Kadıköylü atölyelerin, yerel üreticilerin birbiriyle tanışmasını, sosyalleşmesini ve dayanışmasını sağlama amacıyla kurulan Pop-Up Kadıköy, 22 Mart 2015 Pazar günü Muhit Kadıköy’de düzenlenecek. Seramik, heykel, mobilya, takı, t-shirt, defter, kitap, kartpostal gibi pek çok farklı çeşit ve vegan yemekler yine bir arada olacak. Yoğun tempomuzdan küçük bir kaçış tatlı olabilir.
]]>Çok sevgili arkadaşlarımız Onur ve Oylum’un tasarımcı Niyazi Erdoğan işbirliğiyle yarattıkları marka NiYO by Niyazi Erdoğan sırt çantaları
Civan Bay Moda Evi’nin kreasyonları
Mangerie’nin Brownie’leri, Petra’nın kahveleri
Blank Mag fotoğraf sergisi
Vesaire’nin çiçekleri, Güliz’in YUKA takıları
Kaan Düzarat’ın Analog arşivinden seçme müzikler ve çok daha fazlası 17 Ekim Cuma, 18 Ekim Cumartesi ve 19 Ekim Pazar günleri Karaköy Külah’ta :)
]]>
İstanbul’dan Buenos Aires’e Türk Hava Yolları uçuyor, bileti alırken size söylemese de 14 saatlik bir uçuştan sonra önce Sao Paulo’da duruyor, dolmuş usulü Sao Paulo yolcuları iniyor, temizlikçiler gelip uçağı temizliyor, siz inemiyorsunuz 1 saat kadar uçağın içinde beklemeniz gerekiyor, sonra uçağa Brezilya’dan Arjantine’e uçacak yolcular biniyor (genelde Brezilyalı oluyorlar ve bu noktadan sonra uçaktaki 3-5 Türk’ten biri oluyorsunuz) ve 2 saat daha uçuştan sonra nihayet 17 saat sonunda Buenos Aires’e varıyorsunuz. THY neden bu minik(!) bilgiyi bilet alırken paylaşmıyor bilmiyorum. Aynısını Tanzanya dönüşünde Kenya’ya uğrayarak da yaptı. Tamam aktarma değil ama yine de bilsek n’olur yani n’olur THY he söyle?
Neyse sakinim tamam:) Buenos Aires’e gelince bavullarınızı alıp bir sürü abuk subuk gümrükten geçiyorsunuz ve yorgun argın gelen yolcu kapısından çıkıyorsunuz. Bu noktadan sonra eğer sizi bekleyen, alacak biri yoksa, THY uçağının da saati belli, gece 11 civarı varıyor Buenos Aires’e ve o saatte toplu taşıma şansı pek kalmıyor, şehre gitmek için yapılacak en mantıklı şey taksi tutmak. Amma ve lakin öyle her taksi değil. Arjantin ekonomisi berbat durumda. Dolar için takla atabiliriz modundalar. Bu nedenle gelip size ‘Taksi lazım mı abla’ tarzı sorular soracak insanlardan kaçınınız. Muhtemelen size yürüyen dolar işareti gözüyle bakıyorlar ve gideceğiniz yerin etrafında akbaba misali turlar atıp taksimetredeki sayıyı ne kadar katlayabiliriz hesabındalar, bazılarında taksimetre bile olmuyormuş, aman dikkat. O yüzden bavullarınızla yorgun argın çıkıp hemen karşınızda gördüğünüz Official Ezezia Taksi standına gidip, gideceğiniz adresi söyleyip, paranızı burada ödeyip şoförünüzün gelmesini bekliyorsunuz. Gideceğiniz yere göre 40-60 dolar civarı bir ücret söz konusu.
Gelelim bir başka tricky noktaya. Ülkede resmi (official) ve gayriresmi (unofficial) olmak üzere iki farklı dolar kuru var. Kartla yapacağınız harcamalarınız ya da havaalanında, ‘official’ döviz bürolarında bozduracağınız dolarlarınız official kur üzerinden hesaplanacak ve hoş olmayacak. Havalanında henüz Arjantin Peso’nuz yoksa taksi ücretini kartla ödemek ya da nakit olarak Dolar’la ödeyeceksiniz ya, mesela para üstünü Dolar isteyerek official rate’ten kaçınmaya başlayabilirsiniz. Örneğin 40 dolar tutan taksi ücretinizi 100 dolar banknotla ödediniz diyelim üstünü 60 dolar olarak alın, Peso verelim abla yanında nakit olsun mantığına kulağınızı kapatın, çünkü 60 doların official rate ile Arjantin pesosuna çevrilmiş hali yarın şehirde bir hostelde ya da kaçak bir döviz bürosundan alabileceğinizden çok daha az. Durum bu.
Evet havaalanından kazıklanmadan taksimize binip şehre vardık. Checkindi taksiydi derken evden çıkmamızın üzerinden neredeyse bir 24 saat geçti. Şöyle güzelce bir uyuyalım. Yarın da şehri gezeriz değil mi? Evet!
Banliyöleriyle birlikte 12 milyonluk dev bir şehir Buenos Aires. Güney Amerika’nın ruhundan beklenen kaos mevcut, bu açıdan biz Türklere benziyorlar. Çok zengin bir muhit tren raylarıyla teneke gece kondulardan ayrılıyor, Buenos Airesin Buenos Aires olduğu günlerin ihtişamını yansıtan yapılar sokaklar ve şimdinin kırık döküklüğü bir arada, iç içe; bu yüzden gerçek, canlı yaşıyor. Makyajlı tarafları da var elbet, turistlere tango kusturmaya ant içilmiş bir Buenos Aires de var. Ne tecrübe etmek istiyorsunuz size kalmış. Aman takside kazıklanma, çantana cüzdanına dikkat et uyarılarına rağmen tanıştığım herkes çok yardım sever ve samimi.
Airbnb’de Palermo Hollywood’dan ev bakıyordum, uygun fiyata çok tatlı evler var. Kimle yazıştıysam diğer ülkelerdeki Airbnb tercih ediyorum çünkü yerel halkla birlikte kalınca lonely planet’larda rehberlerde bulamayacağınız tavsiyelerle çok daha güzel tecrübeler yaşamak mümkün oluyor. En son ev seçeneklerini ikiye indirip iki ev sahibiyle de yazıştıktan sonra, bir çiftin yanında kalmaya karar verdim. Diğer evin sahibi çocuğa da kibarca başka bir evi tercih ettiğimi gelmeyeceğimi söyledim. 2 sene boyunca dünyayı gezmiş, 150’nin üstünde ülkeye gitmiş bir mimarmış o da. Evimde kalmıyorsun ama yine de geldiğinde görüşebiliriz dedi. Ben de şehirde kimseyi tanımadığım için neden olmasın dedim. Tomas beni Buenos Aires’teki en sevdiği binalara götürdü, şehri gezdirdi, süper tavsiyeler verdi, Santiago’daki mimar arkadaşlarıyla kontağa geçirdi ve Santiago’ya gideceğim gün arabasıyla otobüs terminaline bıraktı. Evinde kaldığım çift ise benimle şehrin öbür ucundaki otobüs terminaline gelip bilet almama yardım ettiler (ki gerçekten tek başıma zorlanırmışım) ve yorgunluktan dışarı çıkamadığım akşamlarda şarap eşliğinde harika muhabbetler ettiler. Bu yardımseverlik ve samimiyet durumu Güney Amerika’nın genelinde hakim anladığım kadarıyla. Şili ve Peru’da da durum aynı.
Buenos Aires’e gelmişken Milanesa yemeli, Fernet içmeli, dondurmanın ve dulce de leche’nin tadına bakmalısınız. Steak seviyorsaniz zaten yaşadınız. Bir de bir pazartesi akşamı La Bomba de Tiempo adlı inanılmaz davul gösterisine gidip saçlarınızdan ter damlayıncaya kadar dans etmelisiniz. Mutlaka yerel halkla tanışmalı, Palermo sokaklarını keşfetmeli, Japon ve Botanik bahçelerde gezinmeli, Recoleta mezarlığına göz atmalı, biraz turistik ama San Telmo’yu görmeli, sokakta yaptıkları tango şovunu izlemelisiniz. Sonuç olarak benim gibi şehre aşık olabilirsiniz.
https://tr.foursquare.com/cizenbayan/list/buenos-aires
Buenos Aires’in Soho’su, butiklerin, cafelerin ve rengarenk duvarların olduğu mahallesi Palermo 2 yaya üst geçidiyle 3 bölüme ayrılıyor: Soho, Hollywood ve Viejo.
Turistlerin ve kalburüstü Arjantinlilerin takıldığı Palermo Hollywood restoranları ve gece hayatıyla öne çıkıyor.
Palermo Soho’da ise daha pek çok butik ve cafe’ler var. Fiyatlar çok uygun.
Buenos Aires’in kolonyal binalardan oluşan en eski mahallesi San Telmo da aslında oldukça turistik bir mahalle. Pazar günleri burada antika ve hediyelik eşyaların satın alınabileceği bir pazar kuruluyor. Sokaklarda özellikle kilisenin önünde tango yapan dans eden insanlar görmek mümkün. Mahalle haftaiçleri daha sakin. Nisa birazdan size daha detaylı anlatacak zaten =)
Schnitzel gibi galeta unu ve yumurtayla kızarmış et, üstüne domatesli sos, üstüne erimiş kaşar peyniri ve en üstünde de bir dilim salam ve kekik. Restoranlara gitmenize gerek yok, büfelerde falan yiyebilirsiniz. Ucuz, leziz.
Bizim böreğin akrabası Empanada’nın Arjantin versiyonuna içinde peynir, kıyma gibi dolgu olan kızarmış hamur diyebiliriz.
Ferahlatıcı ot ve baharat kokulu destile üzüm likörü Fernet’i Arjantinliler en çok kola ile birlikte içiyorlar. Hafif tatlı, ferah bir kokteyl çıkıyor ortaya.
Böyle bal gibi karamel gibi bir şey Dulce de Leche, çok benzeri Şili’de var Manjar diyorlar. Şekerli sütün yavaşça ısıtılıp karamelize edilmesiyle hazırlanan Dulce de Leche’li dondurma, tatlı yemek sabahları ekmeye Dulce de Leche sürmek bular bir Arjantinlinin günlük yaşamında yer eden şeyler. Aşırı tatlı, iki lokmadan sonra bayıyor beni. Ama gitmişken tadına bakın tabii.
Sarmiento 3131 (e/ Anchorena y Jean Jaures)
İlk olarak gayet underground başlayıp çok iyi oldukları için epey ünlenen ve hatta artık turistik hale gelen La Bomba de Tiempo sadece davullardan oluşan bir orkestra ve bir kondüktorun yaptığı doğaçlama bir şov. O kadar etkileyici ki yerinizde duramıyorsunuz, ortam da süper.
Akşam 8 gibi gittiğinizde yani ön şov olduğu sıralarda ortam cıvıl cıvıl. Asıl şovun başlamasına bir saat var, elinize fernet cola’nızı alıyorsunuz, yere çöküp hava kararınca (sahneye videodaki gördüğünüz gençlerin ustaları çıkana) kadar güzel havanın tadını çıkarıyorsunuz. Gerçek şov başlayınca ise 2 saat kendinizden geçerek dans ediyorsunuz. Herkesin kafası güzel, danstan mı başka şeylerden mi orası muamma… Herkes özgür! Bir Pazartesi akşamı Buenos Aires’te olursanız mutlaka ama mutlaka gidin
Fiyat: 70 Arjantin Pesosu (kur çok oynak -ve yukarda anlattığım gibi resmi ve gayri resmi olmak üzere iki ayrı kur var- ama 7-8 Dolar kadar ediyor, arjantin ortalamasına göre yüksek bir rakam olsa da yine de fiyat performans olarak çok iyi)
Şov bittikten sonra sizi afterparty’ye götürmek için peşine takmaya çalışan davulcular sayesinde çıkışta da bir karnaval ortamı oluyor!
Avenida del Libertador 405 (Suipacha), Baires
Tren yolunun hemen yanındaki bu sanat alanında her şey geri dönüştürülmüş metalden: bir açık hava müzesini andıran bahçede ücretsiz gezebileceğiniz heklellerin malzemesi metal konteynırlar, eski tren ve demiryolu parçaları, vidalar, kaza yapmış bir arabanın iskeleti ve envai çeşit hurda. Endüstriyel atıklardan heykeller yapan ve kendine El Gato Viejo diyen sanatçı Carlos Rigazzoni bu alanda workshoplar da düzenliyor ve mekan akşamları deneysel menülerin sunulduğu bir restorana dönüşüyor. Rezervasyon ve bilgi için: http://www.regazzoniarts.com/el-gato-viejo/?lang=en
İçinde her türlü sakatat ve değişik kesimlerde et olan dev bir tabak geldi ortaya. Şarap, salata ve patates kızartmasıyla beraber 3 kişi 10’ar dolar ödedik. Burada vejeteryan olmak imkansız, gut olmak baya mümkün. Rezervasyon gerekmiyor. Restoran Palermo’da.
Nicaragua 6055 (e/ Dorrego y Arévalo), 1414 Baires
Kahvaltı menüsü çok iddialı, Avrupa tarzı çık bir cafe / pastane.
El Salvador 4761 (e/ Gurruchaga y Armenia)
Mozarella ve dulce de leche konusunda çok iddialılar. Sandviç, salata, kahve ve tatlıları oldukça iyi. Fiyatlar uygun. Palermo Soho’daki cool dükkanlara yakın, wi-fi var.
El Salvador 4727 (e/ Armenia y Gurruchaga)
Herkes Buenos Aires’in gece hayatını över ama beni biraz hayal kırıklığına uğrattı, çok benim kafam değil. Avrupa gibi rahat değil. Bazı mekanlar kıyafetinize tipinize falan bakıyor. Çoğu kız topuklu ayakkabılı erkekler beyaz gömlek.Klasik 3. dünya ülkesi tripleri. Zaten Güney Amerika’da saçma bi ırkçılık var. Sarışınlar, beyaz insanlar heryerde buyrunuz efendim hoşgeldiniz diye ağırlanırken, esmerler ikinci sınıf gibi bir durum var.
Sokaklar, pubların önleri biraz daha rahat. Abuk subuk klüplere girip dans etmek yerine pub önü takılması yaptım ben de. Ama BA gece hayatıyla ilgili çok yorum yapacak ahkam kesebilecek kadar çıkmadım dışarı. Bunlar ilk izlenimler sadece.
Humboldt 1416 (esq. Niceto Vega), 1425 Baires
Gündüz restoran, gece pub. İçeri girip bira alabilmek içinsavaş vermek gerekiyor ama dışarı çıkınca ortamı güzel rahat.
Gorriti 5055 (Thames), 1414 Baires
Palermo Hollywood’da canlı bir sokakta kokteylleri ve ambiyansı gayet güzel bir bar tavsiye ederim.
“Ben de ekspres Buenos Aires gezime dair birkaç şey paylaşayım. Şehri gezmek icin çok az sürem olduğu icin San Telmo’da kaldım, yani şehrin daha eski ama daha turistik kesiminde. Turistik noktalara cok girmeden paylaşmak, tavsiye etmek istedigim üç yer var”
Bolivar 980 (esq. Carlos Calvo)
“Birincisi, sehre ilk vardığım gün, San Telmo’nun uzun sokaklarından birine kilometrelerce uzunlukta kurulan San Telmo pazarı. Burada alisveris yapmadan bile cok keyifli vakit gecirmek, insan izlemek, yolda kucuk meydanlarda tango yapan insanlari gormek mumkun. Ve tabii ozellikle Arjantin’den geri goturmek istediginiz her tur hediyelik esyayi pazarlikla almak da.”
Estados Unidos 465 (e/ Bolivar y Defensa), 1101 San Telmo
“Pazar günleri kurulan San Telmo pazarında dolaşırken öğle yemeği molasını La Brigada’da verdim. Parrilla’lar (bir nevi steakhouse) burada zaten cok yaygın ve La Brigada da eski ve köklü bir restoran. Içerisi restoran sahibinin tutkularindan biri olan futbolu fazlasıyla yansıtacak şekilde dekore edilmis. Ama zaten leziz eti tattıktan ve yanında güzel bir Arjantin şarabı içtikten sonra dekora falan pek bakmıyorsunuz :)”
Arjantin’in bir olmazsa olmazı da tango. Bahsettiğim gibi sokaklarda bile tangoyu izlemeniz, insanlarin birden bire gruba katılıp çiftler halinde dans etmeye başlamasını görmeniz mümkün. Ama ben merakıma kapıldım ve bir de tango akşamına gitmek istedim.
Estados Unidos 299, 1101 Baires
“Genel olarak birçok tango kulubu turist tuzağı oldugundan (yerel halk bazı mekanlarda disko topu falan asılı olduğundan bahsetti), araştırmamı iyi yaptım ve şehirdeki en eski tango barlardan olan Bar Sur’a gittim.
Burası maksimum on-on iki masa alacak küçüklükte bir mekan ve genel olarak önceden rezervasyon istiyorlar, sonra da mekan boş olsa bile içeri insan almadıkları oluyor. Çünkü mekan genel olarak samimiyet ve kaynaşma uzerine kurulu. Şöyle ki: tango dansçıları ve şarkıcımız bir sure sahnede kaldıktan sonra, dansçılar birden masalara yaklaşıyor, insanlari dansa kaldırıyor ve onlara tango öğretmeye başlıyorlar. Masaları birbirleriyle de tanıştırıp kaynaştırıyorlar ve inanılmaz sıcak bir ortam oluşuyor. Benim bir aile fotografım bile var ekiple”
“El Caminito (yani sokakçık), şehrin efsanevi Arjantin kulübü Boca Juniors’ın mahallesi olan La Boca bölgesinde açık hava müzesi niteliğindeki bir sokak. Rengarenk evleri ve ilham kaynağı olduğu tango şarkılarıyla meşhur.
Caminito’ya girince birden kendimi Legoland gibi bir yerde hissettim, çünkü gercekten bir ev bile farklı farklı renklerde lego bloklarının birleşmesinden oluşmuş gibi görünüyor. Etrafa bakınca insanın kendini mutlu hissetmemesi mümkün değil. Ancak burada ayrica bahsetmek istedigim şey Caminito’nun etrafindakı gerçek yasam. La Boca, şehrin nispeten az gelirli insanlarının yaşadığı bir kesim; ve aslinda turistlere burada temkinli olmaları ve ana caddenin dışına çıkmamaları öneriliyor.”
“Ben bir tehlike sezmediğim için biraz keşfe çıktım ve yürümeye devam ettim. Genel olarak renkli evlerin hakimiyeti devam etti ve üzerlerine graffitiler duvar yazıları eklendi. Öyle renkli bir manzara ki gercekten gördüğüm her evin fotoğrafını çekmek ister durumdaydım. Başta belirttiğim gibi Boca icin önemli bir tutku da futbol takımları Boca Juniors, bu yuzden etrafta bol bol futbol graffitisi de var. Stadları La Bombonera da heybetli sari lacivert duvarlarıyla bu rengarenk resmi tamamlayacak şekilde yükseliyor.”
İnsan oğlu kuş misali. Günümüzde uçmak çoktan lüks olmaktan çıktı. Her yere her zaman vızır vızır uçabiliyoruz. Birkaç noktaya dikkat ederek ihtiyaçlarımıza en uygun bileti alıp hesaplı bir seyahat yapabiliriz. Peki ne yapmak lazım?
Ucuz bilet bulmanın yolu herkesin bildiği gibi erken davranıp erken bilet almak. Uçuş tarihi yaklaştıkça fiyatların arttığı bir gerçek.
Yine bildiğiniz gibi “pahalı” hava yolları (THY gibi) ve bir de daha az hizmet sağlayan ucuz hava yolları (ryanair, easyjet gibi), bir de bunların arasında kalan daha ucuz olan ama belli hizmetleri karşılamayan yarı ucuz hava yolları (pegasus gibi) var.
Ama her zaman karşılaştırma yapmakta ve hava yolundan hangi hizmeti nasıl alacağını bilmekte fayda var. Yoksa astarı yüzünden pahalıya geliyor meselenin. Nasıl mı? Hemen ucuz ve pahalı hava yollarının sağladığı hizmetleri karşılaştıralım:
İneceğiniz hava alanı: Pahalı hava yollarıyla şehrin en merkezi, en iyi bağlantılı hava alanına inersiniz. Ucuz hava yolları sizi şehir dışında ücra hava yollarına indirirler. Örneğin THY Barselona içinde bir havaalanına uçarken, Ryanair, Pegasus gibi hava yollarının Barselona uçakları Girona diye başka bir şehirdeki havaalanına uçarlar. Ayrıca servis veya ulaşım için masrafa girmeniz ya da çok vakit kaybetmeniz söz konusu olabilir.
Check-in, boarding pass, bilet çıktısı: Pahalı hava yollarında biletinizi basmanız, eğer canınız istemiyorsa online check-in yapmanız gerekmez. Sıraya girip ücretsiz check-in yapıp uçağa gidebilirsiniz ve size ayrılan koltuğa oturursunuz. Ucuz hava yollarının en çok para kazandığı durumlardan biri bu. Bileti alırken anlaşmayı iyi okumazsanız havaalanında ekstra masraflar ödemeniz gerekebilir. Ryanair, Wizzair gibi hava yolları sizden online check-in yapıp biletinizin çıktısını almanızı ister. Eğer bunu yapmazsanız havaalanında check-in yapmak için 80 Euro’ya kadar ekstra para ödemeniz gerekebilir. Ayrıca uçakta belli bir yeriniz yoktur dolmuş gibi erken gelen oturur stili oluyor. Bir de çok bekleyip en kötü yerlerden binersiniz uçağa hep.
Bagaj: Pahalı hava yolları standart müşterilerinin 20kg bagajını ve spor / müzik ekipmanlarını ücretsiz taşır. Ucuz hava yollarında yanınıza 56x45x25 boyutlarında kabin bagajı dışında bir şey almak için ekstra ücretler ödemeniz gerekir. Bu kabin bagajı dışında ufak bir çantanız hatta elinizde torba varsa bile laf edebiliyorlar. Kabine daha büyük bir çanta almak için 50 Euro, ya da check-in’e bavul vermek için de yine 160 Euro’ya kadar ekstra ücret ödemeniz gerekebilir. Pegasus gibi yarı ucuz hava yolları belli bir kiloya kadar ücretsiz check-in hakkı verse de bir kere elimde torba sırtımda sırt çantası var diye illa ikisinden birini check-in’e vermem konusunda anlamsız bir ısrara girmişti. Mecbur sırt çantamı check-in’e verip laptop’umu poşetin içinde taşımıştım.
Uçakta ikramlar: Pahalı hava yolu şirketlerinde uçakta uçuş uzunluğuna oranlı bir sıklıkta yiyecek; alkollü / alkolsüz içecek servisi olur ve ekstra bir ücret ödemezsiniz. Ucuz ve orta ucuz hava yolu firmalarında uçakta karnınız acıkması durumunda ekstra ücret ödeyerek yiyecek içecek satın alabilirsiniz.
Aktarmalı uçuşlar: Bazen gideceğiniz yere aktarma yaparak daha ucuza gitmeniz ya da gidiyor gibi görünmeniz mümkün. Aktarma saatleri, kaybedeceğiniz zaman, havaalanında geçireceğiniz zaman sırasında yapacağınız harcamalar, emanete bavul vermeniz gibi durumlarda aktarma yaparak daha ucuz gibi görünen biletin astarı yüzünden pahalıya gelebilir. Ya da ucuz diye çok abuk saatlere bilet alırsanız toplu taşıma değil de taksi kullanmanız gerekeceğinden yine zararlı çıkabilirsiniz. Hesaplamanızı iyi yapın.
Kısacası her zaman ucuz biletle daha ucuza uçacaksınız diye birşey yok. Ayrıca bazen THY’de Pegasus’tan ucuz biletler bile olabiliyor. Kampanyaları takip etmek ve uçuşları karşılaştırmak gerekiyor. Örneğin skyscanner gibi sitelerden gideceğiniz tarihleri ve destinasyonunuzu yazdığınızda size o destinasyonu uçan bütün uçuşları ve fiyatları listeliyor. Seçiminizi oradan da yapabilirsiniz. Bileti illa o siteden satın alacaksınız diye birşey yok.
Ayrıca pahalı hava yollarıyla mil biriktirip sonra bu millerle uçmak ve üyelere özel lounge kullanımı, ekstra bagaj hakkı gibi ayrıcalıkları kullanmak da mümkün. Tüm bunları tartarak bilet alın.
Bilet almak için acentalara gidip ekstra işlem ücreti ödemeyin. Biletinizi online alın. Wizzair / ryanair gibi ucuz firmalar dışında bilet basmanıza gerek yok. Pasaport’unuzla check-in kontuarına gidip gireceğiniz yeri söyleyerek uçabilirsiniz.
Ben artık bir yere davet edilmediysem, seyahatimi kendim planlıyorsam %90 otelde kalmıyorum. Otelden daha ucuz olan ama bazen 8 kişiyle bir oda paylaştığınız, bazen iki odanın ortak banyo paylaştığı hostelleri de zorunda kalmadıkça tercih etmiyorum. Benim yeni favorim airbnb!
Airbnb bir ev / oda kiralama sitesi. Bütçenize göre semt, büyüklük seçerek başkasına ait bir evin tamamını ya da evin bir odasını kiralamanızı sağlıyor. Kendisi de arada bir komisyon alıyor. Nasıl yani? Tanımadığım birinin evinde mi kalacağım diye düşünebilirsiniz.
Tamamen apart otel gibi sadece kiracılara verilen evler de var, o tarihlerde başka bir yerde olacağı için sahibi tarafından belli bir süreliğine kiralanan evler de, sahibi de içinde yaşarken ekstra bir odası kiralanan evler de…
airbnb kiracıyı ve kiralayanı pek çok tatsız duruma karşı koruyan bir sistem geliştirmiş. Örneğin eğer bir evin fotoğrafları gerçeği yansıtmıyorsa bu hemen orada kalan kullanıcılar tarafından airbnb’ye bildiriliyor. airbnb’nin bizzat gidip fotoğraf çektiği evler de var bu evlerin fotoğraflarında zaten airbnb verified yazıyor. Tatsız durumlar yaşamanız durumunda para iadesi alabilirsiniz ya da depozito ödediyseniz ve eve zarar verdiyseniz depozitonuzu geri alamayabilirsiniz. Tamamen size ve kullanıcıya kalmış. airbnb de arada hakemlik yapıyor.
Evde size hangi hizmetler sağlanacak iyi incelemeniz gerek. Ev sahibiyle konuşarak anlaşmalar yapmanız mümkün. Bir de referans sistemi var. Bir yeri tutmaya karar verdiğinizde daha önce gidip orada kalanlar tarafından yapılmış yorumları mutlaka okuyun. Ben şimdiye dek çok kullandım airbnb’yi tüm ev de tuttum, birinin yanında da kaldım ve hiç sorun yaşamadım.
Tüm ev olunca zaten apart otel gibi, sadece otel soğukluğu değil ev sıcaklığı ve rahatlığı oluyor ve daha uygun fiyatlar oluyor. Birinin yanında kalmak, sadece oda kiralamak da güzel bir deneyim. Amsterdam’da yanında kaldığım kız o kadar tatlıydı ki bana normalde turist halimle belki de bulamayacağım harika yerler önermişti. Sabahları beraber kahve içip muhabbet ediyorduk. Ev sahibiyle muhabbet düzeyini istediğiniz seviyede tutabilirsiniz. Ben seyahatimden memnun kaldığım için o kullanıcıya iyi yorumlar yazdım, böylelikle başka airbnb kullanıcıları da benim referansımla orda kalmanın güvenli olduğunu görmüş oldu.
Bu arada otellerden daha güzel acayip tatlı evler oluyor. Bazen daha pahalı ama özel evler. Mutlaka siteyi bir gezin.
airbnb’ye üye olmak, evlere bakmak, hatta kendi evinizi ya da odanızı kiralamak isterseniz bu linki kullanarak beni referans gösterebilirsiniz: https://www.airbnb.com/tell-a-friend?airef=2ifubz7e0b2zz5 ya da www.airbnb.com/c/etanverdi
Eğer başka ülkelerde arkadaşlarınız varsa onları ziyarete gidin. Ben üniversitedeyken Avrupa’da çok arkadaşımın kanepesinde kalarak çok yer gezdim. Gençseniz neden olmasın?
Yanıma alacağım şeyler konusunda çok seyahat ettikçe mottom ‘less is more’ yönünde oldu.
Yanınıza minimum eşya alarak hem ucuz hava yollarıyla uçuyorsanız kilo, boyut sınırlamalarına takılıp ekstra para ödemezsiniz hem de daha mobil olur daha rahat hareket edersiniz.
Londra’ya sırt çantasıyla gittiğimde herkes otellerine gidip bavul bırakırken ben otobüsten iner inmez Hyde Park’a gidip çimlere yatıp güneşin keyfini çıkarmıştım. 1 saat 1 saattir. Çok gerekmeyen şeyleri yanınıza alıp kendinize yük etmeyin. Aşırı şık olmaktansa daha çok yer görmek daha az para harcamak gibi önceliklerim var benim. Tavsiye ederim.
Bilet alırken boyut sınırlandırmalarına mutlaka bakın ki madur olmayın. Özellikle ucuz hava yolları bu konuda çok titizler bagajınızı olması gereken boyutta bir şeyin içine sokuyorlar, sığmazsa almıyorlar ya da ekstra para ödetiyorlar.
Mutlaka çok eşya almanız gerekirse vakum torbalarını öneririm. Bu ağırlıktan değil ama yerden kazanmanızı sağlar. Giysilerinizi vakum torbasına koyup ağzını kapatıyorsunuz, sonra da elektrik süpürgesiyle içindeki havayı çekiyorsunuz. Çok yer kazandırıyor ama gittiğiniz yerde herşeyinizi ütülemeniz gerekebilir :)
Ayakkabıları doğru yerleştirmek bile size hacim kazandırır. Örnekler içeren fotoğraf ve videolar hazırlayabilirsem mutlaka paylaşacağım.
Check-in’e vereceğiniz bavulunuza sıvı koyabilirsiniz ama kabine yanınıza alacağınız bavulunuza koyacağınız sıvılar için 100 ml kısıtlaması var. Sırt çantasıyla seyahate çıkıyorsunuz ve şampuanınızı, güneş yağınızı ya da özel bir kreminizi yanınızda götürmek istiyorsanız Watsons, Gratis gibi yerlerde seyahat setleri satılıyor. 100 ml’lik boş şişeler belki görmüşsünüzdür. Şampuanınızı falan bunların içine boşaltarak sırt çantanıza alabilirsiniz. Sprey deodorant kesinlikle almazlar.
Evet yurt dışında telefon faturası çok geliyor. 1 günden fazla kalacaksanız en mantıklısı oradan bir prepaid yani kontörlü kart almanız. Bunu malesef Fransa’da yapamıyorsunuz. Ama çoğu ülkede mümkün.
İngiltere’de ve Uzak Doğu’da 3, Almanya’da blau.de, Macaristan’da Play, Hollanda’da Lyca Mobile, Afrika’da Airtel, Avusturya’da Yooopi! önerebilirim.
Özellikle gideceğiniz adreslere falan benim gibi internetten bakıyorsanız bu hatlarda size rahat rahat yetecek kadar internet oluyor. İngiltere’de bile bir ay için maksimum 15 Pound ödüyorsunuz ki Türk hattınızdan yurtdışı konuşma paketi / internet paketi alsanız ödeyeceğiniz ücret yanında bedava.
Turkcell’in paketleri her türlü çok pahalı. Vodafone’da Pasaport tarifesi geçen ülkelerde günlük 10 Lira’ya kendi tarifenizdeki mesaj ve dakikaları her yöne kullanabiliyorsunuz; ama internet malesef günlük 25 MB ile kısıtlı ve hiçbir şeye yetmiyor. Bir hafta kalsanız 70 Lira artı bir de ekstra internete dünyalar kadar para ödemek gerekiyor sınırı geçerseniz. Dolayısıyla 1 günden uzun kalacaksanız muhakkak oranın hattını alın.
Bazen otel ve uçak biletinin paket olarak daha ucuz olduğu turlar olabiliyor ama yine de ‘derdinizi anlatacak kadar’ ingilizce ya da oranın yabancı dilini biliyorsanız turdan bağımsız gitmenizi ya da turlara katılmamanızı tavsiye ederim.
Tur ne ya? İnternet ne güne duruyor? Biz ne güne duruyoruz?
Gideceğiniz yerleri tarzını sevdiğiniz blogger’ların blog’larından, çok gezenler kulübü rehberlerinden, http://www.spottedbylocals.com gibi muhteşem sitelerden araştırın. Kendi zevkinize tarzınıza göre yerleri akıllı telefon kullanıyorsanız foursquare’de liste yapıp kaydedin. Akıllı telefonunuz yoksa adresleri not alın haritada işaretleyin. Şehri yaşayın.
Çünkü buralara tatilde daha esnek para harcama modunda olan turistler geldiğinden mekanlar hep kazıklama modundalar. Zaten kur sebebiyle kafası karışık turistler abuk subuk paralar harcayabiliyorlar. Gidilecek iyi yerleri de bilmiyorlar. Hemen ilk gördükleri yere oturma kafasındalar. Üstelik çok kalabalık olduğu için böyle yerlerde servis %90 kötü olur, kiraları yüksek olduğu için karşılığını alamayacağınız meblağlar ödersiniz hem de oranın yerlileriyle değil turistlerle dolu bir ortamda takılırsınız. Suni yani.
Şehri yaşamak, orada oturan insanların gittiği yerlere gitmek çok daha keyifli. Ama bu gezmekten ne anladığınızla ilgili bir şey. Bazı insanlar da gidip çok eski kiliseleri, müzeleri falan gezmeyi tercih edebilir. Ben şehri yaşamayı seviyorum.
Bunun dışında gittiğiniz yerlerde toplu taşıma için haftalık kartlar alın. Taksiye binmeyin. Yürüyün, bisiklete binin. Şehri yaşayın!
Başka sorularınız varsa (yeni sitede comment özelliği olacak şimdilik yok) lütfen bana [email protected]’a mail atın ben de cevaplarını buraya yazayım. Şimdiden iyi gezmeler!
Yazıya girmeden hemen kısa bilgiler vereyim:
Dil Macarca. Almanca, İngilizce, Latince, İspanyolca, Türkçe bilen biri olarak bildiğim hiçbir dile benzetemiyorum ve kelimeler çok komik anlamsız geliyor. Sabahlara kadar Viragüzlet takıldığınız bir ülke düşünün.
Kur: HUF. Hungarian Forint ya da Macar Forinti. 100 Forint 1 Liradan biraz az gibi bir hesap yapabilirsiniz. (2014 Ağustos) Türkiye’den yola çıkmadan önce Euro alıp orada HUF satın alabilirsiniz. (Orada havaalanıda pasaporttan geçer geçmez %0 komisyon bir dövizci var, şehirdekilerden farklı değil kuru)
Vize: Schengen gerekiyor. Nasıl alınacağıyla ilgili bilgileri için sizi şöyle alacağım.
Taksi ucuz. Taksiye standart gelmiş. Hepsi BKK’ye bağlı. Taksi dergileri bile var. Kapıların üzerinde zaten tarife yazıyor. 15 dakikadan kısa yolculuklarda dakika başına 270, üstünde km başına 480 Forint. Taksiciler de şaşılacak derecede iyi İngilizce biliyorlar. Hatta genelde çok sempatiklerdi özellikle değişik kostümlerle Sziget’e gidip geldiğimiz taksilerde çok eğlendik.
Yerel içki: Palinka ye Fröccs Fröccs içine soda konan beyaz ya da roze şarap. Ben rozesine hastayım. Çok ferahlatıcı. Palinka ise alkol oranı epey yüksek shot olarak içilen bir meyve likörü. Andrassy Utca’dan Liberty Bridge’e yol üstünde önümüze çıkan her barda Palinka shot atarak yürümüşlüğümüz var. Sonuç: epey tatlı bir sarhoşluk.
Ben Budapeşte’yi geçen seneye oranla bir yıl içinde çok daha gelişmiş güzelleşmiş gördüm. Gün geçtikçe çirkinleşen, yaşanmaz hale gelen tek şehir İstanbul sanırım. İstanbul’dan ne zaman uzaklaşsam daha rahat nefes alabiliyormuş gibi hissediyorum. Budapeşte’de akşamları Sziget festivale giderek çok güzen 4 gün daha geçirdim.
Budapeşte’de bu sene daha çok bisiklet yolu olduğunu hissettim. Bir de artık çopu Avrupa şehrinde standart haline gelen belli bir saate kadar ücretsiz bisiklet kiralama istasyonları çok yaygın bir şekilde her yere kurulmuş. Kredi kartından belli bir miktar bloke etme sistemiyle çalışan bu pay as you go tarzı bisikletler yerine Hazal ve Ecemen gibi gidip günlük bisiklet kiralamak da mümkün. Onlar bar olarak da hastası olduğumuz mekan Szimpla’dan kiraladılar. Ama tabii ki 7. bölgede başka kiralamacılar da mevcut.
Bizim artık beton yığını olan Taksim meydanı ve bir zamanların ortasında nostaljik tramvayı ve kaldırım taşlarıyla insana yürümesi zevk veren İstiklal Caddesi’nin son halini düşününce Budapeşte’deki meydan düzenlemelerinin, oturma elemanlarının, bisiklet park ünitelerinin ne kadar güzel ve ‘tasarım’ olduğu iyice gözüme çarptı.
Budapeşte şehircilik olarak gitgide gelişen, zaten biblo gibi nakış gibi binaları, gece hayatı, ruhu olan barları, rengarenk avluları, tasarım dükkanlarıyla her zaman gitmekten keyif alacağım şehirler arasında artık.
Yazının sonunda bulacağınız 2013 keşiflerine ek olarak 2014 yazında yeni açılan ya da benim yeni gidebildiğim mekanlarıyla karşınızda Budapeşte:
Michelin yıldızı yok ama Michelin rehberinde tavsiye edilen restoranlar arasında MAK. ‘Michelin’ referansı gözünüzü korkutmasın, bu kalitede bir restorana göre fiyatları uygundan da öte neredeyse bedava. Kendine özgü tarihi bir yapı orjinaline saygı duyularak yenilenmiş, sade atmosferiyle hem gençlerim hem iş adamlarının uğradığı ödül zengini MAK Bistro haline gelmiş.
3 aylık periyotlarla yenilenen menüde 3 starter, 3 ana yemek, iki tatlı ve ortaya karışık söyleyebileceğiniz ufak lezzetler var. 2 course 2800 (9 Euro) 3 course 3500 Forint (11 Euro). 3 kişi gittiğimiz için menüdeki her şeyi tatma imkanı bulduk. Özellikle yaban havucu çorbası (parsnip velout) ve mantarlı rizotto mutlaka denenmesi gereken lezzetler. Sunumu, kasıntı olmayan ortamı, sempatik çalışanları ile Budapeşte’nin en iyi restoranlarından.
Rezervasyon için http://reservation.mak.hu/?lang=en
Tuğla üzeri beyaz boyanmış duvarları ile küçük ama ferah bir restorancık ‘Matruşka’. Burada, Macaristan kültürü üzerinde etkilerini görebileceğiniz Ruslara özel lezzetler tadabilirsiniz. Bizim geçen sene Sziget’te tanıştığımız Pelmeni’yi denemek için güzel bir adres. Çorbaları ve soğuk mezeleri de gayet lezzetli.
Hızlı bir sandviç yanına da kahve alıp devam etmelik New York Deli’lerini andıran Butter Brothers’da baristalar da epey yakışıklı, kızların dikkatine.
Cam havuzda yüzen ıstakozlar, buz üzerinde sergilenen taze balık ve deniz ürünleri, self servis sıradında o an seçip tabağınıza gelecek şekilde tasarlanmış konseptiyle Big Fish’te uygun fiyatta şık sunumlu lezzetli balık yiyebilirsiniz.
Klasik Macar mutfağı için Hold Utca’daki Csarnok Hal’i öneririm. Güzel havalarda dükkanın önüne konan masalarda geleneksel yemekleri yerken sokakta gelip geçeni izlemek de bonus.
Beton, çelik ve ahşap gibi nötr malzemeler ve beyaz siyah gri gibi sade renkler arasında L şeklinde iki kanat boyunca uzanan barı ve kocaman mekana hareket katan canlı sarı aksesuarlarıyla, dopdolu çay menüsü, çayların sunumu, kokteylleri ve bir de beton masaların güzelliğiyle Kisüzem VII bölgede gezerken uğranacak bir mekan. İnternet de var!
Lezzetli kahve, kahve müptelalarına özel kahve aksesuarları, ayaküstü içip gitmelik küçücük dükkan.
Adı üstünde, espresso elçiliği. Budapeşte’nin hayran olunası eski binalarının içi yine günümüzün tasarım normlarına göre son derece şık şekilde yenilenmiş, içeri girer girmez burnunuza gelen kahve kokusu ve tabii bir de kahve dükkanlarının olmazsa olmazı laptoplu freelancer’lar ile Espresso Embassy’nin Budapeşte’nin en hip mekanlarından olduğunu özellikle belirtmeye gerek yok sanırım.
Tipi boğaz köprüsüne benzeyen Erzsebet ya da Elizabeth köprüsünün kuzeyinde nehre bakan bir terasa atılmış rahat masa sandalyelere kurulup self servis bardan şarabınızı, fröccs’ünüzü sohbet muhabbet edip alıp manzaranın tadını çıkarmak için ideal bir mekan.
Altta yüksek tavalı şık restoranı, önünde tasarımın her disiplininden kısa sergilerin yapıldığı kiosku, üst katta konferans salonları ve kolektif çalışma ortamlarıyla yolu tasarımdan geçen herkesin uğrayacağı bir terminal. Şaka bir yana sırf mimarisi için bile görmeye gidebilirsiniz. Ben çok sevdim.
Hem cafe, hem mini bir galeri hem de grafik tasarımların poster olsun t-shirt olsun çeşitli yüzeylere basılıp satıldığı bir tasarım dükkanı. Sevdikleri ve bizim de sevdiğimiz mekanlardan oluşan cool bir de Budapeşte haritası yapmışlar, buradan temin edebilirsiniz. Gitmişken bir de kahvelerini için.
Bu dükkanda rengarenk ıvır zıvırlar defterler kalemler ve güzel kartpostallar var. Fiyatlar uygun. Pembe beyaz kağıt pipetleri almadığıma hala pişmanım.
He unutmadan, adresini yazan takipçilere yolladığım kartpostalları da burdan aldım:)
HAY, Zuperzozial gibi sevdiğimiz tasarım ofislerinin ürünlerinin yanısıra minik minik aa bu da neymiş dedirtecek bir sürü ıvır zıvır satan bu dükkana tasarım ürün sevenlere tavsiye olunur. Bir giden bana Zuperzozial’in şu muhteşem dokulu flamingolu takımını alsın aklım kaldı <3
Budapeşte’nin en büyük ve şık kitapçılarından biri. Tabii ki sadece Macarca değil İngilizce kitaplar da var ama tavsiye etme sebebim bu değil. Hem girin içine bir mimarisini görün, hem de yürüyen merdivenden çıkınca karşınızda bulacağınız balo salonlarını andıran cafe’sinde bir çay için. Wes Anderson gelip Grand Budapest Hotel 2’yi burda çeksin, o tarz bir yer.
Plak meraklılarının raflar arasında ‘aa ne buldum’ diye gezeceği orijinal ikinci el ve yeni plaklar bulabilecekleri Laci Bacsi en hip mahalle 7. bölgede.
Biz Budapeşte gece hayatını hep avlularda bilirdik. Bu sene yeni açılan 360 ezberimizi bozdu. Alexandra’nın yanındaki binadan girip ilk asansörle T’ye basıp terasa çıkınca bizim Demirören’in üstündeki Mama Shelter’ı andıran, menüsünde hem hızlı atıştırmalıklar hem de çeşit çeşit kokteyl ve Palinka olan şık bir terasla karşılaşacaksınız.
Terasın orijinal duvarları ile masa sandalyeler arasında metal rengine boyanmış ahşap kasalara dikilmiş çeşit çeşit bitkiyle çizilmiş bir güvenlik şeridi var. Şemsiyeler, rahat sandalyeler, büyüklü küçüklü masalar, şezlonglar, puflar ve adı üstünde 360 derece Budapeşte manzarası eşliğinde güneşi batırırken ya da gece dans eşliğinde kocaman bardaklarda servis edilen kokteyllerden tatmanızı tavsiye ederim. Piccadilly Summer benim favorim, (aşağıdaki fotoğrafta elimde görmüş olduğunuz misket limonlu ve salatalıklı leziz koktely) test edildi onaylandı.
Geçen sene Szimpla Kert ile tanıştığımız rengarenk ve absürd objeli bar konsepti görünen o ki Budapeşte’de çok seviliyor. Kuplung’un tavanından Szimpla’daki bisikletler bebek kafaları değil duvarlardaki deniz altı konseptini tamamlayan kağıttan deniz anasına benzer fenerler sarkıyor. Rengarenk masalar, ucuz shotlar, komik garsonlar, bir insan bir bardan daha ne ister ki?
Ağustos ayında, havalar üzerinize afiyet 40 derece civarında seyrediyor ve biz Tuna Nehri’nin Buda ve Peşte diye ikiye ayırdığı Budapeşte’deyiz. Sebebi ziyaretimiz Sziget Festivali ama Budapeşte de festivali aratmayacak kadar heyecanlı bir şehir. Çadırda değil de şehrin içinde kaldığımız ve festivalden sonrası için de 2 günü kendisine ayırdığımız için yavaş yavaş tanımaya başladık Budapeşte’yi.
Beğendiğimiz mekanları ve bir haftalık Budapeşte ömrümüzde müdavimi olduğumuz, sokaklarında dolaşmayı sevdiğimiz mahalleleri bir bir yazdım. Doymadım, seneye daha fazlasını keşfetmek için ya Sziget’e biraz daha erken gitmeye ya da bir ilk / son baharda kendisiyle başbaşa vakit geçirmek için ayrıca Budapeşte yolcusu olmaya karar verdim. Şimdilik geçmiş zamanlı ve çoğunlukla Tuna Nehri’nin doğusundan yani Peşte tarafından Budapeşte notlarım burada, buyrunuz:
Evimizi 7. bölgede tutarak çok iyi etmişiz. En sevdiğimiz mahalle burasıydı. Rengarenk bar ve cafe’ler, ucuz yiyecek içecek, cool mağazalar, graffiti dolu sokakları Doğu Londra’yı, Berlin’i ve Paris’in Yahudi mahallesini andırıyor. Bu civarda keşfedecek çok mekan var. Gidebildiklerimiz ve çok beğendiklerimiz aşağıda:
Sziget öncesi birşeyler atıştırmalık yer ararken çakıl taşu dolu avlusu ve rengarenk sandalyeleriyle cezbetti bizi Köleves Kert. Bu listede bulunma sebebi ise leziz hamburger ve patatesleri. Fiyatları da salaş ortamına uygun, öğrenci usulü. Keyifli bir akşamüstü, gölge bir masa kapıp bira yudumlamalık. Hemen yan tarafında, aynı avluya bakan Köleves Vendeglo ise daha restoran tarzı; menüsü daha sofistike; casual şık akşam yemekleri için tercih edilebilir.
Her Budapeşte gezgininin yapılacaklar listesinde mutlaka olan Szimpla bu popülariteyi hakediyor. Normalde bundan kaçarım ama durum farklı. Öyle keşfedilmemiş bir cevher değil burası ama o kadar farklı bir atmosferi ve kendine has bir ortamı var ki gerçekten de herkesin görmesi; bir akşamüstü kahvesini bir gece birasını içmesi gereken bir yer. Tavandan sarkan bisikletler, arabadan bozma masa-sandalyeler ve yüzlerce rengarenk obje cümbüşü içinde Pazartesi geceleri bile capcanlı Szimpla Kert’te kredi kartı geçmediğini belirtmek boynumun borcu. Üst kata çıkın, bütün küçük odalarına girin, Kater Holzig’in Budapeşte şubesinin tadını çıkarın.
Szimpla’nın hemen karşısında, kalabalığından bunalırsanız kaçabileceğiniz minik bir bar burası. Hemzemin pencereye atılmış minderlere oturup birşeyler içerken sokaktan geçenleri izleyebileceğiniz gibi içerideki butik atmosferinde tasarım giysilere göz atabilir, t-shirt kolye falan satın alabilirsiniz.
Anker Klub’da Pazar günleri mimoza ya da bloody mary’li, french toast ya da krepli üzerine tatlılı güzel ve uygun fiyatlı bir brunch menüsü var. Uzun tahta banklarda, renkli sandalyelerde keyifli vakit geçirmek, iki yakışıklı garson görüp gözünü gönlünü açmak isteyenlere tavsiye olunur (garsonlar yakışıklı ama biraz yavaş ve şapşikler ama olsun iyi niyetliler). Anladığım kadarıyla burası geceleri de barımsı bir mekana dönüşüyor. Bir dahaki sefere de o haline göz atarız.
Anker Klub’ın hemen karşısında, iki katlı bir ikinci el mağaza burası. İçeriyi müze gibi bile gezebilirsiniz o kadar özenle seçilmiş şık parçalar var. Vintage gömlekler, güneş gözlükleri, kesilmiş kot şortların hepsi çok tarz. Sadece ikinci el ürünler değil, farklı tasarımlar da var. Mutlaka göz atın.
Geç kalkıp kahvaltı edecek yer arayanlara tüm gün kahvaltı tarzı sandviç, omlet, pancake menüsüyle hizmet veren ve leziz kahveleri olan Keksz’i tavsiye ederim. İçinde bulunduğu eski binanın 2 kat yüksekliğindeki saçağının altında oturup yoldan geçenlere ya da içeride oturup inanılmaz güzel boyanmış duvarlara bakarak geç kahvaltınızı edebilirsiniz. Porsiyonlar doyurucu, fiyarlar ucuz.
Yine geç kahvaltılar için gün boyu açık bir kahvaltıcı. Minnacık bir dükkan. Dışarıda toplam 4 masası var. Wifi var. Kahvaltı var. Hem de en güzel mahallenin en güzel en hareketli sokağında. E daha ne? Afiyet olsun!
Sokak sanatlarıyla, cool ötesi kafelerle dolup taşan VII. bölgenin en güzel sokağı Kiraly’de 13 numaraya gelince dev bir sağır duvara kocaman harflerle sokağın isminin yazıldığını göreceksiniz. Hemen yanındaki avlu girişinden içeri girdiğinizdeyse dev bir ada boyunca arka arkaya giden bütün binaların arka avluları boylu boyunca uzanıp son derece keyifli gizli bir geçite dönüşecek. İşte bu geçit üzerinde cici mağazalar, cool barlar ve cafe’ler var. Pazar günleri ise el işi pazarı ve tezgahlar kuruluyor.
Gozsdu Udvar içinde hem şık hem de leziz bir hamburgerci. Menüsünün fontundan dekorasyonuna, steak’inden hamburgerine, patatesinden kokteyllerine herşey mükemmel. Tek bir sorun var. Burada da kredi kartı geçmiyor. Kuzenim Nazlı gelip bizi nakit para ile kurtarmasa bulaşıklara girişmem an meselesiydi.
Edit: 2014’de hamburgerlerini özleyip tekrar gittiğim Spiler işi büyütmüş, karşı dükkanı da satın almış. Bir de belli bir meblanın üzerine kredi kartı da çekmeye başlamış.
Gzsdu Udvar içinde gece geç saatlere kadar açık genç ve dinamik dekorasyonlu padthai ve noodle dükkanı. Konsept olarak tamamen wok to walk’un çakması olmakla beraber içi çok daha cici. Lezzet olarak hiç fena değil.
Burası için H&M, Pull&Bear, Zara, Bershka gibi mağazaların olduğu azıcık bizim İstiklal caddesini birazcık da Nişantaşını andıran meydan ve sokaklar diyebiliriz. Şehir merkezi gibi. Budapeşte tamamen çok eski ve güzel binalardan oluştuğu için merkezinde bu durum tavan yapıyor. Bershka’nın Zara’nın falan bulunduğu binalar resmen tarihi eser, cepheleri, mimarileri o kadar güzel ki… Vörösmarty tér meydanından başlayan, sağlı sollu mağazaların olduğu ana cadde ise Vaci Utca. Alışveriş için iyi adresler.
Vörösmarty Ter’e ve Erszebet Meydanı’na yakın bu şirin dükkanda hem croissant tarzı tatlı hamurişleriyle hem de sıcak leziz sandviçlerle kahvaltı yapabilirsiniz. Kahvesi, ev yapımı taze soğuk çayları ve sıkma meyve suları da oldukça iyi. Wifi de var.
Erzsebet Meydanı’nda buraya uzaktan bakınca hiçbir şey yokmuş gibi gözükse de ağaçların arasına gizlenmiş rengarenk bir avlu var aslında (Taylan olmasa biz de bulamayacaktık) Kaykaycıların hünerlerini sergilediği meydandan 50-60 cm daha aşağı kotta kalan bu avluda ağaçların arasında asılmış renkli ampuller altında, renkli metal masa sandalyelerde Macifrocss (sodalı gibi bir rose şarap) içip keyif yapabilirsiniz. Dikkat: Burada da kredi kartı geçmiyor.
Bir daha Budapeşte’ye gittiğimde kendimi kapısının önünde bulacağım mekan. Bazilika’nın hemen arkasında yer alan bu minik dükkanda hayatımda yediğim en leziz dondurmalar yapılıyor. Üstelik burada çalışanlar seçtiğiniz dondurmaları külaha gül şeklinde yerleştiriyorlar. Görsel olarak da leziz yani! Her çeşidini deneyin. Biz 2 tur yedik hala aklımızın kaldığı çeşitler vardı.
Sziget’e gitmek dışında Tuna’nın öteki tarafına (Buda’ya) tek geçişim Citadella tepesine çıkıp manzaraya bakmak içindi. Erszebet Köprüsü’nden geçer geçmez taşları arasından ufak bir çağlayanın sesini ve serinliğini hissettiğiniz tarihi merdiveni yavaş yavaş tırmanarak Budapeşte’nin en güzel manzarasına kavuşabilirsiniz. Tırmanma başlamadan önce yanınıza mutlaka su alın, çıkış boyunca büfe yok, tepedeki meydana ulaştığınızda ise oldukça pahalı bir büfe var.
Manzaranın gündüz daha güzel olduğu söyleniyor ama öğlen saatlerinde de çıkmamanız tavsiye olunur, yaz sıcağında başınıza güneş geçebilir. Bence burası fazla turistik. Bir daha gider miyim? Gitmem. Ama yanınızda böyle şeylere meraklı biri varsa götürün işte onu.
Kahramanlar Meydanı diye geçiyor. Bizim çoğunlukla takıldığımız VII. bölgeden Andrassy Utca boyunca (yaklaşık 4 km ) yürüyünce ulaşılıyor. Ulusal müzeler falan var. Benim ilgimi çekmedi. Bu meydanın hemen arkasında yer alan, içinde ünlü / turistik banyo Szechenyi’nin de bulunduğu park, yakınlardaki hayvanat bahçesi falan çok daha keyifli.
Budapeşte termal banyolarıyla ünlü. En güzel ve tarihi olanı Szechenyi dediler. Biz de aslında hep takıldığımız hip mahallelerden takılıp Hösök Tere’ye yani Kahramanlar Meydanı’na bu termal banyoya ulaşmak için yürüdük. Yürüdüğümüze değdi mi? Değdi. Tarihi bir bina, sıcaklığın 36 derece olduğu 2 adet dev açık havuz, heykellerin ağzından su püskürtmeli falanlı, insanlar kızlı erkekli takılıyor.
Giriş 4100 HUF (35 Lira civari) Yüzmek isteyene daha serin havuz da var ama bone şart. Havlunuzu terliğinizi de mutlaka yanınızda götürün. Soyunma odaları eski olduğundan pek hijyenik değil hatta biraz kokuyor, üst katta ise kapalı odalar var, tek kişilik kabin gibi, çok az daha fark verip bir tanesini kiralamak da mümkün, temizlik durumunu bilemiyorum. Daha ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz: http://www.szechenyibath.com
Budapeşte’yle ilgili en majör sorun etrafta biraz fazla sineğin olması ama sanırım yılın bu zamanı Budapeşte’nin genelinde durum bu. Yerel halk sıcağa ve sineklere alışmış görünüyor. Budapeşte’ye tabii ki doymadık. Yapılacaklar listemizin yarısı bile bitmedi. Bir dahaki gelişte yoluna baş koyduğum mekanlar da buralar:
Hem küçük bir galeri, hem mağaza hem de cafe olan Printa Café, kahvelerinden çok ortamını merak ettiğim Jedermann, Erszebet Ter’de kurulan sokak pazarı WAMP, yine Erszebet Ter’de meydandan aşağıda kaldığı için görünmeyen gizli barlar ve meydandaki havuzun altında kalıp tavanından su görünen konser salonu Akvárium Klub & Terasz, gitmeye günümün gecemin yetmediği Budapeşte’nin herbiri birbirinden cool barlarından Ötkert ve Kuplung, Sziget’te muhteşem bir şubesi olan Instant Bar ve Sziget’te dev bir sahneye adını veren ve yüzen bir gemi olan konser ve performans mekanı A38 Hajó. Bir dahaki sefere yapacak çok şey var Budapeşte!
]]>Türkiye Polonya diplomatik ilişkilerinin başlamasının 600. yılı kültürel etkinlikleri çerçevesinde Open’er Festivali’ne davet edildim. Festivalin yapıldığı Gdansk’a uçmadan önce Varşova’da 1.5 gün geçirme şansım oldu. 1.5 gün herhangi bir şehri tanımak için çok kısa bir süre. Hele ki bu şehir türlü savaşlar atlatmış, tarihe tanıklık etmiş, anlatacak çok şeyi olan bir şehirse aklınızda tek kalan düşünce “buraya tekrar gelmeliyim” oluyor.
Tarihe, sosyolojiye, akımlara ilgi duyan her mimar gibi benim de savaş sonrası şehir fetişim var. Bombalarla yıkılan binalar, yerine yapılan yenileri, başka devletler tarafından yaptırılanlar, anıtlar ve ghettolar derken bir dönemin ve insanlığın acılı tarihi yüzünüze eserken bir yanda cıvıl cıvıl kafeler, önü her daim dolu barlar ve sudan ucuz alkol sanki bu manzara yokmuşçasına yaşanır kılıyor şehri. Müzeler, galeriler ise can acıtacak kadar dürüst. Bir şehri tanımak için en doğru yer olmasa da, makyajsız bir insan gibi Varşova’nın müzeleri de kendi gibi sahici. Çağdaş Polonya sanatının temsilcileri ne iğne ne çuvaldız bırakmış, özeleştiri ve ironi had safhada. Aynı durum tiyatro oyunları için de geçerli.
Hal böyleyken şehrin ilk intibası ve gezdiğim 2-3 mekan dışında şimdilik buraya tekrar gelmeliyim hissiyatı dışında çok az şey var elimde. 1.5 günde yanımda iyi bir rehberle gittiğim cafe ve barlar ve iyi müzeleri aşağıda listeledim. Sizden gelecekleri ise bir dahaki sefer için seve seve not alırım. İlk önerim eğer 2 günden uzun kalacaksanız bir Polonya hattı satın almanız, çünkü hat fiyatları çok uygun. Örneğin ben 30 Zlotiye 500mb aldım (20 Liradan az ediyor) Roaming’e ödeyeceğiniz paraya yazık. Çok fazla döviz çevirmenize de gerek kalmayacak. Fiyatlar sizi şaşırtacak.
Palac Kultury i nauki yani kültür ve bilim sarayı Varşova’nın orta yerinde afedersiniz patlıcan gibi yükselen bir bina. Tıpkı Eiffel kulesini sevmeyen Parisliler gibi, Varşovalılar da şehirdeki en iyi manzaranın bu binayı görmedikleri tek yer olduğu için bu binanın terasından olduğunu söylüyorlar. 1950’lerde Sovyet Rusya’nın Polonyalılara armağanı olan bu dev yapı tahmin edeceğiniz üzere yerel halk tarafından pek sevilmiyor ama içi gerçekten de orijinal yapılış amacına uygun kullanılıyor. Burada ofisler, cafe’ler, tiyatrolar, büyük bir sergi mekanı falan var. Ben de burada bir tiyatro oyununa gittim. Polonya’da tiyatro çok mühim olduğu için oyunlar, oyuncular çok iyi, gençler çok ilgi gösteriyor. Alt yazılı ya da müzikal olabilir, denk gelirseniz birkaç saatinizi ayırın.
Palac Kultury kompleksi içinde, zemin katta avluya değil sokağa bakan Cafe Kulturalna’da binanın eski karakteri ve dekorasyonda kullanılan mobilya ve renkli aksesuarlarla enteresan, hip bir ortam yaratılmış. Müze gezme sonrası, tiyatroya girme öncesi gibi zamanlarda tercih ediliyor. İçerideki antika barın olduğu ortam da bahçedeki renkli masalar da ayrı ayrı keyifli. Hemen yan masamızda seyyar satrancını kurmuş yaşlı bir amca onunla oynar mıyız diye sordu. Keşke satranç bilseydim. Çorba ve makarnalar çok leziz, fiyatlar uygun.
Harika bir de kitapçı / kafesi de olan Modern Sanatlar Müzesi, Palac Kultury’nin hemen karşısında yer alıyor. 2007 yılında kültür bakanlığı tarafından açılan bu müzede çağdaş Polonyalı sanatçıların işleri sergileniyor. Müze bağışlarla ayakta duran bir oluşum. Şimdilik bu binadalar. Yeni bir yere taşınması için bir de mimarlık yarışması açılmış ama proje bir türlü başlamamış. Bence şu an içinde bulunulan eski bina da Varşova’nın ruhunu yansıttığından oldukça güzel, galerili bol ışıklı bir bina. Süreli ve kalıcı sergiler de oldukça ilgi çekici. 1-2 saatinizi ayırabilirsiniz. http://artmuseum.pl/en
1920’lerin modern mimarisiyle inşa edilmiş Modern Sanatlar müzesi ve 1950’ler Sovyetler Birliği’nin güç gösterişçi emperyal mimarisiyle inşa edilmiş Kültür Sarayı ile aynı caddede yer alan ve ikisiyle de tamamen alakasız bir mimariye sahip olan Zlote Tarasy büyük bir alışveriş merkezi. Son derece çağdaş ve amorf çatısıyla dikkat çekiyor. İçerde ne ararsanız bulursunuz. Döviz bozdurma, telefon hattı satın alma gibi işlemlerinizi de burada halledebilirsiniz.
Kitaplar üstüste konarak tasarlanmış bar, yan tarafı kesilmiş, üzerine minder atılmış eski model ayaklı bir küvetten koltuk, süper market arabasından sandalye, su şiselerinden avize, güzel müzik, ucuz bira, leziz mojito, kıtır kıtır sunbites, kapının önüne atılmış minderler, ayaküstü flörtleşenler, sevgilisinin gömleğini giymiş kız, mutlu müşteriler, bol kahkaha… Resort’ta bir Salı akşamı. Her zaman genç kalmak isteyenlere çokça tavsiye ediyorum!
Uluslararası ve Polonyalı, yine çağdaş sanatçılarının işlerinin yer aldığı, çok yeni renove edilmiş hatta bir aradan sonra yeni açılmış bir galeri. Avrupa’daki benzerlerine oranla inanılmaz ucuz fiyatlara kitap ve hediyelik eşya alabileceğiniz bir souvenir shop’u da var. Tabii ki 2. Dünya savaşı sonrası eserler sergiler arasında yoğunlukta. Polonya’nın özellikle Varşova’nın ghetto’larını yıkılan binaları tarihle paralel olarak inceleyen sergiler olduğu gibi bunlardan tamamen bağımsız işler de var.
Yukardaki galerinin kafesi. Galeri gezmesi sonrası aşağıda içerde ya da yukarda terasta oturabilirsiniz. Uygun fiyata Akdeniz mutfağı ve birkaç Polonya spesiyalitesi. Gazpacho nefis, serinletici.
Adresler 1.5 günde bu kadar. Varşova bende tekrar gelmeliyim hissiyatı uyandırdı. En çok uygun fiyatları, genç nüfusu ve şehrin tarihi ile cezbetti. Varşova gibi Krakow da ziyaret edilmesi gereken bir şehirmiş. Euro alıp başını gitmişken çok masraf yapmadan bir Avrupa şehri gezmek isteyenlere tavsiye olunur. Hazır ilişkilerin 600. yılını kutlarken, Türk ve Polonyalı sanatçılar iki şehir arasında konserleri sergiler için mekik dokurken, gidilip görülmeli.
]]>
Örneğin İstanbul’a tıkladığınızda yine kendi içinde Tarihi Yarımada, Şehir Merkezi, Havalimanı Otelleri ve Anadolu Yakası kategorilerinden öğlen 12 gece 1 arası otellerin o gün boş kalmış odalarına çok avantajlı fiyatlarla ulaşıp anında rezervasyon yaptırabiliyorsunuz. Hem normal şartlarda boş kalacak otel odaları dolduğundan oteller hem de uygun fiyata konaklama imkanından dolayı müşteriler karda oluyor. Ben dün gece Karaköy’de çok cici bir otelde kaldım, sabah toplantıma rahat rahat gittim. Akşam Ankara’da çıkan iş toplantısı, İstanbul’da o çok sevdiğiniz sanatçının konseri, İzmir’deki arkadaşınızın doğum günü veya son dakika bir Ağva kaçamağı… Ne zaman ihtiyacınız olacağı belli olmaz, bu uygulamayı mutlaka telefonunuza indirmenizi tavsiye ederim.
Senaryo iki: Cuma akşamı sakin bir akşam geçirmek üzere arabayla evden çıktınız, sonra muzur arkadaşlarınız aradı ve sizi bir şeyler içmeye çağırdılar. Önce arabayla çıktık olmaz falan dediniz ama bir şekilde ikna ettiler sizi. Araba var diye az içtiniz ama sonra muhabbet güzelleşti ve promil sınırını aşacak kadar içtiniz. Bu şekilde eve dönemezsiniz. Alkollü araba kullanırım ben bir şey olmaz diyenlerdenseniz bile çevrilme durumunda nakit 525 TL (üzerinizde para yoksa sonra 700 TL) cezası var, ki zaten hayatınızı riske attığınız bir durum söz konusu. Arabayı bir geceliğine otoparka bırakıp eve de taksiyle dönseniz İstanbuk şartlarında nereden baksanız en az 100 Lira tutacak. Telefonunuzda lastoda app varsa hemen yakınlarda bir otel bulup geceyi orada geçirebilirsiniz. Şehir merkezinde, Fındıklı, Taksim, Cihangir, Galata, Karaköy taraflarında geceliği 90 Liradan başlayan tertemiz oteller var. Tek yapmanız gereken 1’den önce rezervasyon yaptırmak. Gerçekten beyin bedava.
Daha ayrıntılı bilgi ve telefonunuza indirmek için: https://www.lastoda.com
]]>Bizde diyor neden diyor yok diyor hissiyatı yaratan bu dev mimarlık merkezi binanın büyük bölümünü kaplayan arşivinde 1800’lü yıllardan bu yana bütün Hollandalı mimarların eserlerini barındırıyor. Bu arşive özel izinle girilebiliyor ama merkezin diğer bütün bölümleri kullanıcılara açık. Nai’de süreli ve kalıcı sergiler, çocukların mimarlık kavramıyla tanıştıkları, küp ve legolardan binalar inşa ederek oyun oynayabilecekleri Doedek adlı bir alan, özellikle güzel havalarda terasıyla da pek çok insanın ilgisini çeken cool bir cafe, mimarlık yayınları ve kitaplarıyla dolu bir kütüphane, hepsine sahip olmak isteyeceğiniz kitapların satıldığı bir mağaza ve arşivde yer alan maket, çizim ve skeçlerin dönüşümlü olarak sergilendiği ‘hazine’ adını verdikleri bir alan yer alıyor.
Mimar olsun olmasın tasarıma ilgi duyan herkesin ilgisini çekebilecek şekilde kurgulanmış bu şık merkez aynı zamanda önemli mimari yapıları rotasında barındıran bisikletli şehir turları sunuyor. Böyle bir merkezleri olduğunu görünce uluslararası piyasada neden bu kadar çok başarılı Hollandalı mimar olduğunu anlamak hiç de zor değil. Süreli Louis Kahn ve son derece fütüristik bir ruhu olan kalıcı ‘Stad van NL’ sergilerinin tadı, cafe’sinde yediklerimizle birlikte damağımda kaldı.
Nederlands Architectuurinstituut (NAI) (Museumpark 25, Rotterdam, Zuid-Holland)
]]>(Smalle Haven 2-14)
Tasarım ürünü retro ya da modern tarzda mobilyaların satıldığı bir dükkan olan Smalle Haven akşamları şık ama rahat bir restorana dönüşüyor. Burada satılmakta olan tasarım aydınlatma elemanlarının loş ışığı eşliğinde büyük ahşap masalarda ortaya gelen çeşit çeşit yemek ile kendinizi bir aile sofrasında hissedebilirsiniz. Bu sıcak atmosferde hem karnınız güzek yemeklere hem de gözünüz tasarıma doyacak.
Eindhoven Belediye Binası’nın hemen yanında orta ölçekli bir galeri / sergi mekanı burası. Ben orada olduğum dönemde yemek kültürü ile ilgili çok enteresan bir sergi vardı. Hem mekan güzel hem de sergiler iyi oluyor. Birkaç saatinizi buraya acımadan ayırabilirsiniz. http://designhuis.nl
(Halvemaanstraat 30) http://www.pietheineek.nl
Ünlü Hollandalı tasarımcı Piet Hein Eek’in hem tasarım, hem üretim, hem sergi hem de satış ve dağıtım için kullandığı, bu fonksiyonlara ek olarak bir etkinlik mekanı, şık bir cafe’si ve genç tasarımcılar için kiralık stüdyoları da barındıran dev bir stüdyo, bir tasarım cenneti burası. Tasarım, üretim, sergi işlevlerinin bir arada olması ve satış, pazarlama, dağıtım gibi post süreçlerin de bu kurguya dahil olmasının marka ve ürünlere etkisini de bire bir gözleyebileceğiniz bu stüdyoda farklı tasarım markalarının ürünleri de satılıyor. Eindhoven’da eskiden Philips fabrikaların yer aldığı şimdiyse Philips’in şehirden gitmesinin ardından boş kalan mekanların tasarımcılara tahsis edilmesiyle bir tasarım bölgesine dönüşen Strijp bölgesinde yer alan bu stüdyo mutlaka gezilmeli. Çok enteresan.
(Ketelhuisplein 1)
Bırakın Eindhoven’ı baya baya hayatımda gördüğüm en enteresan cafelerden biri burası. Strijp bölgesinde olduğundan yine eski bir endüstri binası olduğunu tahmin ediyorum. Bu tahminimde tavan yüklekliğinin ve tuğla duvarların da payı oldu. Dev bir hamur makinasının saksı olarak kullanıldığı bu enteresan kafede öğlenleri sadece sandviç servisi yapılıyor. Sanviçinizi neli istediğiniz dışında bir de içecek seçebiliyorsunuz. Yemeğin üzerine eğer güneş de elinizde bir kadeh şarapla çimlerde keyif yapmanız tavsiye olunur. Film gösterimleri, canlı performanslar ve DJ’li partilerin de yapıldığı Ketelhuis’in programına da mutlaka göz atın: http://www.ketelhuis.nl
Bu kafe’nin hemen arkasında yer alan Area 51 Skate Park‘a da göz atabilirsiniz. Cennet gibi bir yer. Burada büyüsem kesin kaykaycı olurdum. Eindhoven’a Design Week sırasında gittiyseniz şehirde neredeyse her kafede, müzede ve sergi mekanında yer alan günlük Tasarım Haftası gazetelerinden edinin ve o gün nerede ne program varmış öğrenin. Sadece sergiler değil, konserler söyleşiler ve daha pek çok etkinlik oluyor, mağazalarda ise Tasarım Haftasına özel kampanyalar oluyor
(Torenallee)
Eskinin endüstriyel bölgesi Strijp’de yine yüksek tavanlı, bol ışıklı bir cafe burası da. İçindeki halılardan masalara, aydınlatmalardan buz dolaplarına her şey tasarım. Bu dekorasyon her ne kadar cezbedici olsa da azıcık güneş çıkınca dışarıdaki banklarda yudumluyor kahvesini Eindhoven ahalisi. İçi de dışı da cıvıl cıvıl, bir kahve içmeye uğranmalık bir mekan.
(Ketelhuisplein)
Eindhoven Strijp bölgesinin tam göbeğinde minik bir cafe. Güneşli olunca önü kalabalık. Gençler burada. Kahvesi de normal kahve işte. Maksat muhabbet olsun.
(Lichttoren 6 (Emmasingel))
Kaldığımız otelin (Art Hotel) hemen yan tarafında olduğu için her gün Usine’i dışarıdan görüp hayran kalıyordum. Eindhoven’daki son akşam yemeğimizi burada yiyeceğimizi duyunca çok sevindim. Hele hele bir önceki gece Wiesen adlı Fransız restoranındaki doğru düzgün göze bile hitap etmeyen, tabak süslemesi sarhoş sürrealist bir ressam tarafından yapılmış gibi duran ve karın doyurmayan hayal kırıklığından sonra hem dolu dolu menüsü hem de yine bir fabrika kantininden çevrilmiş şık iç tasarımıyla ilaç gibi geldi Usine. (Wiesen’i de asla gidilmeyecekler listenize ekleyebilirsiniz) Biz Usine’de kalabalık bir ekip olarak oturduğumuz için sipariş ettiklerimiz geç geldi ama başlangıçlar, şarap, ana yemekler ve tatlılar, her şey lezizdi. Bu restoran hem göze hem damağa hitap ediyor. İçeride bir de pattiserie bölümü var ki akıl alıyor.
]]>
Şehirdeki ritüelin: Çok klasik bir cevap olacak ama, güne güzel başlamaya çok fazla önem verdiğim için sabahları Türk kahvemi ve sigaramı içtikten sonra Üsküdar – Beşiktaş motorunda hava ne kadar soğuk olursa olsun açık havada oturup o aralar en sevdiğim şarkıyı kırık ama emektar Marshall headphone’larımla dinlemek.
En sevdiğin galeri / müze: Fazla sanat insanı değilim ama, SALT Beyoğlu, Pilevneli Project ve İstanbul Modern’i sayabilirim rahatlıkla. Bir de iki sene boyunca tur rehberliğini yaptığım için Santralistanbul’daki Enerji Müzesi’nin de yeri kalbimde ayrıdır. Özet olarak, şehre gelen sergilere göre hareket ediyorum.
En sevdiğin cafe: Evime çok düşkün olduğum için cafe’lerde vakit geçirmeyi unuttum! Ama çok leziz kekler yapan garsonu Berk yüzünden Çukurcuma’daki Holy Coffee, Galatasaray’daki Ara Kafe ve Kadıköy Barlar Sokağı’nın cafe’lerini çok seviyorum.
En sevdiğin bar: Beyoğlu’ndaki Ispanak’la farkında olmadan özel bir bağ oluştu aramda. Pek kokteyl insanı olmadığım için barlara da pek hakim değilim ama Tektekçi’nin shot’ları da gayet iyi.
En sevdiğin gece kulübü: Gece kulübü sevmiyorum, konser seviyorum. Dolayısıyla Babylon, Ghetto, Peyote gibi yerleri en sevdiğim gece kulüpleri olarak sayabilirim. Ama illa ki dans etmek istiyorsam, Mini Müzikhol tartışmasız İstanbul’un en iyi gece kulübüdür kanımca.
Alışveriş için adreslerin: AVM’leri gezip tozup yine dönüp dolaşıp ihraç fazlası mağazalardan alışveriş yapıyorum, fiyat performans oranı umduğumdan çok daha başarılı oluyor üstelik. Topshop, Zara gibi en sevdiğim markaların ihraç fazlası üstelik sezon ürünlerini çok daha ucuza alabiliyorum. Yine de çoğu zaman tek adresim Topshop, kışlıklarımı çıkarırken fark ettim ki gardrobumun %85’ini Topshop döşemiş!
Ne yemeli / ne içmeli: Asmalımescit Tavan Arası’nda ne bulursan yemeli içmeli, Holy Coffee’de Berk’in yaptığı keklerin tadına bakmalı, Ara Kafe’nin Meksika usulü sıcak çikolatasına mutlaka bir şans vermeli, Baylan Pastanesi’nde şeker komasına girmeli…
Şehrin soundtrack’i / filmi / kitabı: Şehrin soundtrack’i bence Fleet Foxes’ın Montezuma’sı. Şarkıda anlatılan hikayenin şehirle pek alakası olmasa da şarkının hüznüyle İstanbul’un hüznü çok örtüşüyor bence. Şehrin filmi Ağır Roman ve bu hiçbir zaman değişmeyecek! Şehrin kitabıysa Alper Canıgüz’ün Tatlı Rüyalar’ı, romanın absürdlüğü o kadar yakışıyor ki İstanbul’a!
Yılın en sevdiğin zamanı: İlkbahara girmek üzere olduğumuz, günlerin uzadığı, güneşin yüzünü daha çok gösterdiği, havanın hala biraz soğuk olduğu ama güneşin içinizi ısttığı, Mart sonu Nisan başları. Yılın bu vaktinde en sevdiğim şeylerden biri de çok minik üşüyorken güzel bir cafe latte eşliğinde sigaramı içmek.
]]>
Başka bir yazının konusu olacak olan Ryanair Oslo’nun diğer havaalanına göre biraz daha dışında olan Rygge adlı limana uçuyor. Buradan otobüsle Oslo Central Station’a gelmek 1 saat sürüyor ve 170 Kron tutuyor. Henüz kurdan habersizim. Oslo merkeze vardığımda saat 4 ama hava kapkaranlık olduğu için gece gibi. Bavul ve eşyalarımı bıraktıktan sonra her birşey çok pahalı olduğu için Erasmus öğrencilerinin ağırlıklı olduğu bir yurtta akşam yemeğine davetliyiz, oraya gidiyoruz. Adet böyle, yemek için dışarda buluşmak yerine evlerde (ya da yurtlarda) buluşuyorlar. İçki barlarda da çok pahalı olduğu için herkesin kendi içkisini getirdiği ev partileri moda.
Ben biraz şehri görmek istiyorum. Miguel ile şehir merkezinde sevdiği barlardan biri olan Jaeger‘e (Grensen 9, Oslo) gidiyoruz. Çarşamba gecesi saat 12’ye geliyor. İçeride henüz standlar var. Normalde standlar kalkar içersi kalabalık olur herkes dans edermiş (bkz: aşağıdaki bana ait olmayan fotoğraf) Ya biz erken geldik ya da çarşamba geceleri burası iş yapmıyor, bilemedim. DJ iyi çalıyor, biz de Jaeger’in koltuklarına oturup birer içki içiyoruz. Kırmızı şarap 89 Kron ve biraya göre biraz daha pahalı. İlk günüm, hava soğuk (0 derece), çok yormayayım kendimi diye içkilerimiz bitince evin yolunu tutuyoruz.
Miguel’in haftaiçi gündüz okulu, benimse Oslo’da Perşembe, Cuma, Cumartesi olmak üzere 3 tam günüm var. Elimde haritam, tek başıma müze gezmeli, alışveriş yapmalı, konsere gitmeli dolu dolu 3 günde çokça üşüdüm, yağmurda ıslandım, güneşi göremedim ve Oslo’ya gideceklere öneriler hazırladım. Önerileri de alışveriş, yeme içme, bar, gece gezmesi, en sevdiğim mahalle, oslo izlenimlerim ve kültür sanat diye bölümlere ayırdım. Keyifle okumanız; Oslo’ya yolunuz düşerse faydalanmanız dileğiyle.
Para birimi
Oslolular zengin annem. Para birimleri Kron. Bırak TL’yi Euro’yu Dolar’ı falan da tokatlıyor. 1 Euro, 7.34 Norveç Kronu ediyor. Ben oradayken her şeyi 7’ye bölerek hesap yaptım. Euro karşılığını bulduktan sonra da 2,3’le çarptım, hem kafam karıştı hem üşendim, böylelikle pek de alışveriş yapmadım. Doğrusunu yaptım bence. 1 Lira 3,18 Kron olduğu gibi beyin de bedava.
İklim
Evet Norveçliler zengin ama para her şey değil. Netekim hava buz gibi ve popoları donuyor. Ülkede mont endüstrisi tavan yapmış, içlik falan alacaksanız buradan almak akıllıca, çeşit bol. Kasım ortasında sıfırın altına düştü hava, kar da yağdı. Sürekli gri, güneş yok, çok karanlık. Sıcak çikolata konusunda da iyiler Allahtan. Garip bir de dondurma markaları var. Siz bu soğukta dondurma satmaya utanmıyor musunuz dedim, dinletemedim. Gel gelelim görüldüğü üzre marketing konusunda da pek başarılı değiller. Böyle reklam mı olur Allasen?
Alkol
Gelelim Norveçlilerin bir diğer kanayan yarası alkol meselesine. Efendim, alkol ateş pahası. Komşu ülke İsveçin votkası bile alınacak cinsten değil. 419 Kron dediğin bugüne bugün 140 Lira para. Alt tarafı vodka alıyorsun, mortgage’a girmiyorsun; ayıptır. Absolut rip-off vallaha!
Hadi pahalısını geçtim, adamlar zengin, bastırır parayı alır, ama mesele o da değil. Marketlerde falan içki satılmıyor. Vinmonopolet adı verilen, her semtte bir adet bulunan ve abuk subuk açılış-kapanış saatleri bu dükkanlardan alınabiliyor sadece.
Şimdi gen haritalarını incelemedim tabii ama sanılanın aksine öyle Hollandalılar gibi uzun değil Norveçliler. Genelde mini mini tipler gördüm ben. (Kızlar çok güzel diye duymuştum. O konuda da bi hayal kırıklığı yaşadım.)
Ulaşım
Şehrin her yerinde komik derecede küçük arabalar var. Anlam veremedim. Öyle bi park yeri ya da trafik dertleri de yok. Belki de bu arabalar sayesindedir.
Refah seviyesi yüksek bir ülkeye göre karbon ayak izlerini pek umursamıyorlar. Daha soğuk ve yağmurlu havalarda Helsinki’de bile çok sayıda bisikletli insan görmüştüm. Her Avrupa şehrinde olduğu gibi bir saate kadar ücertsiz kullanıp bir diğer istasyonda bırakabileceğiniz bisiklet istasyonları tabii ki var ama pek bisiklet yolu da yok, bisiklet kullanan da.
Ulaşım sıklıkla otobüs ve tramvayla sağlanıyor. Tramvayın ismi de Trikk Tram, oyuncak gibi çok komik. Metroya hiç binmedim. Fiyatlar konusunda da hiçbir fikrim yok. Neden derseniz kontrol yapılmadığı için bir kez olsun bilet almadım :(
Dil
Dil Almanca’nın yandan yemişi. Yani Norveççe cermen dil ailesinden geliyor. İsveççe ve Danca’ya çok çok benziyor. Fiiller kelimeler vs. Almanca’yla aynı kökenden geldiğinden yazılı olarak az çok anlıyorum. Konuştukları zamansa gerçekten çok vurgulu ve melodik olduğu için Japonca’ya benzettim Norveççe’yi. Ya da benim duyduklarım sürekli Hattori Hanzo kılıcından bahsettiler, bilemiyorum. Ne bu şiddet bu celal canım!
Alışveriş için gidilecek yer şehir merkezinde Nationaltheatret ve Sentralstasjon arasında yer alan alışveriş caddesi Karl Johans Gate.
Sadece Karl Johans Gate’de değil, bu caddeye çıkan ara sokaklar ve caddenin parallelerinde de irili ufaklı mağazalar ve cafeler var. Oslo’dan alışveriş yapmak pek akıl karı değil. Buraya turistik olarak geldiyseniz Avrupa’nın her yerinde olan H&M, Mango, Zara gibi mağazalara hiç girmeyin bile. Her yerden alabileceğiniz şeylere boşuna fazla para ödemiş olursunuz.
İçi kürklü spor ayakkabılar ya da mont gibi Türkiye’de çok çeşidini bulamayağınız sıcak tutacağı %100 garanti şeyler almanız ya da sadece İskandinavya’da olan mağazalara bakmanız daha mantıklı olur.
Bütün alışveriş merkezlerinde ve caddelerinde şubeleri olan Bik Bok (ismine aldanmayın), Gina Tricot, Cubus, Bianco gibi mağazalara muhakkak göz atın. Ben twitter’dan Seda Bora kullanıcısının ‘bik bok’tan never denim markalı bir flex jean alarak kendine iyilik yap’ tavsiyesine uydum. Siz de uyun. Bu flex jean tayt gibi, çok rahat, zayıf gösteriyor hem de. Made in Turkey’miş gerçi ama burada nerden bulunur bilmediğimden aldım. O kadar rahat ki keşke her rengini alsaydım dedim. Tekrar teşekkürler Seda.
Genelde İskandinav ülkelerinde olan mağaza zincirlerinden favorim Monki. Oslo’nun içinde sadece bir tane var. Adresi: Karl Johans Gate 15. Bence dünyanın en güzel mağazası, mutlaka girin. Hem mağazanın dekorasyonu hem de giysiler mükemmel. Fiyatlar ortalamanın üzerinde ama ben buradan aldığım şeyleri o kadar severek giyiyorum ki değiyor. İndirimdeyse çok uygun ürünler olabiliyor. 60 Kron’a gerçek deri çanta, 100 Kron’a yağmurluk gibi.
Hava çok soğuk olduğu için mağaza mağaza gezerken donmak istemiyorsanız bir diğer seçeneğiniz Sentralstasjon’da yer alan Oslo City AVM. Anlatmaya gerek yok bildiğiniz AVM işte; yeme içme alışveriş adına her şey var içerde. Özellikle güzel veya şık değil. Sıcak ve bolca mağaza var. Kalabalık. 10’a kadar açık.
Grünerløkka’ya sabah yürüyüş yapmaya ve kahvaltıya, gündüz alışverişe, cafe’lerde oturmaya akşamsa yemeğe ve barlarda takılmaya ya da konsere gelebilirsiniz. Çok keyifli bir mahalle. Oslo’da yaşasam sürekli burada takılır, buranın yakınlarda ev tutardım. Zaten genelde gençlerin yaşadığı bir kültür / sanat semtiymiş.
Grünerløkka’da geçireceğiniz örnek bir günden bahsedersek kahvaltı için önerim dekorasyonu şirin mi şirin, sıcak çikolatası lezzetli mi lezzetli Cocoa (Toftes Gate 48).
İyi ekmek anlamına gelen Godt Brød (Thorvald Meyers gate 49) da sandviç ve hamur işleriyle kahvaltı veya ikindi çayı için keyifli bir seçenek. Tea Lounge‘da (Thorvald Meyers gate) sıcak bir çay içebilir hemen çaprazındaki Les Palais des Thes‘den (Olaf Ryes plass 3) mis kokul çaylar satın alabilirsiniz. Bunun dışında Kafebrenneriet, Wayne’s Coffee ve Deli de Luca’nın da Grünerløkka’da şubeleri var.
Burada alışveriş yapmak isterseniz Bik Bok’un küçük bir şubesi ve iki üç tane güzel yerel butik var. Üzerinde Norveççe yazılar olan güzel t-shirtlerin olduğu şirin giyim mağazası Trøye &‘yi (Thorvald Meyers gate 54) çok beğendim. Neredeyse her şeyin satıldığı ve fiyatların uygun olduğu Tgr (Sofienberggata)’ye de ıvır zıvır almak için göz atılabilir.
Ama bence mutlaka içine girip şöyle bir göz atmanız gereken mağaza Granit (Thorvald Meyers gate 55). Oslo’da evim olsa kesin buradan döşerdim. İskandinavlar gibi yine minimalist tasarımlarıyla ünlü Japonların kırtasiye, mobilya, giysi, mutfak gereçleri satan mağazası Muji’yi bilirsiniz. Granit de tarz olarak Muji’ye benziyor. Ev dekorasyon ürünleri, mumlar, lambalar ve ofis ürünleri, defterler, kalemler var. Hepsi çok güzel. Mağaza tasarımı da çok şık, hatta yan tarafta bir cafe’si de var.
Grünerløkka’da akşam oldu. Karnınızı doyurmak için bu bölgede pek çok şık ve güzel restoran var. Uygun fiyatları ve lezzetli burritolarıyla Mucho Mas (Thorvald Meyers gate 36) en çok tavsiye edilenlerden biri. Akşam takılmalık bir şeyler içmelik barlar ise Fru Hagen (Thorvald Meyers gate 40) ve Ryes (Thorvald Meyers gate 59). İkisi de yerel halkın takıldığı, bira içip sohbet ettiği güzel barlar. Tarihi bir sinema binası olan yaklaşık 500 kişilik konser mekanı Parkteatret‘te (Olaf Ryes plass 11) de güzel pop, rock, indie konserleri oluyor, takvimine göz atın: http://www.parkteatret.no
Nationaltheatret yakınında, Paleet AVM’nin girişinde, sokağa da cephesi olan United Bakeries (Karl Johans gt. 37-43) kahvaltı için muhteşem bir cafe. Burası aslında bir fırın ama hazır sandviçler, sıkma meyve suları ve kahveler de var. Dekorasyonu çok şık. Dolapta taze yapılmış sandviçler ve sıkma meyve suları hazır bekliyor.
Benim favorim brie ve bacon’lı sandviç. Oslo’ya gitmişken mutlaka denemeniz gereken lezzetse sjokoladeboller denen çikolatalı yuvarlak hamurlar. Kahvenin yanında harika oluyor. Kuru üzümlüsü de var. Rosinboller diye geçiyor.
Oslo havaalanında bir şubesi olsa da şehir merkezinde Starbucks yok. Bunun yerine Norveçlilerin kendi kahve zincirleri var ve Starbuckstan çok daha iyiler. Benim favorim Kafebrenneriet. Kahve ve sıcak çikolataları çok çok iyi. Bunun dışında bir de üzeri beyaz kremalı ve yaban mersinli bir havuçlu kek yedim ki o da mutlaka denenmeli.
Bir diğer kahve zinciri Wayne’s Coffee bence dekorasyonuyla da kahveleriyle de Brenneriet kadar özel değil. Starbucks, Nero çizgisinde gidiyor, daha sıradan. Ama Brenneriet’te olmayan internet burada olduğu için tercih sebebi olabilir.
Norveç’in somonu iyi olur diye bir yerde yemek istedim ama Michelin yıldızlı balık restoranı Lofoten’de de, herkesin mutlaka balık ye diye tavsiye ettiği Solsiden‘de de, Aker Brygge’deki bilumum balık restoranında da somon servis edilmiyordu (genellikle balina vardı). Yeme içme meselelerinin pahalı olduğu Oslo’da, sushi ise dünyanın heryerinde olanın aksine diğer yemeklere oranla daha hesaplı. Ben de bir sushiciye gitmeye karar verdim. Aker Brygge’de yer alan Tammy Sushi‘de hem lezzetli somon yedim hem de fiyatlar uygundu, tavsiye olunur.
Bir akşamüzeri vitrinindeki balıkları ve içeride satış bölümündeki elemanların bu balıkları hazırlamasını hipnotize olarak izlediğim Fiskeriet‘in (Youngstorget 2) içine girdim. Burası hem balık ve yan ürünlerini satın alabileceğiniz şık bir market hem de bar gibi bir yerde ayaküstü bir şeyler atıştırabileceğiniz bir restoran.
Menüde 3-4 çeşit balık, fish & chips ve balık çorbası (fiskesuppe) var. Fiyatlar tuzlu ama özel bir yere benziyor diye bir balık çorbası söyledim. Önden gelen sarımsaklı tereyağı ve ekmek bile çok lezizdi. Sanırım çorbanın fiyatı olan 159 Kron ise Norveç şartlarında bile pahalı. Herkes fiyatı daha uygun olan fish & chips’den yiyordu, leziz görünüyordu, aklım kaldı, bir dahaki gidişimde kesin deneyeceğim.
Oslo’daki favori mekanım diyebileceğim Japon barı Izakaya‘da (St. Olavs plass 7) küçük mezeler şeklinde sipariş edebileceğiniz çeşit çeşit Japon yemeği çok lezzetli ve fiyatları da çok uygun, atmosferi de son derece orijinal. Beni buraya Danimarkalı arkadaşım Steffen götürdü (Steffen’in blog’una da göz atın: http://digitalglobalization.com) Barın arkasında biri Oslo, biri Tokyo’daki saati gösteren iki saat, duvarlardaki Japonca çizgi romanları, aydınlatma elemanları falan süper. Akşam yemeğini hafifçe geçiştirdikten sonra Izakaya’da zencefil ağırlıklı leziz kokteyllerin ya da biranızın yanında biraz Edamame bir iki de Yakitori ile keyif yapabilirsiniz.
İzakaya kadar olmasa da bir diğer favori mekanımsa Fuglen (Universitetsgata 2 (Pilestredet)). Norveççe kuş anlamına gelen Fuglen, gündüz retro mobilyaların satıldığı bir mağaza ve cafe; gece ise süper kokteyllerin yapıldığı bir bara dönüşüyor. Hatta 2010 yılında en iyi bar seçilmiş. Mutlaka uğrayın.
İlk gece uğradığım henüz boş olan Jaeger haftasonları keyifli oluyor(muş). En sevdiğim mahalle Grünerløkka’daki Fru Hagen ve Ryes kesinlikle uğranması gereken barlar. Orada olduğum Cuma gecesi önce Norveçli DJ ve prodüktör Lindstrøm ardından da Norveçli elektro ikilisi Røyksopp‘un DJ’lik yaptığı Nivou (Møllergata 12) da dans için gidilebilecek yerlerden. Røyksopp’un çaldığı gece girişi 150 Kron’du. Baştan uyarayım Norveçliler Şanzelize Kafeyi aratmıyor. Erkek oranı falan, çok laf ettiğiniz Sensation’ı öpüp başınıza koyun derim. Yine de adamların yerel DJ’leri Røyksopp ve Lindstrøm ya. Böyle biz bize göz göze dans ettik resmen Torbjørn ve Svein’la. Hala laf ediyorum, çarpılacağım valla. <3 <3 <3
Gece bardan kulüpten dönerken taksiye binmeyi aklınızdan bile geçirmeyin. Havaalanına gidip ilk uçakla Türkiye’ye dönün daha hesaplı. Barlar gece 3’de kapanıyor. 3:15 ya da 3:30’de gece otobüsü oluyor, neredeyse her yere ulaşmak mümkün. Aradaki zamanı da pek çok köşe başında bulunan ve 24 saat açık olan 7/11‘larda bir şeyler yiyerek geçirebilirsiniz. Fiyatlar da uygun hem.
Burası şehir merkezinden yürüme mesafesinde yer alan, deniz kenarında, liman görünümünde bir bölge ve hala inşaat halinde. Yazın daha keyifli olacağını tahmin ettiğim Aker Brygge’de minik bir AVM, bolca balık restoranı, cafeler, barlar ve harika bir çağdaş sanatlar müzesi var. Burada yer alan ve inşaatı hala devam eden gösterişli ve teknolojik binalar çoğunlukla ofis ve konut projeleri. Tekneyle fiyort turu yapmak için de yine bu bölgeye gelmeniz gerekiyor.
Aker Brygge, Tjuvholmen’da yer alan Astrup Fearnley Museet son zamanlarda Avrupa’da gezdiğim en iyi çağdaş sanatlar müzesi. İsmi sürdürülebilir binalar ve yeşil mimari ile anılan İtalyan mimar Renzo Piano tarafından tasarlanan müze, Norveç’in iklim ve enerji ihtiyaçlarına uygun tek bir saçak altında bulunan ahşap ve cam ağırlıklı iki binadan oluşuyor.
Girişte 100 Kron ödeyeceğiniz biletle iki binadaki sergileri de gezebiliyor; biletin üzerinde yer alan wireless şifresi ile ücretsiz bir şekilde internete bağlanabiliyorsunuz. Müzede interneti ne yapayım demeyin. Eserlerin yanlarında yer alan QR kodları akıllı telefonunuza okutarak internetteki ilgili ses dosyasına (İngilizce veya Norveççe) ulaşabiliyorsunuz. Üstelik bazı ses kayıtlarında işi sanatçının kendisi anlatıyor. Bence süper bir uygulama.
Jeff Koons, Damien Hirst, Felix Gonzales-Torres, Andreas Gursky, Charles Ray, Tom Sachs ve Richard Prince gibi çağımızın önemli sanatçılarının en bilindik ve önemli işleri burada sergileniyor. Yarım gününüzü mutlaka bu müzeye ayırmanızı; bir binadan diğerine geçmeden önce de müzenin cafesinde bir kahve molası vermenizi tavsiye ederim. Ben günüm kalmadığı için malesef gidemedim ama, dünyanın en pahalı tablosu olan Çığlık’ın Norveçli ressamının eserlerinin yer aldığı Munch Müzesi de oldukça güzelmiş.
Oslo Belediyesi’ne ait Operahuset yani Opera Binası (Kirsten Flagstads Plass 1) Norveçli Mimar Tarald Lundevall tarafından tasarlanmış, 2008 Dünya Mimarlık Festivali’nde en iyi kültür yapısı ödülünü almış ve 2007 yılından bu yana şehrin simgelerinden biri. Yazları nasıldır bilmiyorum ama kışın denizi de gökyüzü de beyazımsı bir gri olan Oslo’nun; cephesi beyaz mermer ve kısmi olarak da camdan oluşan Opera Binası neredeyse görünmüyor.
İçerideyse durum farklı. Kullanılan ahşap ve aydınlatma detayları dışarıda kullanılan mermerin soğuk etkisine tezat oluşturuyor. Binanın pek çok sanatçının işleriyle süslü fuayesi, galeri yüksekliği sebebiyle kapalı bir alandan ziyade, denize açılan mermer ‘bahçe’sinin devamı gibi algılanıyor. Bu mermer ‘bahçe’ hafif bir eğimle cam bir kapıyla ayrıldığı Opera Binası’nı sararak Oslo halkı için bir seyir terası görevini gören çatı halini alıyor. Bu enteresan mimariyi incelemek ve şehre tepeden bakmak için Opera Binası’na mutlaka gidin. Hatta Norveç Opera ve Bale’nin sayfasına göz atıp bir gösteri de izleyebilirsiniz.
Pek çok Avrupa liman kentinde olduğu gibi Oslo’nun da şehri korumak için Ortaçağ’da inşa edilmiş bir kalesi var. Opera Binası’ndan çıkıp Aker Brygge’ye yapacağınız bir sahil yürüyüşünüzde yolunuzun üzerinde kalacak olan Akeshus Kalesi’ni yarım saat gibi kısa bir sürede herhangi bir ücret ödemeksizin ziyaret edebilir, şehre tepeden bakabilirsiniz.
]]>
Piccadily Circus, China Town, Soho, Shoreditch High Street
17 Ağustos 2012 Cuma
Sabah köprü geçme derdi olmadan, Sabiha Gökçen’den Londra uçağına bindim. Almanların ‘sebstverwirklichung’ dedikleri şu ‘kendini gerçekleştirme’ meselesine en çok seyahat ederken yaklaşıyorum ben. Tam şu an hayatımı çok seviyorum. Bekle beni Londra ben geliyorum. Yaklaşık 4 saatlik bir uçuştan sonra Londra Stansted Havaalanı’ndayım. Duygu’nun evine gitmek için normalde buradan trene binmem lazım. Ama trenlerde henüz alışkın olmadığım İngiliz aksanı sebebiyle ne olduğunu tam da anlamadığım bir problem var. Bu nedenle otobüse binmemi öneriyorlar. Biraz daha uzun sürecekmiş. Kaderime razı olup otobüse biniyorum.
Bavul yaparken Duygu’nun ‘İstanbul’da kasım ortası gibi düşün, hava soğuk’ dediği Londra bana sürpriz yapmış, beni günlük güneşlik bir yaz günüyle karşılamaya karar vermiş. Radiohead, The Beatles, Kasabian, Arctic Monkeys, Foals, The Vaccines gibi grupların memleketine ayak bastığım için havalarda uçuyorum zaten. Bir de böyle güzel bir havayla karşılıyor İngiltere beni. Tren yerine bindiğim otobüste wireless var ve muavin çok eğlenceli. Sweetheart diyor bana, buralarda normal ama benim ilk seferim! Kırmızı otobüs ve telefon kulübeleri, retro siyah taksileri her gördüğümde heyecanlandığım bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra Duygu Victoria Coach Station’dan alıyor beni! GELDİM YA GELDİM! Çok mutluyum.
Bavulları bıraktıktan sonra karnımızı doyurmak üzere evden çıkıyoruz. Duygu’nun evi o kadar merkezi bir yerde (Westminster) ki Picadilly Circus yakınlarındaki Busaba Eathai’ye varana kadar London Eye, Big Ben, Westminster Palace, Trafalgar Square gibi görülecek yerlerin neredeyse hepsinin önünden geçiyoruz otobüsle. Busaba Eathai muazzam bir Thai restoranı. Londra’da bir sürü şubesi varmış. Pad Thai Wok Noodle, Morning Glory, Jasmine Rice ve Thai Calamari o kadar lezzetli ki diyeti o an orada bozuyorum.
Soho‘da turluyoruz biraz. China Town‘dan ve erotik shop’ların önünden geçiyoruz. Bir akşamüzeri içkisi için Oxford Street’teki Market Place Bar‘a gitmek istiyoruz. Cuma iş çıkışı ve inanılmaz güzel hava da eklenince Bar’ın önündeki masalarda oturacak yer kalmamış. Her yer cıvıl cıvıl. Olimpiyatlar yeni bitmiş ama menülerde hala olimpiyatlara özel seçenekler var. Biz de olimpiyatlara özel bu birer kokteyl alıp barın önünde ayakta havanın tadını çıkarıyoruz.
Henüz her şey çok yeni benim için, trafiğin yönü, arabalar, sokak lambaları. (Hoş trafiğin yönüne son gün bile alışamamış olacağım, nasıl bana göre ters yönden gelen bir otobüs tarafından ezilmedim bilmiyorum) Oxford Circus ve Regent Street‘te dolandıktan sonra bir sonraki durağımız Shoreditch / High Street. Hemen metrodan çıkınca karşımıza Red Market diye bir yemek pazarı çıkıyor. Kermes gibi bir avlu. Çeşit çeşit sokak yemeğini, içkini alıp banklarda takılabiliyorsun. Ama girmek için biraz sıra beklemek gerek.
Bir dahaline diyerek insan dolu sokaklardan yürümeye devam ediyoruz. Avlusunun duvarları graffitiyle kaplı Cargo‘nun ortamı süper. Duygu sana bir sürprizim var diyip sipariş vermeye gidiyor. Geri geldiğinde elinde şu içine balık konan fanuslardan var! İçi balık değil Mojito dolu!
Müzik çok güzel ama nedense dans eden yok, daha chill takılıyor insanlar. Bahçede bir de şu Berlin usulü Photobooth’lardan var. Tabii ki birer fotoğraf çektiriyoruz. Daha ilk günden kendimizi yormamak lazım, yoldan geldim hem diyerek geceyi burada sonlandırıyoruz. Geri geleceğim Shoreditch!
Hyde Park, Millbank, Shoreditch Highstreet, Egg
18 Ağustos 2012 Cumartesi
Bir önceki gece erkenden yatınca erken kalkmak kaçınılmaz. Önümüzde koskoca bir gün var. İlk durak Hyde Park içindeki Serpentine. Burada gölde yüzen bilumum kanatlı yaratık, kanoya binen, yağmurlu memleket sakini olarak en ufak güneşte bikinisini giyip güneşlenen insan ve park manzarası eşliğinde kahvaltı ediyoruz. Hava mükemmel. Dolayısıyla Hyde Park’ta nüfus patlaması yaşanıyor. Piknik yapan, bisiklete binen de var köpeğiyle yürüyüş yapan güneşlenen de.
Knightsbridge’de gördüğümüz Topshop’ların sadece vitrinlerine bakıyoruz. Kendimi tutuyorum. Cumartesi girsek bile çıkmamız mümkün olmaz diye. Pazartesi’ye kadar sabret diyor Duygu. Zor oluyor ama dayanıyorum.
Buradan çıkıp mahallemizin Pub’ı Morpeth Arms‘a geliyoruz. Pimm’s adlı mükemmel içkiyle ilk karşılaşmam. İçi salatalık, çilek, portakal, taze nane ve buz dolu bir sürahiye Pimm’s ve soda konularak yapılan bu mükemmel içkinin yanında patates, sosis falan yiyerek güneşin tadını çıkarıyoruz. İngilizler patatesi sirkeyle yese de biz ketçaptan şaşmıyoruz. Türkiye’de pub deyice kalitesiz yemek gelir akla. Burada durum böyle değil. Yemekler leziz. Ne varsa mahalle pub’ımızda var.
Akşam için Duygu’nun arkadaşlarıyla sözleştik. Shoreditch High Street‘teki Rivington Grill Bar‘da yemek yiyeceğiz. Biz biraz erken gidip birer şampanya söylüyoruz kendimize. Keyiften ölebiliriz. Herkes gelince steak’ler, kırmızı şaraplar falan derken kallavi bir yemek yiyoruz. Hesap kişi başı 40 Pound geliyor. Yemekten sonra çok uzağa gitmemiz gerekmiyor. Bu gece takılacağımız bütün mekanlar aşağı yukarı aynı sokak üzerinde. Sokaklar insan dolu ve hava öyle sıcak ki erkekler üstsüz. Daha sonra sıcaktan kendi de bunalıp üstünü çıkaracak olan Duygu’nun arkadaşı Sait bana ‘insanların üstsüz gezmesi normal değil, bugün aşırı sıcak’ diye açıklama yapma ihtiyacı hissediyor. Valla bence sorun yok sevgili Sait. Soyunabilirsiniz. Hava sıcaklığıyla birlikte libidolar da artmış olmalı ki en az Beyoğlu’nda gezermişçesine bakış ve laf yiyorum. Öyle ahım şahım güzel bir kız da değilim hani. Londralıların tipiyim demek ki. Bilemedim.
Dün gece gittiğimiz Cargo’nun önünden geçip Dragon Bar‘a giriyoruz. Burada müzik plaktan çalınıyor. Radyocu ya da müzik yazarı olmak istiyorsan Londra’da bir bara girip shazam’ı aç yeter! Şahane çalıyor. İçerde koltuklar var. Duygu ayaklarını dinlendiriyor, ben dans ediyorum. Buradan çıkıp The Book Club, Electricity Showroom gibi mekanlara bakıyoruz. Kapanıyor çoğu. Duygu’nun arkadaşları yorgun, Best Kebab‘da döner yiyorlar. Ben çok gaz olduğumdan geceye devam etmek istiyorum.
Saat 2. Milletin asıl gece 3’ten 4’ten sonra gittiği Egg‘in önünde biraz sıra bekledikten sonra saçma bir giriş parası ödeyerek içeri giriyoruz. Avluda hafif, içeri girince bangır bangır müzik var. Çok katlı Egg’in her katında ve odasında başka bir DJ çalıyor. Mekanın her yerinde uyuşturucuya karşı sıfır tolerans politikası uyguladıkları belirtilmiş. Tuvaletlerde bir kişinin bile zor girebileceği darlıkta ve klozet kapağı yok. Gerçekten de istesen de uyuşturucu kullanmak imkansız. Biz üst kata çıkıp biraz dans edip sonra terasta hava alıyoruz. Bu sırada bir adam gelip bileğimize VIP bileklik takıyor. Avluda özel ayrılmış bir alana girebiliyoruz bu bileklikle ama başka ne işe yaradığını gerçekten anlamıyorum. Laf olsun torba dolsun işte. En üst katta tam kendime göre bir müzik buluyorum. Buraya zorla sürüklediğim Duygu yorgun, velim gibi oturuyor. Ben kendime arkadaş edinip onlarla dans ediyorum biraz, Duygu fazla uzaklaşma kızım gözümün önünde dans et falan diye dalga geçiyor. Egg’in özelliği sabah burada kahvaltı da verilmesi. Biz o kadar kalmıyoruz ama yine de sabaha karşı çıkıp eve dönüyoruz.
Millbank, Covent Garden
19 Ağustos 2012 Pazar
Dün gece 5’de yattık ama ben sabah 10:30’da kalkıyorum. Yatakta biraz debelendikten sonra henüz uyuyan sevgililerim Gizem ve Duygu’ya kahvaltı almak üzere evden çıkıyorum. Normalde insan kahvaltı almaya gitmeye üşenir ya ben can atıyorum. Çünkü Londra’dayım. Hala hayal gibi. Evin hemen yakınındaki Pret-A-Manger’den sandviç alıp dönüyorum. Evde çay yapıp kahvaltı ettikten sonra yürüyüşe çıkıyoruz. Hava yine süper. Vauxhall köprüsünde 2-3 tur attıktan sonra Barcleys Bank’in Cycle Hire istasyonlarından bisiklet kiralayıp biraz da bisikletle dolanıyoruz. Şahane bir pazar. Turist gibi değil burada yaşar gibi geçirdiğim için ekstra mutluyum. Yeni biten olimpiyatların etkisi tüm şehirde hissediliyor. Bir yandan da paralympics’e (engelli olimpiyatları)’na hazırlanıyor Londra. Televizyonlarda, sokaklarda sürekli reklamı var.
Pazar sporumuzun ardından gezmek için Covent Garden‘a gidiyoruz. Mağazalara bakıp pazarın tadını çıkarıyoruz. Londra’ya gidenlerin mutlaka uğraması gereken Belçika restoranı Belgo‘nun hem dekorasyonu enteresan hem de masaya sipariş ettiğimiz her şey leziz ötesi. Midye ve salatanın yanına birer de Duvel söylüyoruz. Brüksel seyahatimde tanıştığım Duvel çok enteresan bir şey. Normal biralara hiç benzemiyor. Öyle ki yemekten kalktıktan sonra tuvalette 15 dakika gülüyoruz.
Belgo’dan çıkıp bir başka enteresan dekorasyonlu mekana, girişi aşağı doğru daracık bir gemici merdiveni olan Frevd Bar‘a gidiyoruz. Burada da bir sürahi Pimm’s içtikten sonra çakırkeyif ve mutlu olarak evlere dağılabiliriz (üçümüz de aynı evde oturuyoruz o ayrı) Otobüs beklerken Topshop vitrininin önünde yarınki fantazilerimi haykırmaktan da geri kalmıyorum: Çok pis alışveriş yapıcam!
Oxford Street, Carnaby Street, Soho, Charing Cross Road, Covent Garden Market
20 Ağustos 2012 Pazartesi
Günaydın Londra! Bugün günlerden alışveriş! Erken kalkıp Tottenham Court Road tarafındaki Cafe 26‘da kahvaltı ediyoruz. İçerde insanların laptop’larıyla oturduğu minik bi cafe burası. Biz gittiğimizde fırından tatlılar, çörekler çıkıyor. Mis gibi kokuyor. Arctic Monkeys’in şarkılarında geçen Black Treacle eski bir toz şeker markasıymış, buradaki masaların hepsinin üzerinde duran teneke kutulardan anlıyorum. Kemik çerçeveli gözlüklü hipster zencilerin takıldığı bu cafe çok tatlı. Britanya’da olmak ne güzel ya!
Karnımız doyduğuna göre kendimizi alışverişe verebiliriz. Ordular ilk hedefiniz Oxford Street, ileri! Burda yer alan Topshop inanılmaz. Türkiye’de gideceğiniz hiçbir Topshop’a benzemiyor. Şu an bir mağaza anlattığıma inanamıyorum ama burası 5 katlı DEV bir cennet. Giriş katındaki takı bölümü bile bizim en büyük Topshop’tan büyük olabilir. Yarım saat kadar kendimi burada kaybediyorum, hükümsüzüm. Giriş katında vintage çantalar, Cupcake’çi, dondurulmuş yoğurtçu makyaj ve aksesuar bölümleri var. Aşağıdaki -1 ve -2. katlarda kuaför, manikür / pedikür, solaryum, dövmeci ve piercing’ci, cafe, başka markaların ve topshop ürünlerinin satıldığı reyonlar var. Birinci ve ikinci katsa Topman’e ait. Ben burada gerçekten aklımı yitiriyordum. İçerde cafe, tuvalet falan koymaları mantıklı olmuş çünkü 2 saatten önce çıkmak mümkün değil. Bolca takı, festivalde giymek üzere Hunter bot, süper elbiseler, çantalar makyaj malzemeleri alıyorum: Forgive me Father, for I have sinned! (Günahlarımı bağışla Peder, Burdaki peder, kredi kartlarımı ödeyen)
Topshop’tan çıktıktan sonra aynı alışveriş cenneti cadde üzerindeki Urban Outfitters ve American Apparel’a bakıyoruz ama Topshop’tan sonra sönük kalıyorlar tabii. Zaten Londra’da olduğumuz için fiyatlar diğer şehirlerdekine göre çok çok pahalı. Oxford Street çılgınlığından sonra ikinci hedefimiz Carnaby Street. Gerçekten alışverişe doyduğumdan, e bir de yorgun düştüğümden mağaza bakmak yerine Cha Cha Moon‘a oturmayı tercih ediyoruz. Londra’da kötü bir restorana girmek mümkün değil sanırım. Özellikle Uzak Doğu yemekleri çok başarılı. Carnaby’de alışverişe ara verince Cha Cha Moon’da deniz mahsüllü noodle yemek de yapılacaklar arasında. Buradan kalkıp Soho’daki plakçıları geziyoruz.
Duygu’nun burası çok ünlü bak mutlaka Red Velvet tatmalısın dediği Humming Bird Bakery de yine Soho’da. Hala çok tok olduğum için Red Velvet’ı paket yaptırıyorum. Akşam lezzetine inanamayacağım. Her gün Red Velvet yiyip insan içine çıkamayacak boyutlara ulaşıp erkeksiz bir hayata varım diyecek kadar gözüm dönüyor lezzetinden. Bak canım çekti şimdi…
Hava şahane olduğu için Soho Square de çimenlerin üzerine yaymış insan dolu. Biz Charing Cross Road‘un diğer tarafına geçip Soho’dan tamamen çıkıyoruz. Burada bir sürü ufak ufak mağaza var. Magma, şu içeri girip ‘oha çok iyi fikir’ diyip her şeyi kurcalayıp elleyip, almak isteyip sonra genellikle hiçbir şey almadan çıktığımız dükkanlardan. Belki siz de bir şey almayacaksınız ama içeri bir göz atın. Hemen yanındaki Dover Bookshop‘ta ise çok enteresan kitaplar var, özellikle moda, desen, kaligrafi gibi spesifik konularda. Meraklısı için cennet. Aynı sokak üzerinde devam ederken karşınıza çıkacak olan Super Superficial‘da süper t-shirt’ler, Scribbler‘daysa overpriced kırtasiye malzemeleri bulabilirsiniz. Asıl vintage cenneti Bricklane ama Pop Boutique‘e de şöyle bir göz atabilirsiniz. Buradan devam edip Neal Street boyunca sağlı sollu mağazalara girip çıkmadan önce hava da güzelse Hotel Chocolat’ın (ismi otel, kendi değil) önündeki ferforje masa sandalyelerde yorgunluk kahvesi içmeniz tavsiye olunur. İçerde çeşti çeşit çikolatadan da tadabilirsiniz.
Neal Street boyunca yürüyerek Covent Garden Market‘a kadar geliyoruz. Burada da American Apparel, Urban Outfitters, Tom’s, Dr. Marten’s ve Londra’lı ünlü tasarımcı Cath Kidston’ın mağazaları var. Gördüğünüz üzre koca bir Pazartesi’yi alışverişe adadıktan sonra yorgunluğumuzu atmak, bacakları uzatmak, torba taşımaktan yorulan elleri rahatlatmak için bilindik bir yerde keyif yapmaya ihtiyaç duyuyoruz. O zaman bugünkü son durağımız, canımız, mahalle pub’ımız Morpeth Arms bize kucağını açsın! Çok yaşa sen Pimm’s!
Hoxton, Shoreditch, Bricklane, Leicester Square
21 Ağustos 2012 Salı
Çok alıştım buraya. Bugün erken kalkıp gerçek bir Londralı gibi tek başıma koşuya çıkıyorum. Ne kadar çok insanın koşuya çıkmış olduğunu görseniz şaşırırsınız. Duygu’nun evinin şahane lokasyonu sayesinde sightseeing run oluyor bu spor olduğu kadar. Rotam London Eye, Jubilee Gardens, Southbank Kompleksi, Waterloo Köprüsü, Westminster Sarayı, Parlamento Meydanı, Westminster Kilisesi, Big Ben ve Tate Britain‘ı kapsıyor. Yol boyunca önünde durdukları monumentin desenine bürünen Olimpiyat maskotları Wenlock ve Mandeville‘in farklı farklı versiyonlarının onlarca fotoğrafını çekiyorum bir yandan, ama Reading Festivali’nde çalınan telefonumla beraber sonsuzluğa intikal ediyor onlar da. Elimde yalnızca şu twitter’a attığım versiyon mevcut.
Koşudan eve dönünce Duygu’yla birlikte Hoxton‘daki The Breakfast Club‘a gidiyoruz. Kahvaltı etmek için metroya binmek zorunda olmak yalnızca buraya varıp ortamı görünceye kadar saçma geliyor. Yemeklerin tadına bakınca bırakın metroyu ara ara uçağa atlayıp gelsem mi bile diyorum. Dekorasyonu, ortamı, esprili menüsü, büyük porsiyonları, tatlı garsonları ile Londra’daki en sevdiğim yerlerden biri oluyor The Breakfast Club. Üstelik üye olmayan da girebiliyor!
Duvar kağıtları retro çizgi film kareleri olan tuvalette içerideki müziğin aynısı bangır bangır çalıyor, tavanda da disko topu var. Kapısındaki ‘world’s smallest disco’ ünvanının hakkını veriyor yani. BC’da ‘dünyanın bir yerinde şu an kahvaltı saati’ mottosuyla 7/24 kahvaltı servisinin yanında 12’den sonra normal yemek ve kokteyl servisi de var. Hoxton, Angel, Soho veya Spatialfields’daki şubelerinden birine mutlaka uğrayın, avocadolu bacon’lı bir şeyler yiyin!
Bugün de doyduk çok şükür. Kendimizi Bricklane’in graffiti dolu duvarlarına ve ikinci el dükkanlarına verebiliriz. Biraz yürümemiz lazım ama ‘streetart’ sayesinde açık hava müzesinde gibiyiz. Shoreditch High Street’te harika cafe ve dükkanlar var. Yürüyerek Overground istasyonunun bulunduğu meydanda karşımıza çıkan, konteynerlardan yapılma pop-up mall Boxpark mimari bir ütopyanın somut hali bana göre. Pop-up çünkü prefabrike. Burası popülaritesini yitirirse sök başka yere götür. Hızlı, hip, cool! Bayıldım. Bünyesindeki markalar da süper. Nike’ın sadece koşu konseptli mağazasının tasarımına bittim mesela.
Shoreditch Overground ve Boxpark’tan çok az daha yürüyüp Bricklane‘e varıyoruz. Buradaki her vintage mağazasını tek tek anlatmaya gerek yok. Zaten Bricklane’in olayı duvarlara baka baka, mağazalara gire çıka takılmak. Vintage mağaza gezmek süper de hayatımda bir şey almışlığım yok. Bazı mağazalar o kadar ‘eski’ kokuyor ki hiçbir şeye değmesem bile kaşınmaya başlıyorum. Onun yerine genç Londralı modacıların tasarımlarının indirimli satıldığı mağazalardan birkaç elbise alıyorum. Barlara da yakın olan bu mahallede yer alan Beigel Bake’in 24 saat açık ve gece gezmesinden karnını doyurmaya gelenleri ağırlamasıyla ünlü bir bagel’cı olduğunu bilgisini de Duygu’dan alıyorum.
Epey bi gezdikten sonra öğlen atıştırması için yine street art dolu yollardan geçerek Cafe 1001‘a gidiyoruz. Bricklane ruhu burada da sürüyor. Önündeki ahşap piknik masalarına oturuyoruz, ızgara sebze tabağının içinde mısır, hellim, mantar, patlıcan, patates var, yanına da birer şarap söylüyoruz. Dışarısı ne kadar keyifliysse içersi de o kadar enteresan. Burası da Londra’nın muhakkak gidilecek mekanlarından. Yemek üstüne kahvemizi Cafe Bricklane‘de içtikten sonra yine evin yolunu tutuyoruz.
Akşama günün tamamına yaraşır bir şekilde gerçek bir Londralı gibi sinemaya gideceğiz. 3 kişi Leicester Square‘deki Odeon sinemalarında Bourne Legacy filmini izlemek bize 45 Pound ve 1 adet cep telefonuna mal oluyor. Sinema çok pahalı ve bir de Gizem burada nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde iphone’unu kaybediyor / çaldırıyor. 1 hafta geçmeden aynı durumun başıma geleceğinden habersiz canın sağolsun diyip eski iphone’umu veriyorum Gizem’e. Biraz keyfimiz kaçık biraz şaşkın eve dönüyoruz.
Southbank, Tate Modern, Borough Market, Tower Bridge
22 Ağustos 2012 Çarşamba
Bugün sanat ve mimarlık dolu bir gün olacak. Evden çıkıp, Lambeth Bridge’den karşıya geçip Queenswalk boyunca Westminster Köprüsüne kadar yürüyoruz. Southbank‘te Pret-A-Manger’nin müdavili EAT.‘te sağlıklı bir kahvaltının ardından açık hava sergilerine göz atarak Thames boyunca yürümeye devam ediyoruz. National Theatre‘a gelmeden graffitilerle kaplı skatepark’ta kaykaycıları izliyoruz. Biraz ilerde yer alan Propstore oldukça enteresan bir mekan. Gece canlı müzik de oluyormuş. Eski inşaat kalıntılarından yapılmış gibi ve içi dışında dışı da içinde. Sir. Norman Foster yapısı Millenium Bridge hemen karşımızda. Arkasında, uzaklarda ise Londra Hıyarı tabir edilen Swiss Re sigorta binası manzaraya dahil.
Bankside Gallery‘den sonra Tate Modern‘dayız. Dev bir mimari. Küçücük hissediyorum kendimi (Duygu da dalga geçiyor benle). Munch’un ve Damien Hirst’ün eserleri süreli olarak sergileniyor. Ben kendimi alt katındaki mağazada kaybediyorum. Harika kitaplar var. Keşke hepsini alabilsem. Buradan çıkıp Shakespeare’in Globe Theatre’ına geliyoruz. Biraz daha yürüyeceğiz, hedefimiz Borough Market. Ama öncesinde Old Thameside Inn‘de dışarda oturup Pimm’s içerek güneşin ve manzaranın tadını çıkarıyoruz.
Borough Market tam bir food porn! Çeşit çeşit yemek var, hangisini yiyeceğini şaşırıyor insan. Ağzımın suyu akarak geziyoruz tüm marketi. Tatlılar, Fransız yemekleri, Alman sosisleri, Belçika biraları… Bu bölgede bolca ofis olduğu için yemek sıralarında, elinde sandviçle banklarda, pub’ların önünde ayakta bolca takım elbiseli genç iş adam ve kadınları görmek mümkün. Yemek marketinin diğer kapısından çıkıp Vineapolis‘i görünce gözlerim parlıyor ama ne yazık ki kapalıymış. Şarap keyfimizi bir başka bahara erteleyip İngilizlerin ünlü fish & chips’inin tadına bakmak üzere fish!‘e oturuyoruz. Morina ya da uskumru tercih etmek mümkün. Tadına bakmak için ikisinden de sipariş ediyoruz. Yanında patates kızarması (chips) ve bezelye ile geliyor.
Londra Köprüsü’nü geçip turumuza devam ediyoruz. Avrupa’nın tamamlanmış en uzun binası ve Birleşik Krallık’ın serbest duran en uzun ikinci strüktürü ünvanlarına sahip olan 309,6 metre uzunluğundaki Shard Kulesi çok sevdiğim mimarlardan Renzo Piano’nun eseri. Buradan devam edip şehrin heryerinde imzası olan Sir. Norman Foster’ın City Hall kompleksinin önünden geçip ünlü Tower Bridge üzerinden otobüse binerek sanat ve mimarlık dolu turumuzu tamamlıyoruz.
Bloc Party yeni albümleri Four hafta ortası listesinde bir numaraya ulaşınca Kuzey Londra’da Birthdays adlı 250 kişilik mekanda bedava bir gig yapacağını duyurmuştu. 7:30’da kapı açılacağına göre 5’de falan gitsek gireriz heralde diye düşünmüştük ama twitter’dan aldığımız habere göre sabah 6’da sıraya girenler olmuş. Birthdays’de Bloc Party planımız suya düşünce kendimizi teselli etmek için akşamı Cargo‘da hamburger + kokteyl üzerine Trafik‘te birer içki içerek sonlandırıyoruz.
Camden Town, Brunswick, Russel Square
23 Ağustos 2012 Perşembe
Bugün yolculuk punk’ın doğduğu semt Camden Town‘a. Camden Londra’nın merkezine göre biraz kuzeyde yer alıyor. Pazarlar, yemek marketleri, sokak müzisyenleri var. İşte orada mohawk saçlı bir çocuk. İngiltere’nin posh semtleri de var, burası oldukça salaş. Starbucks’a oturup Regent’s Canal‘ın farklı kotlarda gelip birleştiği geçidi izliyoruz. Su taşıtlarının bu kot farkına rağmen yollarına devam edebilmeleri için asansör gibi bir sistem var, ama bu sistem suyla çalışıyor. Kapaklar açılıp kapanarak su seviyeleri eşitleniyor ve su taşıtları yollarına devam ediyor.
Camden Lock Village Market‘ta ayaküstü yenebilecek çeşit çeşit yemek var. Yer bulursanız Asya mutfağı ağırlıklı atıştırmalığınızı Regent Canal’a nazır motorsiklet selelerine oturup da yiyebilirsiniz. Camden’ın kaotik ortamında biraz alışveriş, sağa sola bakınmaca, bir daha geldiğimizde burdaki barlara gelip canlı müzik dinleyelim demeceden sonra metroya atlayıp Brunswick Centre‘a geliyoruz. İşçilere uygun fiyata istihdam sağlamak için hızla ve tek tip yapılmış konutlar daha sonra değerlenmiş ve şimdi burada daha varlıklı aileler yaşıyormuş. Dolayısıyla güzel mağazalar da açılmış. Hare & Tortoise çok iyi bir Asya restoranı. Sushi’ler noodle’lar falan leziz. Londra’da Asya restoranlarının geneli çok iyi. Burada fiyatlar da uygun. Yolu düşene tavsiye olunur.
Yarın Reading’e gidiyoruz. Minik bir bavul hazırlamamız, festival check list’imizin üzerinden geçmemiz lazım. Sinek kovucu, yara bandı, bolca ıslak mendil alıp Topshop’tan da İngiltere bayrağı şeklinde bir örnek poncho’lar satın alıyoruz Duygu’yla. We are şapşal and we know it. Bu gece aksiyon yok. Bağımlısı olduğumuz Snog yoğurtlarımızı alıp son ayarlamaları yapmak ve dinlenmek için eve dönüyoruz. O kadar gazız ki botlarımızı, poncho’larımızı giyip fotoğraf çektiriyoruz. Biletlerimizi, bavullarımızı hazırlayıp heyecandan uyuyamıyoruz.
24-26 Ağustos 2012 Cuma, Cumartesi, Pazar
Soho, Leicester Square
27 Ağustos 2012 Pazartesi
Dün gece festivalin son konseri sırasında telefonumu çaldırdım veya kaybettim. Telefonuna yapışık yaşayan biri olarak beklediğimden sakin karşılıyorum durumu. Festival sonrası sabahı biraz da Lost & Found’dan ses çıkar mı umuduyla Reading’in içinde Starbucks’ta oturup kahvaltı ediyoruz. Londra’ya dönmek için acelemiz yok. Tren istasyonuna gittiğimizde inanılmaz bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Lastik çizmeli sırt çantalı 100’lerce genç evlerine dönmek için farklı şehirlere giden trenler için sıra bekliyor. Bizim işimiz kolay 20 dakikalık bir yolculuk sonrası evimizdeyiz. Biraz dinlenip, üst baş değiştirip günlerdir aşerdiğim Busaba Eathai‘nin Soho şubesine gidiyoruz bu sefer de. Yemekten sonra sakin bir gün için mağazalara gire çıka turluyoruz. Joy‘da hediyelik eşyalar, komik kitaplar, güzel çantalar, rengarenk desenli elbiseler ve şık gömlekler var. Beyond Retro ise gerçekten retro ötesi.
Bizim yine dondurulmuş yoğurdumuz geldi, adresimiz tabii ki Snog (baya zengin ettik adamları). Buradan Leicester Square‘e gelip M&M World’de girip çocuklar gibi şen oluyoruz. Rengarenk M&M’ler, Abbey Road göndermeleri, kırmızı otobüsler, çocuk veya turistseniz, bir de M&M seviyorsanız çıldırmamanız mümkün değil. Bu 4 katlı mağazaya girip benim gibi çıkamamanız mümkün. Giyimden, mutfak eşyasına her şey var ve M&M’li. Tüketim çılgınlığı herşeyi alma hissi uyandırıyor. Bir de özellikle diyetteyseniz kendinize yapmayın bunu, girmeyin buraya. Biz M&M’s çılgınlığından sonra eve gelip ayakları uzatıp Londra’nın havasına suyuna uygun bir film takıp izliyoruz: King’s Speech. Film sonrası Kraliçe ve monarşiye olan merakım artıyor ve Duygu Gizem’le bana burada yaşadıklarını uzun uzun anlatıyor. Bir şehirde turist olarak uzun süre kalma şansı olunca, her gün her dakka fıttırı fıttırı görülecek yer gezmeyince daha iyi işliyor şehrin ruhu insanın içine. Bu da o anlardan biri. Çok alıştım Londra’ya.
Soho, Kensington, Chelsea, Kings Road
28 Ağustos 2012 Salı
Bugün Londra’da dolu dolu geçireceğim son günüm. Buradaki en sevdiğim şeyleri yapmak için de son şansım. Kahvaltı için Londra’daki favori adreslerimden The Breakfast Club‘ın Soho şubesine gidiyoruz. Hoxton’daki şubeye göre daha küçük, burada dışarda masa sandalyeler de var, dekorasyon yine kendine has ve süper. Dışarı oturup aynı avokadolu, bacon’lı yumurtadan söylüyorum. Bu lezzeti şu an bile hala özlüyorum. Soho Londra’da en sık takıldığımız mahalle oluyor böylece. Berberleri bile cafe gibi, sokaklarında gezmesi keyifli.
Bricklane’in küf kokan ikinci el mağazalarından sonra ilaç gibi gelen ikinci el mağaza Absolut Vintage da yine Soho’da karşıma çıkıyor. Şu ana kadar girdiğim en iyi ikinci el mağaza, fiyatları da iyi. Vintage çantalar, şapkalar, giysiler falan harika. Üstelik dükkan kokmuyor. Oh be! Hep salaş yerlerde takıldık biraz da posh kısmını göreyim Londra’nın diyorum Duygu’ya. Hay Hay diyor, Chelsea, Kensington ne güne duruyor. Ama öncesinde Fransız aksanıyla içimizi eriten yakışıklı bir garsonun servis yaptığı parizyen Cafe Gourmand‘ın kapısının önüne atılmış ferforje masalarda bir kahve molası lütfen!
Kahve molasının ardından Kensington‘da Kings Road boyunca yürüyoruz. İlk durağımız Duke of York Square‘de yer alan Saatchi Gallery. Bence Londra’ya gelmişken mutlaka göz atılması gereken galerilerden burası. Şansımıza Korean Eye II sergisi var ve ücretsiz. Kolayca gezilebilen, enteresan bir kolektif sergi. 3 kat boyunca hiç sıkılmadan geziyorum Koreli sanatçıların işlerini. Sonrasındaysa bir nevi zaafım olan galeri ve müze mağazalarının Saatchi şubesinde buluyorum kendimi, bütün bu kitapları almak istiyorum yine.
Kings Road boyunca devam edince bak bu mağazaya kesin girmelisin diyor Duygu. Anthropologie ile tanışmam böyle oluyor. Rengarenk tabak çanaklar, süper şık giysiler, yatak örtüleri, defterler, kitaplar, mutfak önlükleri… Biri bana bu mağazada evlenme teklif ederse kabul ederim galiba. İnsanın her şeyi alası geliyor ama fiyatlar fena tuzlu. Kocaman göz bebekleriyle mağazayı gezip hiçbir şey alamamanın garip burukluğuyla çıkıyoruz. Tüketim çılgınlığı işte tam da bu, ihtiyacın olmayan şeyleri bile arzulatıyor sana. Ne yapacaksam fırın eldivenini. Çok güzel ama işte!
Biraz daha window şoparlığından sonra yine Duygu’nun gizli Londra adreslerinden Henry J. Beans‘e giriyoruz. Yanında bilen arkadaşla gezmek bambaşka. Normalde ne dış görünüşüyle ne de ismiyle bende içeri girme isteği uyandırmayacak olan bu pub’ın arka kapısı ağaçlı şirin mi şirin bir avluya açılıyormuş meğer. Demiştim ya Londra’da bütün pub’larda yiyecekler çok iyi diye, burada da öyle. Ortaya atıştırmalık dev bir tabak söylüyoruz; son gecemizin hatrına Pimm’simizi de bir oz cinli rica ediyoruz; maksat çarpsın, muhabbet olsun. 3 harfli dostumuz görevini başarıyla yerine getiriyor, biz de kahkahalar eşliğinde hesap ödeyerek Kings Road’a atıyoruz kendimizi yine.
Chelsea Quarter Cafe’nin önünden geçiyoruz. Yüksek tavanı, minimalist dekorasyonu, bol camlı cephesi, vitrininde duran tatlıların leziz görüntüsüyle bir sonraki Londra seyahatimde gidilecekler listeme ekliyorum burayı. Karnımız tok, bar modumuz da yok, The Dark Knight Rises’ı izlemek üzere Odeon Sineması’na giriyoruz yine. Çıkışta Londra’da Snog’un girilmemiş şubesi kalmasın sloganımıza paralel dondurulmuş yoğurdumuzu alıp evin yolunu tutuyoruz.
29 Ağustos 2012 Çarşamba
Geri dönüş vakti. Taksiyle Victoria Coach Station’a gelip Stansted otobüsüne biniyorum. Havaalanından Sushi ve teneke kutuda Pimm’s alıp uçağa biniyorum. Check-inimi en arka koltuğa yaptım ki ayakları uzatayım. Asya yemeği, Pimm’s, elimde NME’nin Reading özel son sayısı ile Londra’nın son kırıntılarıyla yerime yerleşiyorum. Önümdeki yabancı adam laptop’undan kulaklıksız bir şekilde İbrahim Tatlıses’in ‘mavi mavi masmavi gözleri boncuk mavi’ şarkısını üst üste defalarca dinliyor. Hostesler de ben de anlam veremiyoruz. Mavi gözlü bir Türk kızına aşık oldu heralde diyorum, başka mantıklı bir açıklaması yok. Kulaklığımı takip Reading’de çektiğim videoları izleyerek o güzel günleri anıyorum. Yine geleceğim Londra arayı açmayı pek düşünmüyorum.
Sarı gömlekli, mor paltolu, güleç yüzlü bir adam beni bekliyor. Antonio o olmalı. Hava çok güzel. En güneş alan masaya oturmayı tercih etmiş. Hazırsak başlayalım diyorum. O sırada telefonu çalıyor. İnek zili şeklinde! Daha ben kayıt tuşuna basmadan babacan ses tonuyla anlatmaya başlıyor Antonio…
Antonio: Bu zil sesi çocukluk anılarımı yaşatıyor. Ne zaman telefonum çalsa Alpler’i hatırlıyorum.
Elif: Ne kadar güzel. Alplerde mi büyüdünüz?
A: Aslında Güney İtalya’da doğdum. Babam demir yollarında istasyon müdürüydü ve çok sık taşınıyorduk. Ben savaş sırasında doğdum. 1937’de. Yani 75 yaşındayım. Ben doğduktan sonra Kuzey’e taşınmışız. Burada büyüdüm. 20 yıl Kuzey İtalya’da yaşadım. Daha sonra buradan Viyana’ya taşındım. Sonra Berlin’e. Sonra Hamburg’a. En son da Londra’ya. 37 yıldır Londra’da yaşıyorum.
E: Bu kadar çok taşınmanızın sebebi ne?
A: Bir kadın! Her seferinde aynı kadın değil ama bir şehirden diğerine hep bir kadın için taşındım.
E: Taşınmak için ne kadar güzel bir sebep!
A: Aslında çok iyi bir işim vardı. Ama sıkılmıştım. Sabah kalkıp her gün aynı yüzleri görmekten bıkmıştım.
E: İtalya’nın kuzeyinde bulundum. Bazı bölgelerde Almanca da konuşuluyor. Siz de Almanca konuşulan bir bölgeden misiniz? Bu şekilde mi öğrendiniz Almanca’yı?
A: Biraz. Viyana’ya gitmeye karar vermeden önce Berlitz’de Almanca öğrendim. Sonra Viyana’da geliştirdim. Almancam oldukça iyidir. Daha sonra Fransızca, İngilizce ve İspanyolca da öğrendim.
E: Web sitenizi inceledim, hakkınızda pek çok şey okudum ve çok etkilendiğimi söylemeliyim. Sizi tanımayanlara kendinizi nasıl tanıtırsınız?
A: Söylediğim gibi bir demir yolu istasyon şefinin oğluyum. Demir yolunu, rayları, istasyonları, trenleri ve tren hakkında her şeyi severim. Kokusunu, sesini, her şeyini. Ama benim gelişimimi etkileyen şey iletişime karşı olan ilgimdi. Bu yüzden bu kadar çok dil öğrendim. İnsanlarla iletişim kurmayı, neler düşündüklerini bilmeyi ve insanlarla yaptığım konuşmalardan enteresan şeyler öğrenmeyi, kendime bir şeyler katmayı çok seviyorum.
E: İletişim kurmayı, insanları bu kadar seven bir insan olarak neden aşçılığı tercih ettiniz?
A: Aslına bakarsanız antropolojist olmayı isterdim. Bu benim hayallerimin mesleği olurdu. Gerçi ben antropoloji de yapıyorum sayılır. Dünyanın farklı yerlerinden binlerce insanla tanışmak mükemmel.
Bu mesleği seçmemin ilk sebebi şu: İtalyan yemeklerine tapıyorum. İkinci sebepse İtalyan yemeklerinin çok sayıda insana ulaşmak için inanılmaz bir araç olduğunu gördüm. Ve yemek herkes için çok önemli. Biz İtalya’da yemek insteclerinin de en az o kadar önemli olduğunu söyleriz çünkü biri olmadan diğeri de imkansızdır. Yemeksiz yaşayamazsın. Biri bana havanın da çok önemli olduğunu söylemişti, en az yemek kadar (gülüyoruz). Benim felsefem iyi yaşamak. Dinler olmadan. Hiç dindar değilimdir. ‘Diğer insanlara zarar vermemek': bu benim dikkate aldığım tek emir. Ve bu şekilde kendimi çok iyi hissediyorum. Bir şeylere inanıyorum ama bu çok kişisel.
E: Neden bu mesleği seçtiğinizi çok iyi anladım. Peki sizi Türkiye’ye getiren ne?
A: Gördüğünüz üzere bu! (Restoranı gösteriyor).
A: Türkiye’ye dana önce bir kez gelmiştim. Kuşadası’na gitmiştim. BBC için iki çocuğun sünnetini çekmiştik. Düğünde olup biteni, sünnet anını değil, kutlamayı. Ve mükemmeldi. Deri ticaretiyle uğraşan biriydi. İki oğlu vardı. Ve kuşadasına botlarla geliyor, dağlara gelip bolca deri satın alıyorlar. Bu adamın iki oğlu vardı ve beni bu törende en çok etkileyen şey burada ilk kez karşılaştığım bir pişirme tekniği oldu. Yere, toprağın içine açtıkları sıcak bir deliğin içine iki tane koyun koydular.
E: Tandırdan bahsediyorsunuz sanırım. Mükemmel bir pişirme yöntemidir.
A: Sonra kapıyorlar bu deliği. 3-4 saat kalıyor et içinde. Aman tanrım! İnanılmazdı. Bir tepsi dolusu domates, suyu, hepsi bir arada pişiyor. Daha sonra açıyorlar. Bu tören beni çok etkiledi. Hayran oldum.
E: Dünyanın bir çok yerinde restoranlarınız var. Neden bu zincire Türkiye’yi de dahil etmek istediğinizi merak ediyorum.
A: Carluccio’dan önce Londrada 26 yıl boyunca bir restoran işlettim. Beni televizyondan gören Türkler gelip hep sıohbet ederlerdi. İtalyan yemeklerini çok sevdiklerini söylerlerdi. Carluccio’s restoran zincirinin şimdiki sahibi, ki bu bütün hisseleri satın alan Dubai’li bir hanım, Dubai’ye daha yakın yerlerde olmak istedi. Türkiye Londra’dansa Dubai’ye daha yakın bir lokasyon. Burada İtalyan restoranı eksikliği olduğundan falan değil.
E: Diğer İtalyan restoranlarından farkı ne Carluccio’s’un? Neden bu kadar başarılı ve şubeleri var?
A: Carluccio’s’un yeni bir konsepti var, ve bu konsept İngilterede çok başarılı oldu. Jamie Oliver dahil birçok kişi bu konsepti taklit ediyor şu an. Felsefemiz sosyal statü farkı gözetmeksizin herkesin yemek yiyebileceği bir yer yaratmaktı. Herkesin güzel bir atmosferde, basit İtalyan yemeği yiyebileceği bir yer yaratmak. İyi hizmet de bizim için çok önemli. Servis elemanlarının arkadaş canlısı ve iyi olması gerek.
Güzel ortam, çok iyi, basit ama çok iyi ve orijinal yemek ve herkes için ulaşılabilir fiyatlar ve iyi servis. Eğer bu dört elemente sahipseniz başarı kaçınılmaz.
E: Bu kadar şubeniz varken bu standardı nasıl koruyorsunuz?
A: Asılna bakarsanız ben kendi yarattığım restoran zincirini sattım. Ama şu an danışmanlık yapıyorum ve zincirin şimdiki sahibi yönetimi aynen korudu. Aynı yönetim olduğu için benim mentalitemi biliyorlar. Biliyorsunuz ki Carluccio benim ismim, bu zincire ben ismimi verdim. Sevmediğim bir şey olursa hemen söylüyorum.
E: Dünya çapında 69 restoran olduğunu okudum. Bir yılınızı nasıl geçiriyorsunuz tüm bu restoranları ziyaret edip tek tek denetim mi yapıyorsunuz?
A: Hayır. Bu imkansız. Ama bunu yapacak insanlara eğitimi ben veriyorum. Onlara ne yapacaklarını ben söylüyorum. Ve biliyorsun ki 50 yıllık tecrübem var. Viyana’da öğrenciyken annemin öğrettiği yemekleri yaparak başladım yemek pişirmeye. Kendi kendime öğrendim. Yani bir şef değilim ben, bu işin okuluna gitmedim. O yüzden kendime şef değil aşçı diyorum. Bence bir aşçıyla bir şefin arasındaki fark şu: Aşçı bu işi tutkuyla, heyecanla, yemek pişirmeyi sevdiği için yapar, şef ise bunu iş olarak yapar. Eğer şef aynı zamanda tutkuluysa iyi bir aşçı / şef olur. Yoksa sadece çalışan biridir benim nazarımda.
E: Peki ya bu restoranın şefi hakkında ne söyleyebilirsiniz? Onu tanıyor musunuz? İtalyan mı? Türk mü? Onu da bire bir siz mi yetiştirdiniz?
A: Şef İtalyan , Sisilyalı. Ondan çok memnunum. Bugün kısa bir sohbet ettik. Akşamüzeri de bana 10 yemek tattıracak. Bakalım nasıl yemek yapıyor, görüp ona göre tavsiyelerde bulunacağım. Ne yaptığını biliyor. İzlenimim bu. Nasıl yemek yapılacağını biliyor. Bu çok önemli. Herkesin başında işleri bilen biri olması mühim. Ben şu an yeni bir televizyon programı ve yeni kitabım üzerine çalışıyorum. Buradaki işlerle onun ilgilenmesi gerekiyor.
Makarna yapmak ne kadar kolaysa o kadar zordur. Basit olduğu için mükemmel yapmak gerekir. Detaylara önem vermek gerekir. Bu detayları bir kez öğrenen sonsuza kadar yapabilir. Yoksa makarna dediğin şey aslında çok basittir. Biraz un, su işte o kadar.
E: Makarna demişken. Burada aynı zamanda bir de market var. Mesela gelip restoranda güzel bir makarna yedik ve aynısını evde yapmak istiyoruz. Marketten satın alacağımız aynı makarna mı? İthal mi? Burada mı üretiliyor? Hadi biraz makarna hakkında konuşalım.
A: Sana şunu söyleyeyim: burada da makarna yapılıyor ama paketteki makarnaya karşı değilim ben. Hatta italyan yemeklerinin %80’i bu şekildedir. İtalya’da 600 farklı şekilde makarna vardır. Her biri farklı bir sosla iyi olur. Ve aslında bakarsan hayal gücünün el verdiği kadar çok farklı sos yaratılabilir.
Dünyada bazı şefler var, yemeğe kendi imzalarını atmak için saçma sapan malzemelerle soslar yapıyorlar. Hatırlıyorum bir keresinde Torino’da bir şef istiridye ve çikolatalı bir sos yapmıştı. Bu nedir Allah aşkına dedim ona. Berbat bu. Bana cevap olarak insanları etkilemem lazım dedi. Evet insanları etkiledin dedim, ama negatif yönde.
E: Yenilikçi, deneysel mutfağa karşısınız yani?
A: Ben eski ve bilinen bir yemeği alıp onu her detayına dikkat edip mükemmel pişirmeye inanıyorum. Çikolatalı istiridye sosu gibi şeyler yapmaya değil. İtalyan yemeği zaten çok zengin ve çok iyidir. 20 tane bölge var. Orijinal yemeklerimiz zaten harika. Bişeyleri değiştirmeye gerek yok ki. İyi olmak farkedilmek istiyorsan bu yemeği iyi pişirmen yeter.
E: 600’den fazla makarna şekli olduğunu ve hepsinin farklı soslarla gittiğini söylediniz. Neyin neyle gideceğini nasıl biliyorsunuz? Tecrübe mi, bu işin bir matematiği, bilimi mi var?
A: İtalyanlar bunu bilir. Sadece bilirler. Orada olan malzemelerle yapılan sosa göre bölgesel olarak üretilen şekiller vardır mesela. Mesela Napoli’de Candeloni (büyük müm) diye bir makarna şekli var. Tüp şeklinde, ortasında delik olan bir hamur. Bunu bu şekilde yapmalarının sebebi sosun delikten içeri girmesini sağlamak.
E: En sevdiğiniz Türk yemeği ne?
A: Baklava! :) Hayır hayır. Sana anlattığım o Kuşadası’nda yediğim kuzu eti inanılmazdı. Çok yavaş pişmişti. Rosto gibi. Sana kalitesini şöyle anlatabilirim. Piştiğinde o kadar yumuşak oluyor ki dağılmasın diye önceden bakır tellerle bağlamaları gerekiyor. İnanılmaz bir teknik.
E: Güney’de doğdunuz, Kuzey’de büyüdünüz, sonra Avusturya, Almanya ve İngiltere’de yaşadınız. Bu bölgelerin hepsinden edindiğiniz bir şeyler, farklı farklı teknikler var mı? Çok yerde yaşadığınız için mi iyi bir aşçısınız?
A: Tabii ki bu bölgelerin hepsinde birşeyler öğrendim ama asla Alman mutfağıyla İtalyan mutfağını karıştırmam. İtalya’nın bir bölgesi var, Innsbruck, Tirol sınırında, sadece orada tarihte Knödel gibi jerman yemekleri İtalyan tarzında yapılırmış. İtalyan mutfağının tek Alman etkili yemekleri buradadır. Çünkü sınırda. Başka yerde olmaz. İtalyanlar da bu yemekleri severler. Genelde pek beğenilmez ama Almanların da gerçekten iyi yemekleri var.
Örneğin pek bilinmez ama Ingilizlerin de iyi yemekleri vardır. İngiltere’de harika çiğ malzemeler var. Balıkları Akdeniz’dekinden çok farklı. Yumuşak meyveler var. Çok çeşitli olmasa da birçok leziz yemek yapabiliyorlar bunlarla. Sorunları yemek kültürlerinin gelişmemiş olması. Ben bunu biraz araştırdım. Sebebi Kraliçe Elizabeth diyebiliriz. Sarayda İngiliz yemeği yerine Akdeniz yemeklerini tercih etmiş.
E: Bu da onun zevki, yapacak bir şey yok:)
A: Sarayda hep İtalyan, Fransız ve Yunan yemekleri yapılmış. Bütün İngilizler bundan etkilenmiş ve onlar da bu yemekleri yemeye başlamışlar. Şimdi şimdi İngilizler tekrar eski yemeklerini geri getirmeye çalışıyorlar. İyi bir Rozbif harikadır. İyi bir steak and kidney pie harika bir yemektir. Çok güveç yemeği yaparlar. Ama gerçekten iyi yapılması gerekir. Burada barbekü ağırlıkta. Orada güveç. Uzunsüre pişer. İtalyanlar da hepsi var. Brasato al barolo var mesela. Uzun süre pişirilir. Ama genel olarak İtalyan mutfağı çok basit ve hızlıdır. Benim yemek yapma felsefem şu: “Minimum of fuss, maximum of flavor”. (Türkçesi: Minimum yaygara, maksimum lezzet.) Bu yüzden yemek üzerine çok mesai harcanmaması gerektiğini düşünürüm. İyi bir yemeği yapmak çok uzun sürmemeli. İki üç malzemeyi bir araya getirmek için elleri kullanmak. İtalyan yemeğinin sırrı budur.
E: İtalyan yemeğinde sır hep basit olmak, aşırıdan kaçmak dediniz. Bize birkaç püf noktası söyleyebilir misiniz? Diyelim ki eve önemli misafirlerim geliyor. Buraya gelip bir paket makarna aldım. Misafirlerime iyi bir makarna yedirmem için ne yapmam gerekiyor?
A: Vaktimiz var mı?
E: Tabii ki.
A: O zaman hadi mutfağa geçelim. İşte ben bunu seviyorum!
Mutfağa geçiyoruz.
A: Bilmen gereken ilk şey şu: Makarnayı daima tuzlu suda haşla. Sebebi çok basit. Makarnayı haşlarken tuzlu su makarnanın içine normal suya göre %10 daha çok geçer.
…
A: En basit sos tereğı ve peynirdir. Şimdi sana Truffle yağlı gerçek bir makarna yapacağım.
Antonio maharetli elleriyle yemek yaparken sohbete devam ediyoruz.
A: Pişirme süremiz sadece 5-6 dakika. Bu kadar basit. Yemek pişirmenin en iyi yolu dolabı açıp ne malzeme var diye bakmaktır. Ben de gelip trüf mantarlı yağı gördüm ve sana bu sosu yapmaya karar verdim.
…
A: Su yeterince tuzlu. Kaynayan suya makarnayı atıyoruz. Bu kaynayan suya asla yağ koymam. Çok saçma. Suya yağ koyan şef aptaldır. Sadece tek bir durumda suya yağ konur. Eğer makarna tabakalar halindeyse. Çünkü böylece yağ suyun üstünde yüzer ve kağıt şeklinde makarnayı koyunca birbirlerine yapışmazlar. Ama diğer bütün makarna şekilleri için bu gereksizdir.
…
A: Evet. Biraz sarımsak. Trüflü yağ ve peynir. Hepsi bu.
A: Piştiğinden emin olmak için hep elime biraz alıp tadına bakarım. Henüz tam pişmemişler. 1, 2 dakikaya daha ihtiyacımız var. Sen nasıl seversin?
E: Al dente severim.
A: Ama şu an ‘too al dente’. Türkiye’de nasıl tercih ediliyor?
E: Genelde daha yumuşak tercih edilir burada.
Makarna oldu. Antonio suyunu süzüyor.
A: Suyu biraz bırakmamın sebebi şu: makarna hala içindeyken bir miktar nemi içine hapsediyor. Böylelikle kuru olmuyor.
Makarnayı hazırladığı sosla karıştırıp üzerine bir tutam parmesan atıp sunuyor yemeği Antonio. Süslemesi oldukça basit.İlk çatalı da kendi eliyle yediriyor.
A: Evet söyle bakalım ne kadar sürdü yapmamız?
E: 5 dakika.
A: Makarnayı tadarken önce çatalımızla biraz hareket ettiriyoruz tabakta. Sonra 2-3 tel alıyoruz, çok değil. Tadına bak. (Burada bana eliyle yediriyor) Nasıl?
E: İnanılmaz olmuş. Elinize sağlık.
Böylelikle dünyada kendi ismiyle 69 şubesi olan ünlü şef Carluccio’nun elinden makarna yemiş oluyorum. Sıcak mutfaktan çıkıyoruz.
A: İkna oldun mu?
E: Evet kesinlikle.
A: Gördüğün gibi. İtalyan yemeğinin güzelliği bu. Birkaç basit ama kaliteli malzemeyle harika bir yemek yapmak mümkün. En önemli şey malzemelerin kalitesi ve bu yüzden süsleme için asla vakit kaybetmem. Makarna zaten süper bir şey. Süslemeye ne gerek var?
Bugün o ünlü ve pahalı restoranlarda yapılan yemeklere ‘spotted dish’ diyorum ben. Yaptıkları sosları benek benek koyuyorlar tabağa. Süs gibi. Tadını alamıyorsun.
E: Yemek yapmayı seviyorsunuz. Evde de yemek yapar mısınız?
A: Evet. 3 evliliğimde de hep ben yemek yaptım. Hep çok eğlenirim. Kendim için yemek yaparken de. Bugünlerde evde basit şeyler deniyorum. Parma ham and melon’ı bilir misin?
E: Evet.
A: Kavunu aldım, doğradım. Biraz limon, tuz ve biber koydum. Çorba gibi. Sora Jambon dilimini aldım ve üstüne koydum. Harika oldu. Bu yemek pişirmek değil. Sadece yemekteki yerlerini değiştirmek. Bu hala İtalyan yemeği ve bunu yapmayı çok seviyorum.
E: Yaptığınız harika makarna için teşekkür ederim. Elinize sağlık. Harikaydı.
A: İşte beni bu mutlu ediyor. Ben böyle hatırlanmak istiyorum. Çok akıllı olduğum için değil, malzemeye hakettiği saygıyı gösterdiğim için.
Bu harika sohbetten sonra bana kitabını da imzalıyor Antonio. Bu güzel sohbetten sonra akşam da yüzlerce insanın katıldığı muhteşem bir açılışla İstanbul harika bir restoran kazanıyor. Yemekler leziz, ortam güzel, marketinde kaliteli İtalyan malzemeleri ve Antonio’nun kitaplarını da satın alabiliyorsunuz. Kanyon’a yolunuz düşerse Carluccio’s’a mutlaka uğrayın.
]]>
Şehirdeki ritüelin: Sürekli bir yerlerden bir yerlere koşturmak, bir şeylere yetişmeye çalışmak ve hep geç kalmak hayatımın özeti aslında. Bu koşturma içinde beni en rahatlatan şey Kabataş/Üsküdar motorunun efsanevi kalabalığında 7 dakikalığına Morrissey – Let Me Kiss You eşliğinde hayattan kopmak herhalde. Öbür kıyıya varmak nedense huzur veriyor bana.
En sevdiğin galeri / müze: Böyle sanattır, etkinliktir pek arası olmayan bir insanım. Bu işlerden pek anlamadığımdan sıkılıyorum galiba. İstanbul Modern’e herkesin konuştuğu bir şeyler gelince gider bakarım bu neymiş diye, Galata’da bi umutla, bolca çabayla açılmış, pek de tutmayacağı herkesce bilinen ama dillendirilmeyen bitik galerilere göz ucuyla bakıp hüzünlenmek de favorilerimdendir.
En sevdiğin cafe: Aynı yere üst üste üç kez gidince fenalıklar bastığından pek favori yerim de yok aslında. Bahçesi olan mekanları seviyorum. Bu ara en çok Cihangir’deki Kahve 6’nın sevimli bahçesinde çalışmak, yan masaları dinlemek keyif veriyor.
En sevdiğin bar: Beyoğlu Arap işgaline uğramadan önce Leb-i Derya idi kışın. Yazın favorim ise önce Tektekci’de demlenip, geceyi Asmalı’da bitirmek.
En sevdiğin gece kulübü: Özel bi etkinlik olmadığı sürece gece evden çıkmayı pek sevmiyorum. Dımtıs müzik, sabaha kadar dans bana göre değil. Hiçbi gece kulübünü sevmiyorum, kimse de sevmesin.
Alışveriş için adreslerin: Sevdiğim bütün mağazaları birarada barındıran yerler favorim. AVM pek sevmem ama mecburen gidiyoruz. En ferah AVM olan İstinye Park’a gider almam gerekeni alır çıkarım. Twist, Pull&Bear, H&M, Topshop falışverişte favori markalarım. Tabi bunların dışında vitrininde “İndirim” yazan bir mağazaya girmezsem kan şekerim düşüyor.
Ne yemeli / içmeli: Hah işte tam benim konular. Tabii ki öncelikle iskender Karaköy, Köşkeroğlu’nda yenmeli, Baylan Pastanesi’nde kup griye, Dükkan Burger’de satır burger, NumNum’da 4 peynirli torellini yemeli. İçecek konusunda ise Tekteçi’nin shotları dışında başka bir şey öneremiyorum. Ben Ankara’dayken Nada diye bir mekan vardı seneler önce, hala açıksa menüsündeki her şey yenmeli.
Şehrin soundtrack’i / filmi / kitabı: Closer’ın da soundtrackı olan The Blower’s Doughter bence İstanbul’un da şarkısı. Özellikle filmdeki kaza sahnesini nedense İstanbul’a çok yakıştırıyorum. O yüzden filmi de Closer olmalı bence. Bu şehirde milyonlarca insanız ama toplasan hayatımız en fazla 4 kişiden ibaret, aynı Closer’daki gibi.
Kitabı ise Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda’sı. Son aynada anlatılan İstanbul’da hayal ederim kendimi hep.
Yılın en sevdiğin zamanı: Vücudumun en sevdiği dönem Nisan-Mayıs ayları. Gönül yaylarının gevşemesinin yanı sıra mont giymek zorunda olmadığım zamanlar favorim. Ama psikoliojim yaz mevsimini hiç sevmiyor. Kışın mutlu olabilen bir insanım kafa olarak.
Emel’in ayak izlerinden İstanbul ve Paris
Tasarımcı Emel Kurhan‘ın bir ayağı İstanbul’da bir ayağı Paris’te olmuş hep. Bu iki şehirle aşk yaşayıp; gezmeyi, yeni tatlar keşfetmeyi çok sevdiğinden Paris’e ve İstanbul’a seyahat eden ahbaplarının ‘nereye gidelim, nerede ne yiyelim’ sorularını yönelttiği kişi olmaksa onun için kaçınılmaz bir şey olmuş.
Onlarca şehir rehberi okuyabilirsiniz ama tasarımlarını, zevkini beğendiğiniz; hayat tarzını kendinize yakın gördüğünüz biri tarafından hazırlanmış bir rehber tabii ki diğerlerinden bir adım öne çıkar. İstanbul’a gelenlere, Paris’e gidenlere adres verip dururken aklına en sonunda bunları bir kitaba dönüştürme fikri gelen Emel, sanatı ve sanatçılarla iş birliği yapmayı seven, iyi tasarımı takdir edip destekleyen boya firması Jotun‘un sponsorluğunda rengarenk bir şehir rehberi projesine imza atmış.
Emel’in gözünden İstanbul ve Paris‘i, Paris ve İstanbul yoluyla da Emel’in iç dünyasını keşfedebileceğiniz kadar kişisel ve özenle hazırlanmış, içinde yalnızca Emel’in bizat gittiği adreslerin bulunduğu bu rengarenk iki rehberdeki fotoğrafları da kendi çekmiş, semt isimlerinin yazdığı kanaviçeleri tek tek kendi işlemiş ve tabii ki el yazıları da Emel’e ait.
Belki çok iyi bildiğiniz, belki de daha önce hiç gitmediğiniz bu iki şehri tasarımcı Emel Kurhan’ın ayak izlerini takip ederek yeniden keşfetmek isterseniz yalnızca 2000 adet basılan ve hepsi tek tek numaralandırılmış bu iki özel şehir rehberini bir arada Lastik Pabuç, Beymen Blender, Robinson Kitapevi, Midnight Express, Museum of Fine Clothing, Delicatessen ve Bebek Mangerie’den 40 TL karşılığında satın alabilirsiniz. Kitaplardan elde edilecek gelir ise köpek barınaklarına bağışlanacakmış.
Yukarıdaki eğlenceli rengarenk video nasıl bir rehberle karşılaşacağınıza dair mükemmel bir fikir veriyor aslında. Hem video hem de Emel’in dudağına ruj sürdükten sonra öpüp imzaladığı bu rehberlerin her sayfası heyecan uyandırdı bende. Hatta bana ilham verdi bile diyebilirim. Kim bilir belki bir gün ben de kendi İstanbulumu, Berlinimi ya da Barselonamı anlatan bir rehber hazırlarım.
Yazı ayrı, kışı ayrı, baharı ayrı güzel (Yazı ve baharı daha güzel, kışı biraz soğuk:) )
Her gittiğimde mutlaka yaptığım şeylere yenilerini de eklemeyi seviyorum. Eylül’deki Berlin maceramda keşfettiğim adresler burada. Tam bir gidilecek yerler listesi için mutlaka bir önceki post’a da göz atın:
Doğu Berlin’in bu güzide semti son birkaç seyahatimde benim en sevdiğim yerlerden oldu. Hemen trenden inince Sonntagstrasse üzerindeki cafelerden diğer yazımda da bahsetmiştim, bu yazının devamında Berlin’de yaz’ın altında bulabilirsiniz. Bunlar da Eylül keşiflerim:
Kahvaltı: Goodies (Warschauer Str. 69)
Leziz kahve, organik bagel’lar, leziz sandviç ve çorbalar, baştan çıkarıcı tatlı ve muffin’ler için Goodies’i öneririm. Güzel havalarda hemen dükkanın önüne atılan 2 ahşap masadan birini kaparsanız keyif yaparsanız ama içersi de oldukça güzel, üzülmeyin.
Kahvaltı: Proviant (Wühlischstr. 39A (Gärtnerstr.))
Proviant bir nevi bir şarküteri. İçeri girin, vitrinden onlarca çeşit peynir, salam, jambon ve sucuk arasından istediğinizi seçin, ortaya karışık bir tabak yaptırın, dışarı ahşam masalara oturup keyfinize bakın. Biraz bekledinden sonra hem gözünüz hem karnınız doyacak. Afiyet olsun!
Mağaza: Broke & Schön (Krossener Straße 9)
‘Paramız bitti ama olsun güzeliz’ cümlesini kendine motto edinmiş modern zaman Polyannalarının çok hoşuna gidecek bir mağaza. Fiyatlar çok uçuk değil, orijinal parçalar var. O civardaysanız göz atın. Bu sene üniformam haline gelen pembe kazağımı oradan aldım.
Kaufbar (Gärtnerstr. 4)
İçerideki her şey satılık. Ama öyle tasarım şeyler yok, ikinci el bunlar. Yediğiniz tabak çanak, oturduğunuz koltuk. Vintage ve satılık. Bir şey almanıza gerek yok. Sadece kahve de içebilirsiniz.
Alte Schönhauser Strasse / Schönerhauser Allee / Kastanienallee / Weinbergweg
Senefelder Strasse metrosudan Mitte’de Hakescher Markt’a kadar gezebileceğiniz birbirine paralel yer alan bu sokakların bulunduğu bu civarda güzel cafe’ler, restoranlar, plakçılar ve mağazalar var. Bir öğleden sonranınızı ayırıp ikinci elciler, tasarım mağazalarına girip çıkabilir, akşam uygun fiyata lezzetli Çin veya Hint Yemeği yada Curry Wurst yiyebilir, gece de cool barlara gidebilirsiniz.
Birkaç örnek vermek gerekirse:
Plakçı: Oye Records (Oderbergerstr. 4)
Yukarıdaki fotoğraf yeterli sanırım? Go in! Indie’den electronic’e, rock’tan funk’a neler var neler…
The Barn – Roastery (Schönhauser Allee 8)
Schönhauser Allee’de gezerken yüksek tavanlı, minimalist tasarımlı bir cafe görüp içeri dalıyorum. Kasaya doğru yönelince menü yerine bir bildiriyle karşılaşıyorum. İlgimi çekiyor, okumaya başlıyorum. Ben okurken Ralf geliyor. “Kahve mi istersin yoksa burada ne yapmaya çalıştığımızı bilmek mi?” diye soruyor. İkincisi diyorum. Ralf The Barn’ın sahibi. Başlıyor anlatmaya: Almanya’da ‘gerçek’ kahve kültürünün ortadan kalktığından, organik kahveleri kendine has yetiştirme teknikleri olan ve her sene sınırlı miktarda hasat alan bir çiftlikten aldıklarından ve yakında kendi kahvelerini yetiştireceklerinden, gerçek kahvenin şekersiz içilmesi gerektiğinden bu yüzden burada şeker servis etmediklerinden, sütle hazırlanan kahvelerin hangi sıcaklıkta nasıl hazırlanması gerektiğinden bahsediyor.
Tezgah üzerinde enteresan kahve hazırlama gereçleri var. Ralf veya The Barn çalışanlardan biri sipariş ettiğiniz kahvenizi bir şov gibi hazırlarken size önemli noktaları seve seve anlatıyorlar. Dilerseniz bu alet edevatı satın alıp evinizde de ‘özenle’ kahve hazırlayabiliyorsunuz. Suyun sıcaklığından demlenme süresine kadar o kadar titizlikle çalışıyorlar ki, kahve değil bir sanat eseri içiyor gibi hissediyorsunuz. Camın önündeki masalarda ‘no laptop’ yazıyor. Burası normal bir cafe değil. Kahve içmek bir ritüel. Biraz oturup farklı kahvelerin hazırlanışını izliyorum. Herkese tek tek sabırla felsefelerini anlatıyor Ralf. Keyif yapmaya değil, kahveye meraklysanız, gerçek kahve tadını özlediyseniz gidin.
Kaffeemitte (Weinmeisterstr. 9a)
Café Cinema (Rosenthaler Str. 39)
Yumcha Heroes (Weinbergsweg 8)
W – Der Imbiss (Kastanienallee 49)
Monsieur Vuong (Alte Schönhauser Str. 46)
Eschschloraque (Rosenthaler Str. 39)
İsmini okuyamadığım bu güzide bar/cafe, Hakescher Markt’ta hoflardan birinin içinde (Cafe Cinema’nın yanındaki kapıdan girince), graffitilerle dolu yolu bitirince hemen sağda. Güzel havalarda gündüz bahçesinde oturup birşeyler içerken ücretsiz wireless’la instagrama hemen birkaç #streetart postu yollayabilir ya da gece birşeyler içip güzel muhabbetler edebilirsiniz.
Primitiv Bar (Simon-Dach-Str. 28)
Zu Mir oder Zu Dir (Lychener Str. 15)
Sana mı bana mı? Klasik bir geceyi nerede geçirelim sorusunun cevabı aynı zamanda bu barın adı. Eğer ‘Zu Mir Oder Zu Dir’a gitmeye karar verirseniz hafif loş bir ortamda, şahane müzikler eşliğinde ister barda, ister rahat puflarda keyifli saatler geçireceğiniz kesin. İyi eğlenceler. Çıkınca Curry Wurst yemeyi unutmayın!
Muschi Obermaier (Torstraße 151 (Ackerstr.))
SchokoLaden (Linienstr. 45)
Salon zur wilden Renate (Alt-Stralau 70)
Curry Mitte (Torstraße 122)
East Side Gallery (Mühlenstr)
Aedes am Pfefferberg (Christinenstraße 18-19)
Sanırım Aralık ayıydı, songkick’te Temmuz’da Berlin’de bir Radiohead konseri olacağını duyunca hemen bilet aldım. Hem Radiohead’i canlı izleme hem de sevgilim Berlin’i bir kez daha görme şansını kaçıramazdım. Manyak mısın aylar önce bilet alıyorsun demeyin zaten ben aldıktan birkaç hafta sonra da tükendi biletler. Sonra bekleyiş başladı.
Konsere 1-2 hafta kala Kanada’da sahnesi çöken ve davul teknisyenleri vefat eden, sahne ışıkları zarar gören Radiohead resmi bir açıklama yaparak konserleri 29-30 Eylül’e ertelediğini duyurdu. Bense biletimi değiştirmektense konser olmasa da Berlin’e gitmeye karar verdim.
Bu sanırım 5. gidişim oldu, artık Berlin Katedrali, Parlamentonun kubbesi, Yahudi Müzesi tarzı gezme fasıllarını bitirdiğimi ve şehri gerçekten yaşamaya başladığımı rahatlıkla söyleyebilirim. En son 2 sene önce gittiğim Berlin tabii ki değişmişti… işte artık neredeyse yerlisi olduğum Berlin’den son havadisler…
fotoğraf: Mai Kumoji
Berlin’de Pazar akşamüstü, Duygu’yla buluşmak üzere Alexanderplatz’a gidiyorum. Trendeyim. Etrafı izlerken sol tarafta, Janowitzbrücke durağına gelmeden Spree kıyısında inanılmaz eğlenen insanlar görüyorum. Yanyana iki mekan var. Buraya gitmemiz lazım! Duygu’yla Berliner Dom önünde buluşup yürü diyorum Janowitzbrücke’ye gidiyoruz. Orda bi yerler gördüm oralara bakmamız lazım.
Trenden inip müziğin sesini takip ederek bulamıyoruz gitmek istediğimiz yeri. Arkalardan dolaşmak lazımmış. Gitmek isteyen olursa tarif ederim. Biz oraya ulaşana kadar gökyüzünde kara kara bulutlar beliriyor. Müziğin olduğu, gençlerin toplaştığı yere geldiğimizde şimşekler falan çakıyor. Yazlık kıyafetlerle inanılmaz bir yağmura yakalanıyoruz. Ücreti ödeyip içeri girdiğimizde ‘acaba girmese miydik’ tereddütlerimizi sağanak yağmur altında çığlıklar atıp dans eden Berlinliler dağıtıyor. Biz de boşverip ıslanarak dans etmeye başlıyoruz. Ortam gerçekten mükemmel. Kimse yağmurdan şikayet etmiyor, müzik çalmaya devam ediyor. 10 dakika sonra yağmur diniyor, bir 20 dakika sonra da güneş açıyor. İşte o zaman bir Pazar akşam üstü Berlinliler nasıl eğlenirmiş görüyoruz. Kaç saat dans ettik bilmiyorum, bir ara Duygu gitti, Deniz gelene kadar tek başıma dans ettim. Öyle de eğlendim ayıptır söylemesi.
Berlin’in bu yaz bence en hit iki mekanı Lichtpark ve Kater Holzig yanyana. Mutlaka uğrayın!