güzel oldu, bunun yanında sevdiğimiz Trip-hop / Electronica yapan grup ve sanatçıların en sevilen coverlarına yer veriyoruz ve bir kaç beste ile süslüyoruz tabi konserlerimizi.

Hala devam ediyor mu Telepotik projesi?

Evet. Hala devam ediyor, Telepotik İngilizce bestelerle belki yurt dışına oynayabilecek bir proje olarak devam edecek. İstanbul’da bir takım mekanlarda da sahne almamız söz konusu.

 

 

Telepotik de bir yandan devam ederken neden solo albüm yapmaya karar verdin?

Sürekli yenilik yapmayı seven biriyim. Kendi içimdeki esas yapmak istediğim şeyin ne olduğunu hep biliyordum, yapıyordum da ama daha büyük kitlelere duyurmam gerekiyordu içimdeki enerjiyi. Yoksa sadece kendim için müzik yapmak bencillik olur diye düşünüyorum.

Hayatının her saniyesinde müzik olan bir insanın eninde sonunda yapacağı şey, kendini insanlara bir şekilde ifade etme özgürlüğüne sahip olmasıdır. Ben de gerek şarkılarım, gerek hayata bakış açımla bunu yapmaya çalışan müzisyenlerden biriyim işte. Sevdiğim müziği anlayan insanlara dinletmek en büyük hazzım. Türkiye’de de bu işin çok tutmayacağını bile bile böyle bir şeye attım kendimi. Önemli değil. Kendi işinin patronu ol derler ya hani, bir şirket olmadan birileri seni yönetmeden… Ben şu an o kafadayım. Ben ve ekibim kendi işimizin patronuyuz ve istediğimiz müziği yapıyoruz.

Peki, neden Türkçe sözlü bir şeyler yapmak istedin? Tabii ki dünyada çok sevilen bir müzik türü aslında yaptığın ama sence Türkçe sözlü de dinleyecekler mi insanlar bu müziği?

Türkiye’de yaşıyorum. Genellikle Türkçe sözlü, ürettiğim bir sürü beste vardı. Müzikte dil karmaşası çok anlamsız, isterseniz kendiniz bir dil üretin insanlara sevdirebiliyorsanız önemli olan o. Sonuçta verilen hissiyat, ruh ve sound önemli. Kaldı ki çok deneysel bir müzik yapmıyoruz. Şu an tam orta karar aslında, dinlemeyene, bilmeyene sevdirebilmek amaç.

Bu müziğin kitlesi yok değil. Örneğin Denizli’ye gidiyoruz; Massive Attack’ ın en bilinmeyen şarkılarını çalmamızı istiyorlar, çok mutlu oluyoruz.

Müziği, tutsun diye yapmıyorum. Tutmayacağını bile bile yapıyorum hatta. Tutarsa ‘aa çok iyiymiş, tuttu’ derim. Sonuçta popüler kültüre hitap eden bir müzik değil. Bu şarkıyı veya bu albümü radyolarda çok fazla döndüremezsin. Bunun bir sebebi de süreklilik, onun üstüne ne çalacak? Bir sürü örneği olması lazım ki bu müzik türünün radyolarda çalınabilsin. Türkiye sınırları içerisinde bir çok değerli müzisyen var piyasaya oynamayan kendi özgürlüğünü eline almış olan. Ben onlara saygı duyuyorum. Müzik denen şey; copy-paste mantığıyla bu kadar basite indirgenmemeli, hemen tüketilmemeli. Burada da şirketlere biraz iş düşüyor. Ama bizim ülkemizde bir piyasa kaygısı ön plana çıktığı için işini gerçekten iyi yapan farklı birşeyler arayan müzisyenlere az destek veriliyor. Bu müziği destekleyen birkaç şirket var benim bildiğim. Kendi kafanızda insanlar bulmak gerçekten çok önemli.

Ümitli misin? Olacak mı sence Türkiye’de bu iş?

Olduracağız.. Dediğim gibi çok beğendiğim gruplar var. Nada var mesela, çok beğeniyorum. Portecho, zamanında çok iyi çıkış yapmıştı. 123 var. Onun dışında Bedük ve Ramadan’ı beğeniyorum. Makine’yi beğeniyorum. Farklı arayışlarda olan Türkiye’de yapılmayanı yapmış müzisyenler yok değil yavaş yavaş büyüyeceğiz ne de olsa. Umudum var…

Bu Portishead seven kitleye kendi bestelerini, sevdikleri dinledikleri tarz müziğin Türkçe sözlüsünü dinletmek istiyorsun kısaca. Sana mı ait Nasıl’ın söz ve müziği?

Evet, söz müzik bana ait. Aranjman ve prodüksiyonu da Makine’den tanıdığımız Ozan İnam ve 110’dan tanıdığımız Ozan Yılmaz yaptı.

 

 

Nasıl’ın sözlerinin biraz depresif olduğunu farkettim. Nedir bunun hikayesi? Klip de biraz depresif sanki?

Şu an içinde bulunduğumuz dünyadan yola çıkarak konuşacak olursak, çok neşeli olamadığımız gayet açık. Ben biraz da insanın kendi iç sesinin önemli olduğuna değinmek istedim. Çünkü özgürlük bu demek bana göre.

Klibi ise bir rüya üzerine kurduk. Aslında bir astral seyahat durumu vardı sonra insanlar onu rüya gibi algıladılar. Öyle de algılanabilir. Sonuçta ruh bedenden ayrılıyor ve başka bir boyuta geçiyor. Rüyalarda da öyle oluyor zaten. Klipte ve şarkıda kendisiyle yüzleşen bir kadın var. İnsanın kendi içine bakabilme yetisini anlatıyor. Bir siyah bir de beyaz kadın görüyoruz, ikisi de aynı kişi. Yaptığı hataları için hep kötü tarafını suçluyor ve hesap soruyor ama suçladığı kişi de ta kendisi. Uyandığında ise yeniden başlamış gibi değil kendisiyle yüzleşmeyi başarabilmiş bir şekilde uyanıyor. Şarkı sözlerini yazarken de kafamdaki hikaye buna benzerdi. Klibi de o şekilde çektik. Senaryosunu kafa kafaya verip ekibimizle beraber yazdık. Kostümlerimi kendim hazırladım.

Peki, gelen tepkilerden bahsedelim biraz. Seni bu 10 senedir sahnelerden tanıyan izleyici yeni şarkını beğendi mi? Nasıl bakıyorlar bu duruma? Sence aynı kitleye hitap edebilecek misin yine?

Bazı dinleyicilerde insan sevme durumu var. Müziğiniz ikinci planda bile kalabiliyor. Beni Pin Up ve Telepotik’ten tanıyanlar hala takip ediyor mesela. Yeni tanıştığım insanların yorumları da çok önemli. Sürekli popüler kültür piyasasında, içinde bol bol acı ve arabesk olan şeyleri dinliyor çoğu insan. Tamam dinlesinler ama bakın bu da var demek istiyorum. Belki onların zihinlerini açarım birazcık. İçimde olan şey bu çünkü. Sevdiğim şeyi yapıyorum ve isteyen beğensin, beğenmeyen de dinlemesin diye düşünüyorum. Ama bir şeyi severek yaptığınızda dinleyiciler de bunun içten olduğunu görüyorlar. Bu röportajlarda anlaşılıyor en iyi. Ya da facebook’tan ve twitter’dan yazdıklarımı takip edenler; farklı, samimi bir şeyler görüyorlarsa beğeniyorlar. Henüz olumsuz bir eleştiri almadım. Herkes memnun şu anda.

Ekibin kimlerden oluşuyor? Tanıdık simalar var mı? Telepotik ve Ayşe Ertuğrul ekibi farklı mı?

Telepotik ve Ayşe Ertuğrul Ekibi aynı müzisyenlerden oluşuyor. Grupta Makine’den Ozan İnam ve Özgün Akay var. Yine İzmir’den Repertuar Köpekleri grubundan tanıdığımız ve Telepotik projesinde başından beri olan Halil Nalça var. Yıllardır birlikte sahneye çıktığım ve kendimden bile daha çok güvendiğim insanlarla beraberim. Çok şanslı hissediyorum kendimi. Gözüm kapalı sahneye çıkıyorum ve beni onlar taşıyorlar başka boyutlara. Birbirimizi çok iyi tanıyoruz; bu çok önemli. Ben artık İstanbul’a yerleştim. Onlar da kalkıp benim için İzmir’den geldiler ve artık hepimiz İstanbul’dayız.

 

 

Sen de müzik için İzmir’i bırakıp İstanbul’a yerleşme kararı verenlerdensin yani?

Hayatımın büyük bir kısmının İstanbul’da geçmesine rağmen İzmir aşığı olduğum için sürekli İstanbul-İzmir arası gidip geliyordum. Birkaç yıl İzmir’de yaşadıktan sonra İstanbul’a tekrardan kesin dönüş yaptım. Bu işler İstanbul’da oluyor tabii bildiğiniz üzere, yapacak bir şey yok…

Madem yine Telepotik ekibiylesin, hem de Eylül’e kadar piyasada bir şarkın var. Konserler verdiğinde yine cover ağırlıklı mı olacak? Türkçe parçalar da çalacak mısın? Ne bekliyor Ayşe Ertuğrul dinleyicilerini?

Albümde yer alacak şarkıların yanı sıra Portishead, Massive Attack, Goldfrapp, Conjure One, Baxter, Trentemoller, Timo Maas coverlarına yer veriyoruz konserlerde. Elektronik müzik deyince insanların aklına genellikle sadece elektronik alt yapıdan oluşan bir sound geliyor ama canlı performanslarda da albümde de akustik enstrümanlar da var tabii ki. Zaten trip-hop genellikle sadece elektronik alt yapıdan oluşan bir müzik değil. Akustik enstrümanlarla elektronik müziğin birleşimi gibi düşünebiliriz. Sahnede ise kendi görsellerimizi de kullanarako şarkıya özgü bilinçaltımızda yatan döngüyü, hikayeyi canlandırmaya gayret ediyoruz.

Single’ın çıktı, klibini çektin. Şimdi bu single’ı takip eden bir albüm hazırlığındasın.

Evet, Eylül Ekim aylarında albüm geliyor.

Süper. O zamana kadar planların neler peki? Nerelerde dinleyebiliriz seni?

Lansmandan sonra Eylül’e kadar konserler devam edecek, küçük bir turne olacak önümüzdeki ay; Denizli, İzmir, Bursa ve Eskişehir’i kapsayan. Ama en yakın tarih olarak verebileceğim; Telepotik’le 18 Mayıs Cuma Dogzstar’da sahne alacağız, herkesi bekliyoruz.

 

 

Peki, ya albümden sonra?

Albümden sonra da planım bol bol konser vermek, insanlara sesimi daha fazla duyurabilmek. Konserlere bekliyorum insanları tabii ki. İşin en eğlenceli en güzel kısmı da o zaten. Konserleri Telepotik’in web sitesinden takip edebilirsiniz.

İnternetten konserleri takipteyiz o zaman. Harika sesin dışında çok da iyi bir müzik zevkin var. Bize şöyle güzel bir liste yapsan, dinlesek arada.

 

Ayşe Ertuğrul Playlist by Elif Tanverdi on Grooveshark

 

Apparat – Over And Over

Baxter – It’s coming

Massive Attack – Paradise Circus

Morcheeba – Enjoy the Ride

Oi Va Voi – Yesterday’s Mistake

Röyksopp – Vision One

Parov Stelar – Coco

Trentemoller – Moan

Telefon Tel Aviv – What it was will never again

Conjure One – Extraordinary ways

Portishead – Machine Gun

Knife – Marble house

Halou – La Mer

———–

Ayşe Ertuğrul / Mayıs 2012

Ayşe Ertuğrul Official Fan Facebook

Ayşe Ertuğrul Twitter

Telepotik Web Sitesi

]]> http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/ayse-ertugrul/feed/ 0 Gülüm Çahan http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/gulum-cahan/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/gulum-cahan/#comments Mon, 02 Apr 2012 13:56:22 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=135 Miller Music Factory 2012’de Film adlı şarkısıyla 3. olan Gülüm Çahan’la kahve içip sohbet ettik. Gülüm MMF’ye nasıl katılmış, gelecek planları nelermiş, onu siz de tanıyın diye sorular sordum, bakın bakalım kimmiş bu kız.

Evet, başlıyoruz. Klasik soru: Kimdir Gülüm Çahan?

1989 İstanbul doğumlu bir aslan burcu kadınıyım. Yükselenim bile aslan ve bununla gurur duyuyorum. Bir de ağzımı açtığımdan beri şarkı söylüyorum.

N’apıyordun MMF’den önce?

St. Michel Fransız Lisesi mezunuyum ben. Liseyi bitirince hukuk okumaya Fransa’ya gittim ve 2 sene sonra mutsuz olduğumu fark edip müzik yapmak için Türkiye’ye geri döndüm.

Küçüklüğünden beri şarkı söylüyormuşsun işte, neden hukuk okumaya karar verdin ki?

Ana okulundayken bile meraklıymışım sahneye. Müzik eğitimine ilk okulda şan dersleri alarak başladım, bir de korodaydım. 10 yaşında sene sonu gösterisinde sahnede ‘Killing me softly’ söyledim ve benim için bir dönüm noktasıydı. Sahneyi çok sevdiğimi o zaman anlamıştım. Gözlerimi kapadım, şarkımı söyledim. Bittiğinde alkış koptu. Alkışı çok sevdim kendimi çok iyi hissettim. Şarkını duygusal yükünü enerjisini tek başına taşımak yansıtmak çok güzel bir his.

Ama Türkiye’de müzik işleri çok çetrefilli. Bunu hayatımı kazanacağım bir iş olarak yapmayı düşünmüyordum hiç. Hukuk okumaya başladıktan sonraysa ‘sabah 9 akşam 5′ insanı olma yolunda gittiğimi ve bunun hiç bana göre olmadığını fark ettim.

Hobiydi yani müzik ilk başta?

Hobiden ziyade bir yaşam biçimi ve mutluluk kaynağıymış benim için ve Fransa’da bunun eksikliğini hissettim.

Mutsuz olduğunu anlayınca müzik yapmak için Türkiye’ye döndün?

Evet, okulu bırakıp Türkiye’ye geldim ama bir sonraki adımımı bilerek gelmedim. Ne yapacağımla ilgili adımlar atmadan önce bir müddet adapte olmaya, yeniden ailemle yaşamaya alışmaya çalıştım.

01

Ailen nasıl baktı bu duruma, okulu bırakıp geri dönmene?

Evin kadınları çok desteklediler. Bir yandan tabii ki sürekli emin misin sonradan pişman olma konuşmaları oldu. Ama normal. Babamsa kolunda altın bileziğin olsun, okulunu bitir öyle gel diyordu, aslında her ebeveynin söyleyeceği gibi. Ama müzik sektöründe çok da geç kalmamak lazım. Okul bitsin diye beklerken geç de kalabilirdim. Gerçi matematiksel bir iş değil müzik. Şans faktörü çok hakim. Doğru anda doğru yerde olmak mühim. Senin gibi bir sürü insan var, yerini çok çabuk bir başkası alabilir. Bunun gibi endişelerim vardı. En sonunda bana güven ve sevgileri sonsuz olduğu için orta yolu bulduk. Geneline bakıldığında haklı uyarıları dışında çok destekleyicilerdi.

Ailenin de desteğiyle cesur davrandın ve risk aldın yani…

Evet. Hikayeni bilmeyen bir kimsenin gözünde ‘Fransa’da okulu bitiremeyip dönen kız’ oluyorsun. 3. kişilere kulakları tıkamak lazım bu açıdan. Yine de uğruna vazgeçtiğin şeylere bakınca müzikte çok başarılı olmam gerek gibi bir baskı oluşturuyor insan kendi üstünde. Zor bir karar. Yine de insan başkalarının ne düşündüğünü ikinci plana atmalı hep. Arkadaşlarıma falan da hep aynı şeyi söylüyorum. Ne yapmak istiyorsanız onu yapın diye. Bu hayat sizin. Herkesten bir şekilde ayrılacaksınız ve tek başınıza olacaksınız. Kendinle, kendi kararınla mutsuz olursan hiçkimse seni mutlu edemez.

Geri dönüp adapte olma ve olumsuz yorumlara göğüs germe dönemi nasıl sonlandı? Nasıl başladın müzik yapmaya?

Bir yazı bu şekilde geçirdikten sonra Aralık ayında BarışaRock festivalini düzenleyen Deniz Kahya ile tanıştım. Böyle bir yeteneğin ve ışığın var neden kullanmıyorsun artık bir şeyler yap dedi bana. Kafamda bu tarz fikirler oluşmaya başladı. Başı çeken ama şimdi adını söyleyemeyeceğim bir plak şirketiyle görüşmeye gittim. Bana kendi şarkılarını yaparsan seninle çalışırız ama yapmazsan senin gibi bir sürü adam var dediler.

Tam Moda’da kendi evime çıktığım sıralardı. Tesadüf eseri Gülüm Çahan projesinde ismi benimle beraber anılacak olan insan Görkem Oker yan komşum oldu. Bir gün evde oturup şarkı çalıp söylerken eğlencesine kayıt yaptık.

Film şarkısının sözlerini yazdım. Kafamda da bir melodi vardı, Görkem’le beraber oturduk geliştirdik ve Film şarkısı çıktı ortaya. İnternete koyduk. Baya tıklandı ve güzel yorumlar aldık. Demek ki olabiliyormuş dedim. Bahsettiğim plak şirketine de gönderdim şarkıyı ve çok beğendiler. Halen de bütün şarkılarını bitir demolarını kaydet gel bakalım diyorlar. Ama ben ‘siz beni zamanında olması gerektiği kadar desteklemediniz’ gözüyle bakıyorum. Bir de olaya çok ticari baktıkları için benimle ilgili değiştirmek istedikleri şeyler vardı. Ben sanatsal bakıyorum. Uyuşmamız mümkün değil. O yüzden şu an daha tek başımıza ilerleyen bir yapımız var. Indie’yiz yani. Şu saatten sonra da bu işi büyütmek için bir araya geleceğimiz insanlar ‘evet sizin yaptığınız iş güzel biz bunu geliştirmek adına bir müdahalede bulunuruz’ diyecek insanlar olacaklar.

 

Artık internet var. Eskidendi belki Unkapanı’nda ‘plak’ şirketlerinin kapısında yatma meseleleri. İnternete bir şarkı yükleyip hiçbir plak şirketinin ticari kaygılar sebebiyle müdahalelerine maruz kalmadan bir gecede bile ünlü olmak mümkün…

Evet. İlla basılı albüm çıkarman bile gerekmiyor artık. EP diye bir şey var.

Peki tamam, bir gün komşunla evde otururken bir şarkı yaptınız, internete yüklediniz ve olumlu eleştiriler aldınız. Sonra?

Ocak’ta Miller Music Factory’nin başvuru zamanı geldi. Benim de geçmiş senelerde dereceleri olan arkadaşlarım bu yarışma çok sana göre bir yarışma neden katılmıyorsun diye beni gaza getirdiler.

Nasıl bir yarışma bu? Biraz bahsetsen? Kaç kişiyle yarıştın?

MMF 8 senedir yapılıyor ve müzik dünyasına pek çok isim kazandırmış bir yarışma. Bu sene 1300 ekip ve 2800’e yakın şarkı katıldı. Ön eleme ile 150 şarkı seçiliyor. Sonra internet oylaması var ve bu finalist seçiminin %20’sini etkiliyor. İnternet oylamasından sonra hem siz hem de yaptığınız iş baya bir incelendikten sonra 10 finalist belirleniyor.

Ön elemeyi geçince ve daha sonrasında da finale kaldığımızı öğrenince hem çok şaşırdık hem de çok sevindik.

Finale kalana kadar herhangi bir sahne deneyimin olmamış sanırım?

Evet, hayatımda ilk kez finalde sahneye çıktım. Diğer ekipler çeşitli yerlerde sahne alan, müziğin daha profesyonel olarak içinde olan gruplardı. Benim ilk deneyimimdi.

Buna rağmen 3. oldun. Tebrikler. Sence ne kazandırdı bu yarışma sana?

Bana göre müzik yarıştırılabilecek bir şey değil. Çok bireysel bir şey. Yine de işin eğrisini doğrusunu öğrenebileceğiniz bir ortam oluyor yarışmalarda. MMF 3.lüğü bir yıl boyunca sahip olacağınız bir titr ve bu titrle neler yapacağınız size kalmış bir şey. Ama bundan da önemlisi bu süreçte bir şeyler öğrenmek. Sahne performansı, workshoplar, güzel arkadaşlıklar… Aldığım derecenin de ötesinde bir bütün olarak MMF’de bulunmuşluğuma seviniyorum.

mmf glm

Televizyonunu yeni açanlar için son iki seneni özet geçiyorum. Mutsuz bir hukuk öğrencisi olduğun Fransa’dan döndün, tesadüfen şu an seni müzikal anlamda besleyen bir insanla tanıştın, bir şarkı yaptın, MMF’ye katıldın ve 3. oldun. Oldukça ilham verici bir hikaye. Peki, tüm bu olanlardan sonra nasıl tepkiler aldın?

Şaşırdık aslında tepkilere. Kötü eleştiri almadık hiç. Beklentim vardı elbet ama bu kadarını da beklemiyordum.

Planların neler bundan sonrası için?

MMF sayesinde güzel müzik oluşumları içine girdim. Tanıştığımız insanlarla beraber projeler içine giriyoruz. Albüm için çalışmalar var. Sözlerini benim müziğini Görkem Oker’in yazdığı 10 şarkımız var.

Yavaş yavaş konserlere de başlıyoruz artık. Yumuşak bir geçişle. Çok büyük bir kitleye hitap etmiyoruz sonuçta. Çıkıp ‘Merhaba ben Gülüm Çahan, 10 tane şarkı yaptım, hiçbirini bilmiyorsunuz ama oturup dinleyin hadi bakalım’ demeyeceğim tabii. Hem bizim şarkılarımızın hem de coverların olduğu konserler olacak.

Daha henüz Türkiye’de yapılmamış konsept konserler verme fikrimiz var. Can Bonomo ve internetten verdiği ev konserleri güzel bir örnek. Ancak farklı olursan aradan sıyrılabilirsin diye düşünüyorum. Amerika’yı yeniden keşfetmekten bahsetmiyorum ama yapılmış şeylerse de kendimden bir şeyler katarak geliştirmek önemli. Her zaman benim ne hoşuma gidecekse onu yapmaya çalışıyorum.

Fransa’dan geri döndün büyük riske girerek, belki korkarak, şimdi konserler vermeye başlıyorsun. Müthiş bir his olmalı.

Bu işi yapacağım küçüklüğümden beri içimdeydi aslında. Ne mutlu bana ki hayallerinin peşinden giden biri oldum. Bazılarına göre hata veya başarısızlık sayılabilecek kararlar verdim ama şu an çok mutluyum.

Ne mutlu sana. Şimdi bu röportajı okuyan iyi insanlara şu sıralar en çok dinlediğin şarkılardan şöyle güzel bir liste yapsan, hem ne dinlesek derdinden kurtulsalar istediklerinde açıp dinleseler, hem de konserlere geldiklerinde nasıl müzik zevki olan bir kızı dinleyecekler az çok fikirleri olsa?
 

Gülüm Çahan by Elif Tanverdi on Grooveshark

- Büyük Ev Ablukada – Tayyar Ahmet’in Sonsuz Sayılı Günleri
– Fiona Apple – Extraordinary Machine
– Gomez – Get Miles
– Archive Bullets
– Bat For Lashes – What’s A Girl To Do?
– Frankie Rose – Night Swim
– Jehan Barbur – Gidersen
- Multitap – G
———–
Gülüm Çahan / Mayıs 2012

 

]]> http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/gulum-cahan/feed/ 0 The Away Days http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/the-away-days/ http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/the-away-days/#comments Sun, 01 Apr 2012 20:43:32 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=133 Newcomers Festival’in en dikkat çekici ve umut vaat eden gruplarından The Away Days ile yağmurlu bir Pazar günü sohbet havasında bir röportaj yaptık. Henüz 20’li yaşlarının başlarında olan Oğuzcan (gitar ve vokal), Sezer (gitar ve geri vokal), Ercan (bas gitar ve geri vokal) ve Berk’ten (davul) The Away Days’in hikayesini, hayallerini ve müzik hakkında görüşlerini dinlemek isterseniz sizi şöyle alalım…

İlk olarak Newcomers Festival’da oldukça geniş bir kitleye adınızı duyurdunuz sanırım. Ben de sizi ilk defa orada dinledim. Bunun öncesinde ne yapıyordu The Away Days?

Oğuzcan: Biz henüz 6-7 aylık bir grubuz. Bundan önce Dogz Star’da cover çalıyorduk ve ekibi toparlamaya çalışıyorduk. Beste yapmaya kendi şarkılarımızı yazmaya 6 ay önce başladık.

Nedir The Away Days’in hikayesi? Grup nasıl bir araya geldi?

Oğuzcan: Sezer’le bundan 1,5 sene önce okulda tanıştık. YTÜ’de iktisat okuyoruz ikimiz de. Müzik yapma fikri o zamanlardan şekillenmeye başladı. İlk başta sadece ikimizdik. Sonra Berk ile tanışıp yavaş yavaş cover çalmaya, sahneye çıkmaya başladık.

Sezer: Oğuzcan’la kafamızda hep indie müzik yapmak vardı ama Berk’in bu müziğe adapte olmasını bekledik. Bizim yaptığımız müziğe alışıp bizimle birlikte beste yapabilecek hale gelmesi için bir süre beraber cover çaldık.

Oğuzcan: Berk de gruba katıldıktan sonra Dogz Star’da 2-3 kere sahneye çıktık ve sadece cover çaldık.

Sezer: Sonra ilk bestemizle beraber Peyote’de çalmaya başladık. Zaten oradaki ikinci konserimizden sonra da Newcomers Festival’a dahil olmamız teklif edildi.

Oğuzcan: Ekibi kurma aşamasında sıkıntılar yaşadık. Berk’i hemen bulduk, kısa sürede adapte oldu, o bizim için büyük bir şanstı.

Sezer: Büyük virtüözlük isteyen bir müzik yapmıyoruz aslında. Önemli olan duygu. Tarzı benimsemek. Davul biraz zor belki. Özellikle bizim yazdığımız davullar. O yüzden Berk çok çalışıyor.

Oğuzcan: Davulda şanslıydık. Basta öyle olmadı. 5-6 basçı değiştirdik. Stüdyoya giriyoruz, çok iyi basçılar ama bizim kafamızda değiller ve bir türlü o uyumu yakalayamadık.

Sezer: Bir Dogz Star konseri öncesi o sıra beraber çaldığımız basçımız grubu bıraktı. Yeni bir basçı bulduk ama 4 şarkıyı öğrenebildi o kadar kısa sürede. Ben bazı şarkılarda yedek oyuncu gibi basa geçtim. Böyle anılarımız var.

Oğuzcan: En sonunda Antalya’dan çocukluk arkadaşım, 15-16 yaşlarımızda beraber müzik yaptığımız, Artic Monkeys cover’ladığımız Ercan’la çalmaya başladık. Tam bizim kafamızda ama Antalya’da okuduğu için gruba dahil değildi. Baktık ki başkasıyla olmuyor, o da büyük fedakarlık yaparak ve her hafta sonu Antalya’dan İstanbul’a gelerek gruba official olarak dahil oldu.

Bir de Disko Kralı deneyiminiz olmuş…

Sezer: Evet, Peyote konserleri arasında Şubat ortasında Disko Kralı’nda canlı bir performans sergiledik.

Ercan: Ben Mart başından beri, yani 1 aydır gruptayım. İki stüdyo yaptık sonra daha normal konsere çıkmadan ilk kez grupla beraber Disko Kralı’nda çaldım.

 

Peki şimdi hangi süreçtesiniz?

Oğuzcan: Disko Kralı ve Babylon sonrası hiç kötü tepki almadık. Yaptığımız müzik beğeniliyor ve mutluyuz. Şimdi Çağan Tunalı ile kayıttayız. Nisan sonunda 3 şarkılık bir EP’miz çıkmış olacak diye tahmin ediyoruz.

Kaç şarkınız var? Babylon konserinde kendi şarkılarınızı mı çaldınız?

Oğuzcan: Şu an 7-8 bestemiz var. Babylon’da 2 cover çaldık, onun dışında kendi bestelerimizi çaldık. İnternette sadece Disko Kralı’nda da çaldığımız Dressing Room adlı şarkımız var şimdilik.

O zaman kaçınılmaz soruyu soruyorum: Ne demek The Away Days?

Oğuzcan: İngiltere’de kullanılan bir deyim. Örneğin Manchester United – Liverpool maçı olduğunda Liverpool taraftarları Manchester’a deplasmana gittiğinde geçirdikleri günlere Away Days deniyor. Biz de yaptığımız müzik Türkiye’de benimsenmediği için biraz dışlanmış ve deplasmanda hissediyoruz burada.

Sezer: Sadece müzik de değil. Genel tabloya baktığımızda da böyle hissediyoruz.

Zaten itiraf edeyim sizi sahnede izleyen insanlar İngiliz bir grup olduğunuzu sanabilir rahatlıkla. Hem yaptığınız müzik hem de sahnedeki haliniz tavrınız sebebiyle.

Sezer: Evet öyleymiş. Ama hiçbir şey için kasmıyoruz, aman sahnede Türk gibi gözükmeyelim, yaptığımız müzik Türkçe tınlamasın diye bir çekincemiz yok. Dünyada ne kadar ses sound varsa hepsini dinleyip kendi hoşumuza giden müziği yapıyoruz.

theawaydayslogo 

Bütün besteleriniz İngilizce. İngilizceniz oldukça iyi olduğunu anlamına geliyor bu. Kendinizi daha mı rahat ifade ediyorsunuz?

Oğuzcan: Sözleri ben yazıyorum. İngilizce konusunda sıkıntım yok. Hatta bazı duygularımı ve Türkçe’de karşılığı olmayan durumları İngilizce’de daha rahat ifade edebiliyorum. Tabii ki Türkçe yazılar da yazıyorum. Şarkı sözü değiller ama.

Sezer: Türkçe yazıyı şarkıya uyarlayınca vokaller indie havasından çıkıp başka bir yere gidiyor. Biz kendi dinlediğimiz, yapmak istedğimiz müzik neyse onu yapıyoruz.

Yarın öbür gün çok iyisiniz sizinle çalışalım ama Türkçe söz yazın yoksa piyasada işiniz zor deseler ne yaparsınız?

Oğuzcan: Güle güle deriz. Şu an yaptığımız müziğe Türkçe söz yazmayı düşünmüyoruz. Zaten Efes One Love festivalinde Editors sahneye çıktığında 20bin kişi Editors şarkılarını ezbere söylüyorsa ve o insanların %99’u Türk’se demek ki bizim yaptığımız müziği de severler ve dinlerler.

Sezer: Güzel indie müzik yaparsak Türkçe İngilizce bakmadan dinleniriz Türkiye’de de demek istiyoruz.

Oğuzcan: Amaç 70 milyona ulaşmak değil zaten. Ama bizim yaptığımız müziği de sevip dinleyecek çok insan olduğuna inanıyoruz.

İngilizce sözler yazdığınız için yurt dışına açılma şansınız da var. Malum internet çağında yaşıyoruz. Şimdiden tanınıyor musunuz yurt dışında? Durum nedir?

Oğuzcan: Facebook sayfamızdan ya da internet sitemizden yurt dışından da geri dönüşler alıyoruz bazen. Şarkınızı dinledik çok güzel, konsere gelmiyor musunuz diye. Şu an bir menajerimiz yok mesela. Bunun sebebi yurt dışıyla kontağı çok iyi olan birini istiyoruz ve çok da acele etmek istemiyoruz.

Yani yurt dışında da beğenilen bir müzik yapıyorsunuz. Var mı böyle hedefler?

Sezer: Tabii, asıl hedefimiz Avrupa’da da tanınmak, konserler vermek. İlk olarak Doğu Avrupa’daki festivallerde çalmak sonra her şey böyle giderse Reading’de Glastonbury’de çalma hayalimiz var, neden olmasın?

Şu an tamamen indie’yiz. Bağlı olduğumuz bir plak şirketi de yok. Kayıt masraflarını biz karşılıyoruz. Dolayısıyla kimse bize karışamıyor. Sadece dördümüzüz. Bu havayı da hiçbir zaman bozmak istemiyoruz. Biri gelip bize sözleri şöyle değiştirelim gitarları kısalım vokali öne çıkaralım falan desin istemiyoruz.

Oğuzcan: Tam tersi kendi kafamızda bize yardım edip şarkıları da geliştirmek adına bize destek olan Çağan Tunalı ile çalışıyoruz. O açıdan çok şanslıyız.

Peki, The Away Days Müzik yapmadığı zaman ne yapar?

Sezer: Hepimiz arkadaşız ve beraber takılıyoruz. Sadece müzik için bir araya gelmiyoruz. Oğuzcan ve ben Yıldız Teknik Üniversitesi’nde iktisat okuyoruz. Ben aynı zamanda bir bankada çalışıyorum.

Ercan: Ben Antalya’da içmimarlık okuyorum. Haftasonları ve konser olduğunda geliyorum.

Berk: Ben okumuyorum daha. Bugün YGS’ye girdim. Spor akademisine hazırlanıyorum.

Sezer: Yaşlarımızı da söyleyelim öyleyse. En büyük benim. 89’luyum. Ercan ve Oğuzcan 91’li. Berk de 93’lü.

(Baya şaşırıyorum) Ne? 93 mü?

Berk: Babylon konserinde yaşımı sordular mesela. 18 olduğumu söyleyince baya şaşırıyor insanlar.

Sezer: Berk gruba katıldığında 18 olmasına daha bir ay vardı ve bir yerde çalacaktık, acaba sorun olur mu diye baya geyik oldu o dönem.

Sanırım hallettiniz artık o sorunu. Şimdi herkes reşit mi?

Oğuzcan: Evet, yasadışı bir şey yapmıyoruz Berk’i grupta tutarak:)

Türkiye’deki gruplara bakınca yaş ortalamaları daha büyük oluyor genelde. 27-28.

Sezer: İngiltere’de, İrlanda’da daha genç gruplar görüyoruz. 20-21 yaşlarında birşeyler yapmaya başlıyorlar. Belki çok uç bir örnek olacak ama Arctic Monkeys 2005’de çıktı, Alex Turner 17-18 yaşındaydı o zaman.

Aileleriniz ne diyorlar bu işe peki?

Sezer: Mutluluktan ölüyor benimkiler :) Aslında öyle soft bir müzik yapıyoruz ki ben babaanneme bile dinletebiliyorum bak bu bizim kaydımız diye.

Şarkı yapma sürecinizi anlatın biraz da…

Oğuzcan: Yazın Sezer’le Karaburun’a gittik. Olabildiğince sakin bir yere.

İnzivaya çekildiniz yani…

Sezer: Babylon konserimizi de çeken on parmağında on marifet arkadaşımız Hemi Behmoaras orada bizi videoya çekti. Mayıs sonunda cover çalan bir grubun kendi bestelerini yapma sürecini anlatan 15 dakikalık bir belgesel gibi bir şey olacak.

Oğuzcan: Dressing Room, Hurricane of Love ve Dear Blender şarkılarının temelini Sezer’le orada ikimiz attık.

Sezer: Ama 2 aydır Kabataş’ta bir stüdyoya giriyoruz ve orada şarkıları hep beraber yapıyoruz. İki kişi olmuyor. En sonunda şarkıları birlikte bitiriyoruz.

Ercan: Ben Perşembeden geliyorum. Cuma ya da Cumartesi stüdyoya giriyoruz ve sabahlıyoruz beraber.

Klip ne zaman geliyor peki?

Sezer: Hala kayıttayız. Biter bitmez. Nisan sonu gibi düşünüyoruz.

Hayatınız değişti mi Babylon gibi bir yerde çaldıktan sonra?

Oğuzcan: Babylon, The Maccabees, Wild Beats gibi çok sevdigimiz grupların da sahne almış olduğu bir yer. O yuzden orada sahne almış olmak bizi çok mutlu eden bir başarı. 6 ay gibi kısa bir sürede bu başarıyı yakalayınca daha çok inanmaya başladık.

Sezer: Ama bu başarıdan önce de hep güzel şeyler üretelim insanlar dinlesin istiyorduk zaten. Hayatımız aynen devam ediyor. Ben bir yandan bankada çalışıyorum bir yandan okulum var.

Oğuzcan: Hala play station oynuyoruz mesela

Guitar Hero oynamıyorsunuzdur ama heralde…

Oğuzcan: :) Hayır guitar hero dışında şeyler oynuyoruz.

Berk: Ben guitar hero’nun davulunu çalamıyorum mesela.

Sezer: Benim de arkadaşlarım gitarını benden iyi çalıyorlar.

Sahnede olmak ne ifade ediyor sizler için?

Ercan: Bir ara müzik yaptım, sonra bıraktım, şimdi The Away Days’le beraber tekrar müzik yapıyorum. Bıraktığım sırada da The Away Days konserlerine geliyordum. Şimdi ben de dahilim. Bir şeyler yaptığımı hissediyorum. Mutluyum.

Sezer: Bana dünyanın en zengin adamı olacaksın ya da iyi bir sahnede binlerce kişiye güzel bir konser vereceksin deseler, düşünmem bile. Parayı seçerim (Baya gülüyoruz burada) O parayla da kendi festivalimi düzenlerim:) Şaka bir yana, üniversiteye girdiğimden beri beni en çok çeken şeylerden biri sahnede olmak, insanlara güzel müzik dinletebilmek.

Oldukça da iyi bir sahne performansınız var bu arada.

Oğuzcan: Çok mükemmeliyetçiyiz. O gün Babylon’da insanları daha çok şaşırtabilirdik. En iyi performanslarımızdan biri değildi.

Siz sahnede Türkçe teşekkürler dediğinizde insanlar şaşırdı merak etmeyin:) Gerek müziğiniz gerek haliniz tavrınız, tarzınız Britanya’nın bağrından kopup gelmiş gibiydi.

Oğuzcan: Sezer Travis’in solisti Fran Healy’ye benziyor zaten.

Sezer: Travis ve Morrissey, ikisini birleştiriyorsun, biraz da Türk baharatı.

Peki, grubun en genç üyesine soralım. 18 yaşında sahnede olmak, ne ifade ediyor senin için?

Berk: Grupla ilk sahneye çıktığımda inanılmaz heyecanlıydım. Sahneye çıktıktan sonra ‘olayım buymuş’ dedim. Bu yaşta Babylon sahnesinde olmak ifade edilemez bir şey. Bir de sahnede beni en çok etkileyen şey, kendi yaptığımız şarkıyı çaldıktan sonra seyirciden aldığımız tepki. Bu hissin ötesine geçebilecek çok şey yok.

Yakın gelecekte planlarınız neler? Disko Kralı performansı, Babylon konseri, EP ve klip de çıktıktan sonra neler olacak?

Oğuzcan: Bundan sonra hedefimiz olabildiğince çok üretip piyasaymış şuymuş buymuş çok düşünmeyip güzel müzik yapmak.

Sezer: Zaten ona odaklanırsan güzel şeyler çıkar.

Oğuzcan: En büyük ihtiyacımız yurt dışıyla çok iyi kontağı olan bir menajer. 

Sezer: Ünlenelim diye bir derdimiz yok aslında. Güzel bir müzik yapıyoruz.

Sonuçta amacınız dinlenmek. Nasıl ulaşacaksınız bundan sonra bu kitleye?

Oğuzcan: Televizyon yoluyla olacağını çok sanmıyoruz. Albümü çıkmamış bir grup olarak Disko Kralı’nda performans sergilemek bizim için bir başarıydı. Olursa o tip programlarda çıkarız ama Kral TV’nin bizim kliplerimizi döndüreceğini çok sanmıyoruz.

Sezer: İnternet, youtube, soundcloud sayesinde adımızı duyurduk ve duyuracağız diye düşünüyoruz. Yeni kesinleşen bir haberimiz var onu da söyleyelim. Bu sene Efes Pilsen One Love Festival’da sahne alacağız. Orada da iyi bir kitleye ulaşırız diye düşünüyorum.

Çok popüler olmak, mainstream olmak sizi bozar mı peki?

Sezer: Her bir dinleyici beni mutlu eder. Underground kalalım diye bir arzumuz yok.

Oğuzcan: Yaptığımız şey deneysel bir müzik değil. İngiltere’nin en popüler müziği. Yani biz pop müzik yapıyoruz aslında. Dinlenebilir bir müzik. O yüzden ne kadar kaliteli dinleyiciye ulaşırsak o kadar seviniriz. Underground kalmak istemiyoruz, bizim hedefimiz Reading’de Glastonbury’de çalmak.

Sezer: Hedeften öte, bu tutku bizim için. Çok uzak değil. Yapabiliriz.

Oğuzcan: Şu an her şey çok güzel gelişiyor. 6 ay önce kurduk grubu, aklımızın ucunda ne Babylon ne de One Love vardı.

 01

Etkilendiğiniz grupları sorsam bir de. Çok klişe olacak ama…

Oğuzcan: Ben bu aralar sadece The Vaccines dinliyorum neredeyse.

Sezer: Son zamanlarda Maccabees ve Vaccines’in albümlerini dinliyoruz. Bombay Bicycle Club, Two Door Cinema Club, Foals, Maccabees, Vaccines, Arctic Monkeys, The Strokes, Local Natives çok dinleyip etkilendiğimiz gruplar.

Türkiye’den isimler var mı?

Oğuzcan: Türkiye’deIndie müzik son iki yılda baya bir yükselişe geçti aslında. Dinleyici sayısı giderek artıyor ama grup sayısında bir artış yok. Sapan var mesela çok iyi müzik yapıyorlar. Türkçe söz de yazıyorlar.

Sezer: Onun dışında Türkiye’de indie deyince Sakin vardı ama inanılmaz bir albüm yapıp dağıldılar maalesef. Zaten bir elin parmağı kadar grup var dağılmaları çok üzücü.

Oğuzcan: Daha farklı bir tarz ama 123’ü beğeniyoruz. Newcomers Festival’da da Ringo Jets’i çok beğendik. Farfara çok iyiydi.

Son olarak da okuyuculara bir playlist yapmanızı rica etsem. Açıp açıp dinleseler, dinlerken de sizi hatırlasalar…

The Away Days Playlist by Elif Tanverdi on Grooveshark

Two Door Cinema Club – Something Good Can Work (Sezer)

Alex Turner – Glass in the Park ( Sezer)

Denali – Relief (Berk)

The Maccabees – Glimmer (Berk)

Transplants – Diamonds and Guns (Ercan)

The Clash – Guns of Brixton (Ercan)

Woodkid – Iron (Ercan)

The Vaccines – All in White (Oğuzcan)

Bombay Bicycle Club – Lights Out Words Gone (Oğuzcan)

Foals – Spanish Sahara

Foals – Tho Steps, Twice

The XX – Shelter (Sezer)

Local Natives – Wide Eyes (Sezer)

Arctic Monkeys – R U Mine

Kings of Convenience – Cayman Islands

The Vaccines – Tiger Blood (Oğuzcan)

———–

 The Away Days / Nisan 2012

http://www.facebook.com/theawaydays

http://www.twitter.com/theawaydays

http://www.theawaydays.com

http://www.theawaydays.com/video/

]]> http://www.cizenbayan.com/anne-ben-groupie-oldum/roportajlar/the-away-days/feed/ 0