“Too late too die young” derler ya hani. O şekil hissediyorum.
Eskiden doğum günlerim öncesi huzursuz bir ruh haline bürünürdüm. Yaşlanmaktan da değildi o zamanlar bunun sebebi. Örneğin kendime doğum günü partisi organize etmişim, her şey yolunda gidecek mi, herkes gelecek mi, sevildiğimi ‘yeterince’ hissedecek miyim, kaç kişi gelecek, ya kimse gelmezse, kaç mesaj ve arama alacağım, bilmiyorum, sevgiyi “ölçülebilir” kılma çabaları belki de… (24 ve 25 biterken ise şunları yazmışım)
Geçen sene ise, hayatımın en yalnız ama en unutulmaz doğum günlerinden birini geçirdim. Geçen sene 12 Ocak’ta, başka bir kıtada bütün ailem ve arkadaşlarımdan çok uzakta, başka bir zaman dilimindeydim. Kaç kişi gelecek partime, kaç tebrik alacağım gibi şeylerin hiç önemi yoktu. Sevildiğimi hissetmek ya da kendim için en güzelini yapma motivasyonunu bulmak için o günün de bir önemi yoktu, ben zaten hayallerimin peşinden kıta değiştirmiş, başkalarından sevgi beklemeden önce kendimi sevmeyi öğrenmiştim.
Geçen sene 12 ocak’tan bir gece önce, 1 hafta önce geldiğim Santiago’da, yepyeni arkadaşlarımla dışarı çıktım (o zaman henüz hiç yüz yüze tanışmadığım, liseden arkadaşım Burcu’nun Dubai’deki iş yerinden arkadaşı Şilili Gonzalo’nun ben oraya gidiyorum diye facebook üzerinden birbirimizi eklettiği Tito ve Caro ile). Yani dıdısının dıdısı. 11 Ocak’ta senin de doğum günün oluyor yalnız kalma seni dışarı çıkaracağız dediler. Başka bir arkadaşlarının doğum gününe gittik. Şilililerin ne kadar sıcak kanlı olduklarını ilk o zaman tecrübe ettim. İnsanlarla tanıştım, sohbet ettik, dans ettik hatta sarhoş olduk. 11 Ocak gecesi saat orada 12 olunca mesaj atan /arayan birkaç çok yakın arkadaş ve skype’taki sevgili dışında herkes, herşey yabancıydı. Bir kere hayatımda ilk defa doğum günümde mevsimlerden yazdı. İlk piscola’mı içmiştim. (Bu fotoğrafı da Burcu paylaştı)
Ertesi sabah 12 Ocak’ta ise sevgili patronum ve Şili’de bana iş bulan insan Matthias’la tabiri caizse aziz bir tepeden baktık Santiago’ya. İlk lamamı gördüm. San Cristobal tepesine teleferikle çıktıktan sonra tüm gün altımda etek üstümde bir bluzle, güneşin tadını çıkararak, ara ara çimenlerde oturarak ve tabii Santiago’nun pembe gökyüzü ve her daim fonda olan And dağları manzarasına hayran olarak indik şehre. Bir pastam bile yoktu ama içim mutluydu.
Cesaret zevk veriyordu. Kalbini yeni insanlara açmak da… Doğum günü gecemde beni hiç tanımadıkları halde dışarı çıkaran bana ilk piscolamı içiren bambaşka bir kıtada bile olsam yalnız hissetmememi sağlayan, beni orda olduğum süre boyunca da her zaman kollayan, ülkelerini gezdiren, dil konusunda inanılmaz destek olan iki güzel arkadaşım oldu mesela. (Sonra İstanbul’da da ben gezdirdim onları ve Nisan’da evleniyorlar, Şili’de düğünlerine de gideceğim umarım)
Sanırım geçen seneden sonra o doğum günüu stresi denen şey yok oldu bende. Bu sene hiçbir şey organize etmek istemedim. Bu da öylesine bir gündü. 30’a 2 kalmıştı ama yaşlanmak okeydi. Hatta büyümek güzeldi. Gece çıkmaları artık zevk vermemeye başlamıştı ve yanımda olmak isteyen her türlü olurdu.
Gece bu duygularla uyuduktan sonra sabah bir uyandım ki: canım arkadaşlarım organize olup, bu aralar gece çıkmayı da çok sevmiyorum diye bana sürpriz bir doğum günü kahvaltısı organize etmişler. En sevdiğim öğün, ev ortamında, samimi, az ama öz, nasıl duygulandım ve mutlu oldum anlatamam. Tam gönlümdeki şeyi bulmuşlar diyebilirim. Pazartesi günü işini gücünü bırakıp bana sürpriz olsun diye Yoga taytlarıyla bize gelen Oylum, Hazal, Ece, Barış, Sena ve ben metroda eşofman giymem diyen Onur’a, en önemlisi tüm bunları organize eden bütün gece ben uyurken evi misafir gelecek diye toplayan sevdiceğim Oğuz’a, yanımda olamasalar da arayan mesaj atan instagram’da fotoğrafların altına, facebook’ta wall’uma yazan, tweet atan, ulaşabileceği şekilde ulaşıp güzel dileklerini ileten ve sevgisini paylaşan herkese çok ama çok teşekkür ederim. (Tabii annişkoma beni doğurduğu babama da bu süreçteki yadsınamaz payı ve aşağıdaki süper fotoğraf için Ece’ye ayrıca teşekkür)
Büyümek güzel hatta böyle olacak, her sene daha da netleşecekse mesele, yaşlanmaya da okeyim.
]]>Hem Yoga uygulamasını daha iyi öğrenmek, kendi pratiğimi geliştirmek, hem de kimbilir kendimi yeterli hissedersem ders vermek istiyorum. Kendime muhteşem faydası olan bir yola çıkmış olmanın dışında, sadece İstanbul’da da değil, dünyanın her yerinde yapabileceğim bir iş bu aynı zamanda. O yüzden çok heyecanlıyım.
Yıllarca Pilates yaptım. Çok da severim. Vücudu esneten, uzatan, güçlendiren, incelten, yağ yakan müthiş bir egzersiz sistemi. Bazen ipin ucunu kaçırıp sapıttığımda kısa sürede toparlar beni Pilates. Joseph Pilates’in ruhu şad olsun! Yoga ise daha yeni benim için. Geçen sene (2013) Ekim’de Almanya’ya taşındığımda (İstanbul’da gym lansmanı gibi etkinliklerde bir iki kez yalandan denemenin dışında) denedim ilk kez Yoga’yı. Pilates’e gittiğim yerde Yoga dersleri de vardı, onu da denemek istedim ve ben de böylece Yoga ile tanışmış oldum.
Yoga bir öğreti, bir felsefe, bir yaşam biçimi. Farklı farklı uygulama tarzları, farklı yorumlamaları var. Yogayla tanıştım demek de çok doğru değil belki bu yüzden. Yani Yoga’yla hala tanışıyorum. O yüzden ilk fiziksel Yoga uygulamamı geçen sene Ekim’de yaptım diyelim. Ve dersin sonunda, dinlenme esnasında gözlerimden yaşlar aktı. Dersin zorluğundan değil, duygu seli manasına. Pilates’te daha önce başıma gelmemiş, yeni bir şey benim için. Çok etkilendim. Daha o ilk derste Yoga’nın başka bir şey olduğunu sezdim, henüz ne olduğunu çözemesem de ağzıma bir parmak bal çalmıştım artık bir kere.
Pilates kadar sık Yoga’ya gider oldum önce. Pilates’te kazandığım fiziksel esneklik, güç gibi faydalar Yoga’da da var, e bir de dersin başında sonunda yapılan meditasyon sayesinde ruhen, kalben de iyi hissediyorum.
Sonra farklı tarzlarını denemeye başladım. Berlin’de bir Bikram Yoga stüdyosuna gittim. 1.5 saat, 40 derece sıcaklıkta, vücudundan terler damlayarak, her gün 26 hareketin aynı sırayla yapıldığı bir Yoga türü. O zaman da şu bilinç uyandı bende: Bu beden üzerinde ciddi araştırmalar yapılarak keşfedilmiş, her pozun sırasının, süresinin bile önemli olduğu bir şifalanma yöntemi. Bikram Yoga’yı da deneyimledikten sonra Yoga mucizesine karşı ilgim daha da arttı.
Batı’da, Amerika’da daha egzersize dayalı, fiziksel yanı; Doğu’da, Hindistan’da ise daha meditatif, spiritüel yanı ağır basan bu öğreti herkes için başka bir şey ifade edebilir. Sadece bu neymiş diye deneyen, ya da sadece spor olsun diye Yoga yapan kişileri de spiritüel tarafına çekebilen bir gücü var Yoga’nın. Dengeleyici, hem ayakları yere basan hem ruhani.
Benim için şimdilik ‘bedensel farkındalık yoluyla içimde ve dışımda olan biteni kavramaya’ yarıyor. Geçmişten, gelecek kaygılarından koparıp şimdinin tadını çıkarmama, içimdeki hayat enerjisinden güç bulmama vesile oluyor. Ne sadece fit olmak ne de sadece kafamı boşaltmak için yapıyorum Yoga’yı. İkisinin güzel bir kombinasyonu. Bu dünyadaki evim olan vücuduma iyi bakarken, bir yandan zihnimden uzaklaşıyor, sürekli kafamda evirip çevirdiğim düşüncelerden, günlük hayyataki koşuşturmacalarım ve endişelerimden bir saatlik bir mola sunuyor bana gün içinde. Hayatım boyunca özellikle sportif aktivitelerde (voleybol, masa tenisi, snowboard, pilates) hırslı olan, hareketi en muntazam yapmak isteyen, kendiyle ve insanlarla yarışan benim gibi biri için hırslardan arınmak, zorlamamak, kendine dönmek, yarışmamak yepyeni bir bakış açısı ve sırf bunun için bile minnettarım Yoga’ya.
Hal böyle olunca bu işin daha derinine inmek istedim. Berlin’den sonra Şili’ve ve sonra Güney Amerika’da seyahat ederken çok fazla Yoga yapma fırsatım olmadı. Ama Türkiye’ye dönünce düzenimi oturttuktan birkaç ay sonra Vinyasa Yoga’ya başladım ve düzenli olarak Yoga yaptım. 1-2 ay sonrasında da yoga hocam Şeyma, Mey hoca ile vercekleri bir eğitmenlik kursundan bahsetti. Ben daha 1 sene önce tanıştım Yoga’yla çok uzun süre yapmadım, yaşım da çok genç değil yine de yapabilir miyim diye endişelerim vardı. Şeyma Hoca kendi de 29 yaşında başlamış Yoga’ya ve çok yüreklendirdi beni (29 yaşından bile küçük görünüyor bu arada Şeyma Hoca hala bu durum daha da yüreklendirdi beni)
6 ay boyunca her ay bir hafta sonu, Mey ya da Şeyma hoca ile, Cumartesi, Pazar sabahtan akşama kadar 2 saat Yoga ile başlayıp sonra işin teorisine, felsefesine girdiğimiz dersler yapacağız. Hocalarla bu yoğun hafta sonları dışında, eğitim boyunca haftada en az 2 kere yoga derslerine gitmek, verilen ödevleri, okumaları yapmak ve kursun sonunda bir Yoga kampında artık işin en derinine indikten sonra eğitmenlik sertifikası almak mümkün. (Yukarıdakı fotoğrafta sevgili Mey Hoca, bize Kosha’ları yani katmanları Matruşka bebekler üzerinden anlatıyor:) )
İlk hafta sonunu 2 hafta önce geride bıraktık. Kursta 9 kişiydik. 27 yaş geç mi diyordum ama en genç benmişim. Herkes süper enerjili çok tatlı insanlar. Kız kızayız. İlk hafta sonu Mey Hoca ile başladık. Harika bir öğretmen kendisi. Kurs tam hayal ettiğim gibi geçti. Sadece mekanik bir öğrenme değil bir içselleştirme, kavrama söz konusu. Ben de şimdi bir sonraki hafta sonu buluşmasına kadar bol bol kitap okuyorum, bol bol yoga yapıyorum ve her gün yepyeni şeyler keşfediyorum. Oturup ders çalışıyorum. Yoga pozlarının adlarını, her bir pozun inceliklerini öğreniyorum. Bir yandan yoganın felsefesini, manasını kavramaya çalışıyorum.
Çevremdeki insanlar Yoga’nın üzerimdeki sakinleştirici, tamamlayıcı etkisini gözle görebildiklerini söylüyorlar. Fiziksel olarak başlayan bir iş insanın hayatını dönüştürmeye kadar gidebiliyor. Bu bence bir mucize. Şimdilik durum böyle. Heyecanlı, sadece varması değil yürümesi zevkli bir yol bu! Bakalım bu 6 ay içinde ve sonrasında neler olacak… Kim bilir belki bir gün beraber Yoga yaparız =)
]]>15 yaşına gelince gidişi de canımızı çok yaktı. Babamın evde ağladığını hatırlarım, kızımın gözleri kataraktlı karanlıklarda yolunu bulamaz diye. Çok özlüyoruz hala Peggy’yi. Ben bir daha başka köpek sevemem derken, yıllar sonra Alfie’yi getirdi annem bir gün eve. 2007 yılında. Ben seyahatteyken fotoğraflarını attılar köpek aldık diye. Oyuncak sandım. O kadar minikti. Önce Peggy’nin üstüne başka bir köpek fikri vicdanıma dokundu ama sonra hem sevdirdi kendini Alfie, hem de neden bir başka yavruya daha kucak açmayacaktık ki. Alfie de bugün 7 yaşında, biraz tombik, çok obur, çok inatçı, çok hımbıl, çok komik bir beagle. Annemle şimdi. Zaten hep onun köpeğiydi. Biz de çok seviyoruz ama onlar aşk yaşıyorlar. Başka bir şey. Yani hikaye böyle. Köpekle büyüdüm hep, çok seyahat ediyorum diye kendi evime almayı hiç düşünmedim. Köpek büyük sorumluluk.
Kedileri hep daha uzaktan sevdim. Mayıs’ta Galata’ya kendi evime taşındığımda bir kediyle nasıl iletişim kurabileceğimi bile çok iyi bilmiyordum. Neresinden tutulur, nasıl sevilir, ne yer ne içer. Ama mahalle, özellikle hemen yanımızdaki mevlevihanenin bahçesi kedi dolu. Çok tatlılar. Yavrular, büyükler, rengarenk, cins cins kedi. Ama bir tanesi vardı, simsiyah. Bizim bahçeye gelir, hemen kapının dışındaki tabureye tünerdi baykuş gibi. Her sabah evden çıkarken görürdün onu, orada olurdu. Minicik, boncuk gözlü simsiyah bir yavru. Yazın gıdısını sevip iletişim kurmaya çalışarak geçti. Kiti diye sever oldum. Son bahar gelip havalar soğudukça bize daha bir sokulur oldu Kiti, kibar kibar, çekingen, masum, çok ama çok tatlı.
Büyüyüp serpilmişti ama sokaklar soğuktu tabii. Uysal uysal, yavaş yavaş kendini yukarı, eve aldırdı. Birkaç sefer aldık sevdik evde, bizim yediklerimizden yemeyince hadi git karnını doyur diye dışarı da saldık hatta. Birkaç kez de gündüzden eve alıp dışarı çıkarken dışarı çıkardık ne yapacağımızı bilemediğimizden. Sonra iyice soğudu havalar. Kedi bakmayı bilmediğimden ne yapacağımı bilemiyordum ama bir gece sokakta Kiti’yi ararken bulduk kendimizi, çok soğuktu hava, dışarda kalmasına kıyamadık. O gece bulamadık Kiti’yi ama ertesi sabah miyavlamasıyla uyandık, alıp yukarı getirdik ve bir daha bırakmamaya karar verdik.
Önce ne yer ne içer diye sordum, facebook sayfasından bir sürü ilgili güzel insan güzel güzel tavsiyelerde bulundu. Hemen gidip mamasını aldım. Geçtiğimiz Salı da veterinere götürdük Kiti’yi. Bir yaşından büyük 2 yaşından ufak ve oldukça sağlıklıymış. Cinsi Bombay mixed’miş. İç dış paraziti yapıldı ancak aşı yapılmadı çünkü hamile olma ihtimali varmış. Karnındaki hafif şişliğin sebebinin parazit mi yoksa minnak kediler mi olduğunu öğrenene kadar aşılarını yaptıramadık. 1 hafta sonra bu konuya da açıklık getirmiş olacağız.
Kiti hanım yeni evine, kumuna çiş kaka yapmaya, mama tasından yemek yemeye alıştı bile. Geceleri sırtımızda koynumuzda yatıyor. Sessiz sakin, iple oynamayı ve bol bol uyumayı çok seviyor. O beni küçüklüğünden kapının önünde selamlaştığım abla diye hatırlıyor mu bilmiyorum ama ben o hallerini düşündükçe seviniyorum. Evde sürekli bir mutluluk sebebi. İyi ki varsın Kiti <3
]]>daha sonrasında bugün gördüğüm aşağıdaki video’yla bu konu hakkında yazmaya karar verdim.
video ‘kız gibi’ sözünün hakaret olarak kullanımıyla ilgili. yıllardır hep anlatmaya çalıştığım, insanların zararsız gördüğü ama aslında çok yaralayıcı olan bir hakaret söz konusu. küçük yaşlarımdan beri sadece erkekler iyi yapabilirmiş gibi lanse edilen her şeyin hakkını vererek yaptım. bayan şoför lafından nefret ederim. pipiyle araba kullanılmıyor nihayetinde. gayet iyi araba kullandığımı düşünüyorum. ama trafikte kadın olduğun için sana eksikmişsin gözüyle bakılıyor. spor keza. kadınlar anlamaz, beceremez. sadece pembe makyaj yapıp minik porselen bardaklarımızda çay içmiyoruz.
herneyse. dünkü workshop’ta da hem kadınların hem erkeklerin tüketimine uygun bir ürün (ped veya traş kremi değil yani) için üstelik de araştırma şirketinin abuk subuk kalıplara soktuğu ama aslında kalıplara sokulamayacak bir y kuşağı için kampanya fikirleri geliştiriyorduk. hep ‘babamızınki gibi’, ‘erkek gibi’ tarzı ifadeler kullanıldı. e benim annem de tüketiyor bu ürünü, ben de tüketiyorum. neden hep erkeklere yönelik bir ağızdan konuşuluyor? incindim ve bu konuda kendi adıma kişisel ufacık bir ricada bulunmak istiyorum diğer arkadaşlara dedim. çünkü bu tarz söylemleri bazen insanlar farketmeden yapıyor. uyarıldıklarında da hak veriyorlar. neyse moderasyon uyarımı uygun görmedi. ondan sonra zaten ‘bayan’lara uygun alkol oranı azaltılmış ürün falan gibi saçma saçma fikirler de ortaya atıldı. bayanlar içmeyi bilmez ya ondan heralde.
neyse hem içimi dökmek istedim, hem de şu minik hatırlatmayı yapmak. dilinizi değiştirin. dil çok önemli. kız gibi, adam gibi ifadelerini kullanmayın. seyahatlerimi görüp baba parası da demeyin mesela. hadi bazılarının gözünde kendi paramı kazanıyor olma ihtimalim yok nedense onu da geçtim de belki benim annem zengin?
sevgiler
]]>Nihayet Mayıs başı, tam da elimdeki bir proje bitmiş yenisine başlayıp başlamama konusunda karar vermeye çalışırken, aman buralara kış geliyor, Mayıs’ta erguvanlar açar şimdi diyerekten kendimi İstanbul’a attım. Gezi’nin yıl dönümü geliyor, Cumhurbaşkanlığı seçimleri var, ülke karışık, dönme dediler dinlemedim. Hepimiz aynı gemideyiz. Yanacaksak beraber yanalım, sokağa çıkıp gurur duyacağımız geleceğimizin mimarı olacaksak da beraber olalım istedim. Sonuçta, işte geldim burdayım.
Geçtiğimiz Perşembe günü, döner dönmez taşındığım evimde hem “ülkeye hoş geldin”, hem “yeni evin hayırlı olsun” gibi anlamlara gelebilecek ama asıl maksadı “uzun zaman oldu görüşelim”, “teras sezonunu açalım”, “iki lafın belini kıralım”, “içelim, dans edelim, hasret giderelim” olan minik bir ev toplaşması düzenledim.
Partiye henüz güneş batmadan terasta başladık. ‘Kısmi’ manzaraya karşı biralarımızı yudumlarken Tektekçi ekibi yavaş yavaş shot’ları servis etmeye başladı. Ortam kalabalıklaştı. Gece yarısına doğru yağmur başladı. Parti terastan salona taşındı. Güzel müzik hiç susmadı. Zaten şok soğuk biraları, iyi müziği, güzel insanları bir araya getirince terasmış, mekanmış bahane, otomatikman güzel bir parti oluyor.
4 kişilik ekibiyle eve gelip bar kurup bütün gece kusursuz servis yapıp giderken de çalıştığı alanı tertemiz bırakan Göçebe Tektekçi ekibine, madem parti veriyorsun müziğe el atalım o zaman diyen Kemal ve Harun’a, cici fotoğraflar yakalayan canım sanatçım Emir Yargın’a, yeni evimdeki ilk partimde beni yalnız bırakmayan, gelip bizimle eğlenen dostlara bin bir teşekkür.
Daha fazla fotoğraf için Facebook albümüne de göz atın.
]]>
Geçen seneki yazıma çok kilo aldım diye başlamışım. O zamanlar ona takıkmışım demek. Madem öyle bu seneki ilk maddem de çok kilo verdim olsun. Nasıl başardığımı merak edenler şu yazıyı okuyabilirler.
2013’den yeni bir dövme istemişim, onu da gerçekleştirdim. 2014’ten de istediğim bir dövme daha :)
Daha çok müzik, seyahat ve daha çok festival dilemişim kendime.
Yılın 156 gününü seyahat ederek, şehir dışında geçirdim. 133 günü de ülke dışında.
18 şehir, 7 ülke gezdim, 2 ay başka bir ülkede yaşadım. 43 kez uçağa bindim. 1 kez uçaktan atladım. 4000 metre yükseklikten!
10’larca konsere ve 11 tane festivale gittim. Bu festivallerden 3’üne menajer, diğerlerine basın sıfatıyla gittim ve iş olmasına rağmen hepsinde çok eğlenmeyi başardım. SXSW ve The Great Escape’te grubumla, Glastonbury’de Occupy Gezi bayrağımızı sallarken direnişimizle gurur duydum.
Yani bu dileği de gerçekleştirdim sayılır. 2014’den daha çok müzik, daha çok seyahat, daha çok festival diliyorum o halde.
Çok müzik dinledim. Müzikle yaşadım. Müzik için seyahat ettim. DJ’lik yapmaya başladım.
Her şey müthiş değil tabii. 4 kez hastanelik oldum. 2’si alkolden. Hayatımda ilk kez ambulansa bindim.
Afrika’ya gittim. Safari yaptım. Doğal ortamında hayvanları gördüm. Azıcık şeye sahip olup gözleri kocaman parlayan çocuklar gördüm. Mutlulardı.
Sahip olmak fikri üzerine çok düşündüm. Ne kadar az şeye sahip olursam o kadar özgür olacağıma inanmaya başladım. Bana yük olan ‘eşya’ları satmaya hatta vermeye başladım.
Polisten kaçtım. Üstelik hiçbir suç işlemeden.
Hiç tanımadığım binlerce insanla kardeş olduğumu hissettim. Hayatımda ilk defa yalnız olmadığımı hissettim.
Sinirlendim, öfkelendim, umutlandım, heyecanlandım, gaz yedim, tomadan su yedim, fikrimi haykırdım, en büyük kuvvetim hiç yanlış bir şey yapmamak ve sonuna kadar haklı olmaktı.
Ben sokaktayken önünde televizyon elinde telefon bana destek sağlayan, taktik veren annemle, erkek arkadaşımın başından vurulduğunu öğrenince pijamasıyla sokağa çıkıp boğaz köprüsünü yürüyerek geçerek tomalara göğüs geren kardeşimle, işini kaybetme pahasına doğru bildiğini söylemekten asla vazgeçmeyen babamla, korkuyu evde bırakıp sokağa dökülen arkadaşlarımla, hiç tanımadığı insanlara yardım eden evini açan yabancılarla gurur duydum.
Pek çok arkadaşımı daha çok sevdim.
Zor zamanımda yanımda olanları kalbimin çok değişik bir yerine yazdım.
Gençliğin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu anladım.
Hiç tanımadığım kardeşlerime ağladım. Dayak yediler, silahla vuruldular. Duvarlara yansıttılar fotoğraflarını konserlerde, boğazımda kocaman bir düğümle izledim.
Bu sene tamamen blog’la haşır neşir oldum. Kendi hayatımla, şehir hayatıyla, gezdiğim gördüğüm yerlerle, gittiğim konser ve festivallerle, ilişkilerle ilgili yazılar yazdım. İlgimi çeken, beni heyecanlandıran, bunu paylaşmalıyım dediğim ne varsa paylaştım. İlham verdiğimi söyleyen mailler aldım ve mutluluktan havalara uçtum.
Çok inanarak severek projeler yaptım. Samsung’la Vazgeçenler Kulübü’nde yer aldım. Mavi ve Morhipo ile festival festival gezdim. Pegasus’la yeni şehirler keşfettim. Intel’le şehrin sesi, gözü oldum. Uludağ Premium ile Moda Haftası’nı takip ettim. Vodafone’la internet mi hızlı ben mi diye yarıştım. Neutrogena ile seyahat hakkındaki sorularınızı yanıtlamaya başladım. Hepsinden çok keyif aldım.
Hayatımı değiştiren kararlar aldım. Sevdim, soğudum, küstüm, barıştım, ağladım, ayrıldım, beklemediğim anda aşkla tanıştım, gittim, bir parçam kaldı, geri geldim, uzaklarda yalnız kaldım, kendimi tanıdım, keşfettim, kaybettim, yeniden buldum, sorguladım, cevaplarını sevmediğim soruları da sordum, kendi sınırlarımı keşfettim, esnetebildiğim kadar esnettim duvarlarımı, dimdik durmayı öğrendim, başardım, bazen yenildim, yenildiğimde kabullenip devam etmeyi öğrendim.
Blog hayatıma müthiş tecrübeler ve insanlar katmaya devam ederken ben çok severek ve isteyerek okuduğum mimarlık mesleğimi de özlemeye başladım. İçten içe bir gün mutlaka dememe rağmen somut bir planım yoktu mesleğe dönmekle ilgili. Ama hayat karşıma bir fırsat çıkardı ve ben blogla mimarlığı bir arada yürütebilecek ve çok istediğim şehirlerde yaşayabilecek şekilde bir düzen kurdum kendime. Çok zor ama güzelliğinin bir kısmını da zorluğundan alan bu hayat için heyecanlıyım şimdi. 2 ay Berlin’de yaşadım geldim. 2014’e Güney Amerika’da başlıyorum.
Sonunda web sitemi yeniletiyorum. Daha temiz, daha hızlı daha güzel olacak umarım. 2014’ten en büyük istediğim blog ve mimarlığı güzel bir şekilde bir arada götürmeye, ilham almaya ve vermeye devam etmek. Daha sağlıklı yaşamak, daha organize olmak, kafamı daha da açmak, ön yargı adına ne varsa yıkmak, ilham almak ve vermek, paylaşmak, sevmek, daha çok sevmek…
Ben 2013’ü çok sevdim. 2014’ü de en az bu kadar seveceğime, yine hiç tahmin etmediğim, beklemediğim sürprizlerin karşıma çıkacağına inanıyorum. İnanırsak olur bence.
İyi seneler!
]]>Bir de 25 yaşındaki kadını bana ayarlasana, hmm 50 yaşındaki erkek lezizmiş, ay o 20 yaşındaki heteroseksüel erkeği yerim tarzı mesajlar geldi :) Esra Erol’la izdivaçtan sonra Cizenbayan’la Relationship Lite Beta programı üzerinden yeni arkadaşlıklar mı kurulacak acaba…
Şaka bir yana söz verdiğim gibi, yazının sonunda sorduğum sorulara verilen cevapları kimsenin ismini vermeden yayınlıyorum. Cevap veren, kalbini açan herkese sonsuz teşekkür. Yazdığım şeylerin ilham verdiğini söyleyenler olmuş. Gerçekten cevaplar ve insanların özgür ruhları, aşka inançları da bana ilham verdi, ufkumu açtı. Sizin de ufkunuzu açması, varsa tabularınızı ön yargılarınızı yıkması, hepimizin huzur ve mutluluğu bulmamız dileğiyle.
Sorular şunlardı:
Gelen cevaplardan bazıları şöyle:
23 yaşında kadın
27 yaşında kadın
22 yaşında heteroseksüel kadın
24 yaşında erkek
23 yaşında kadın
26 yaşında heteroseksüel erkek
biliyor musun bazen konuşma penceremizi açıyorum
baya açıp o küçük pencereyi izliyorum
sanki bizi birbirimize bağlayan bir geçit
online olduğunda seviniyorum
kendimi sana daha yakın hissediyorum
çok saçma ama gerçek
online olmadığında da bir şey değişmiyor zaten
artık o penceden sana bir şey söyleyemiyorum
sana anlatmadığım her problem olduğundan daha zor
sana anlatamadığım şakalar o kadar da komik değil
sana anlatamadığım her şey daha zevksiz
mutlu olduğum anlar bile kursağımda kalıyor
özlüyorum
ki neyi özlediğimi bile bilmiyorum
seni özlemeyi mi özledim
sana seni ne kadar özlediğimi söyleyebilmeyi mi
çünkü bunu bile yapamıyorum artık
nefret mi ediyosun benden yoksa önemsemiyo musun onu da bilmiyorum
ya da eşyalarımı ne yaptın
bizim olanların artık iyesi başka iyelik ekleri mi var
bunu daha önce de söylediğime eminim
geçirdiğimiz azıcık zaman içinde kendimi dünyanın en güzel kızı gibi hissettim
gerçekten de öyleydim
senin için dünyanın en güzel kızı bendim
emindim
seni en güzel ben öper seninle en güzel ben sevişirdim
konuşmayı en çok sevdiğin ve seni en mutlu edebilecek kişi de yine bendim
kuşkum yoktu
sana dokunduğumda ve seni düşününce hissettiklerime bir de bu mutlak his eklenince muhteşem bir şey oluyordu işte
biz ne olduğunu anlayamadık
aşk dedik
böylesini yaşamadık dedik
daha önce yaşadıklarımız bu kadar kuvvetli değildi
buna en yakın hissettiklerimiz bile zamana yenildi
sulanınca yoğunluğunu kaybeden de oldu çok güçlü başladığı için hızlı tükenen de
sonuçta gerçek değildi hiçbirisi ve hiç sürmedi
bunun da başına aynısı gelir mi korkusu kapladı içimi
sonra o his
korkmakta yanılmadığımı gördüm
gözünün önüne aşk yüzünden çekildiğini söylediğim perde
hormonların oyunu dediğim o kör edici baş döndürücü şey
gitti bir gün senden
o gidince benim senin yokluğunda sana tutunacağım bir şeyim kalmadı
kendi değerimi başkalarının gözünde aramadım hiç
biri beni güzel bulduğu için güzel hissetmedim
biri aferin dediği için başarılı hissetmedim kendimi
bu ben değilim
peki neden şimdi böyle oldum
alıp yıldızlara çıkarıp sonra ta oralardan yere bıraktığın için mi
“gölge gibi hissettim
benim olmayan bu şehirde ellerim cebimde yürürken
senin kulağıma söylediğin ve benim inandığım o yalan neydi” diye düşünürken
senin için 1 gün önce dünyalar olduğuma eminken
gölge gibi hissettim
çok içip sokaklarda sızsam kendime gelirim gibi hissediyorum
ben kaçsam da kaçamıyorum
Olaylar tesadüfi bir şekilde gelişti. Bu hiç hesapta yokken birden bire verilmiş karara sebep olan olaylar zincirini anlatmak istiyorum ama nerden başlayacağımı bilemedim. Zaten ruh halim melankolikten aşırı heyecanlı ve mutluya sırıkla uzun atlama yaptığından bu iki ruh halinde yazacağım iki yazı birbirinden inanılmaz farklı olacaktı. Küskün, kırgın, lanet eden birşey yazacağıma ilham verici bir şeyler yazmak istediğim için en sonunda gidince, oradan, dışardan bakarak yazmaya karar verdim.
Sonuç olarak gitme kararını verdim, beklemeye başladım, o gün geldi çattı, geri saydım ettim ve işte Pazar günü gidiyorum. İlk hedef Berlin. 2-3 ay kadar orada kaldıktan sonra da siz deyin 6 ay ben diyim 1 yıl kadar da Şili merkezli olmak üzere Güney Amerika’da olacağım. Ne kadar süreceği bana kalmış. Kafamdaki planımsı şey oraları gezmek, ufkumu geliştirmek, hem sevdiğim mesleğim mimarlığı, hem de yine çok sevdiğim bir diğer mesleğim blogger’lığı beraber götürmek.
Çok heyecan verici! Gideceğimi yazdığımdan beri o kadar güzel mailler mesajlar aldım ki. Tabii ki hepsine tek tek cevap yazdım ve teşekkür ettim ama hiç tanışmadığım halde bana harika dilekler dileyen herkese bir de buradan teşekkür edeyim. İyi ki varsınız. Güzel sözleriniz beni daha da yüreklendirdi.
Şöyle gitmeden son bir hep beraber eğlenelim diye düşündüm ve Perşembe akşamı, yani yarın Babylon Lounge’da minik bir veda yapmaya karar verdim. Gitmeden tanışalım ya da hasret giderelim diyenleri beklerim. Gitmeden size bira ısmarliim, dans edelim.
Bu da Facebook event şeysi: https://www.facebook.com/events/521744184584655/
]]>Bu gece dolunay var. Kafamı camdan çıkarmadan anlayabilirim. Çünkü içim sıkılıyor.
Huzur aramıyorum. Bulunca sıkılıyorum zaten. Ne olacağımı bilmek istemiyorum. Başıma gelenler kafamda kurduklarımdan daha güzel hep. Çok düşünmüyorum, bekliyorum. Özgürlüğü de sarılıp uyumayı da çok seviyorum. İlişkiyi değil ama aşkı seviyorum.
Aşk hep kısa sürüyor. Doğası öyle.
Las Vegasta lüks bir suitin Bellagio manzaralı balkonunda, Ortaköy’de bir öğrenci evindeki rutubetli bir odada, Üsküdar’da sabah ezanına rağmen uyumaya çalıştığın çekyatta, dişini fırçalarken üstünde şımarıkça zıpladığın bir otel yatağında, ders çalışmaya diye gidip sabaha kadar sohbet edip seviştiğin evde, gelecekle ilgili kurduğun hayallerde, kurtuluş senaryonda, gizli gizli buluştuğun vicdan azabı kokulu bir stüdyoda, Besiktaş’ta gecesi gündüzüne geçmiş sınırları dumandan görünmeyen komün bir hayatın ortasında, menemenin domatesi, soslu sosisin salçası, bal kaymağın dibinde bulabilir çünkü seni aşk.
Bu kadar hazırlıksız bulduğu gibi hiç farkettirmeden gidebilir de.
Kendine ve ona kırgın, hatta kızgın elini artık öylesine tuttuğun bir ameliyathanede, uzak kalmaktan yorulup pes ettiğinde, aynı şeyleri konuşmaktan ve tartışmaktan yıldığında, bağlanmaktan korkup 3. bir kişiye köprüden önce son çıkış muamelesi yaptığında, yaptıkları için ona kızmadığını sadece hayatı kaçırıyor gibi hissettiğini anladığında, rutinden ve her şeyin belirli olmasından boğulup çok içip gece kendini İzmir’e giden bir otobüste bulduğunda çoktan terk etmiş olabilir seni aşk.
Cok uzağa gitmeye ya da her yerde aramaya gerek yok.
O bir şekilde hayatina girip sonra da çıkıp gidiyor. Sonra bir gün kafasına esince tekrar geliyor. Sen yeter ki kapıyı açık bırak. Gelmesine de gitmesine de engel olma. Çünkü özgür olmadığında, onu kafese koyduğunda ona aşk denmiyor.
Dolunay var. Senin de için sıkılıyor mu? Korkma geçiyor.
]]>
Geçen sene Mart ayında Babylon Newcomers Festivali‘nde tanıştım onlarla. Yaptıkları iyi ve farklı müzikle benim için festivalin en dikkat çekici grubu olmuşlardı. Henüz web sitem yeni açılmıştı, “anne ben groupie oldum” için röportajlar yapmak istiyordum. Festivalden birkaç gün sonra Ortaköy’de buluştuk röportaj için. Onların da benim de ilk röportajımızdı. Ben soru sormayı bilmiyordum, onlar da ‘sanatçı’ gibi cevap vermeyi. Ne sorsam uzun uzun o kadar içten anlattılar ki o gün röportaj bahanesiyle enteresan bir dostluğun ilk adımları atılmış oldu.
Henüz 2011’de kurulmuş, çok genç bu gruba (davulcu 93’lü!!!) naçizane kendi çapımda destek olmaya başladım. Her konserlerine gittiğimden gelişimlerine birebir şahit oldum. Yeni besteleri ilk dinleyenlerden oldum hep ve onlara çok inandım. Yani bu bir seneyi beraber geçirdik diyebilirim.
SXSW’da daha ilk açıklanan sanatçılar arasında, bu sene Mercury kazanmış alt-J hemen bir iki sıra altında ismimizi görünce sevinçten havalara uçtuk. Fakat SXSW bir vitrin olduğundan katılan hiçbir sanatçı ücret almıyordu. (Neymiş bu SXSW diyorsanız şuradan bilgi alabilirsiniz) Oraya nasıl gidip kendimizi gösterebiliriz diye düşünürken dijital müzik platformu muzikicinefes.com imdadımıza koştu. Uçak biletleri, kalacak yer gibi masraflı konularda bize sponsor oldu. Bu süreçte koordinasyonu sağladığımdan bir anda kendimi ‘menajer’ olarak buldum!
Bundan sonra hazırlık süreci başladı. Yeni şarkılar, bolca prova, konserler falan derken zaman hızla geçiyordu. Maceralı bir vize alma süreci atlattık. Para almadan çaldığımız için festivalin avukatları bize turist vizesine başvurun dediler ve davet mektubu yolladılar. Konsolosluk davet mektubunda sahne aldığımız yazdığı için performans vizesine başvurmamız gerektiğini söyledi. Ama işverenimiz olmadığı için bu tip vizeye başvuramıyorduk. İllegal bir iş de yapmak istemiyorduk. Bir aydan uzun bir süre Amerikan Konsolosluğu, Amerika’daki avukatlar, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlarla iletişim halinde idim ve sonunda problem çözüldü. Bu süreçte bize destek olan herkese, özellikle menajer Ece Çelebioğlu’na, Avukat Arda Beşkardeş’e, gazeteci Mehmet Tez’e, Gripin’in solisti Birol’a, Okan Bayülgen’e, Pozitif’e, Cenk Hasdal’a, Murat Koçuk’a, Efes’ten Cihan Yılmaz’a, Non-Immigrant Visa Department çalışanlarına, Başkonsolos Scott Kilner’a bir de bu yazıyı okuyup anlamasalar bile SXSW’dan Cary’ye ve Tamizdat’tan Matthew’a ne kadar teşekkür etsem az.
Para almadan ‘showcase’ statüsünde sahne alacağımız için turist vizesi başvurumuz geçtiğimiz Cuma legal bir şekilde kabul edildi. Konuyla ilgili ayrıntıları buradan okuyabilirsiniz. Vizemiz çok yakında çıkacak. Sonra da 11 Mart’ta Austin yolcusuyuz. Konserimiz 13 Mart Çarşamba akşamı saat 9’da Avenue On Congress Rooftop’ta. Festivale bizimle birlikte Gripin, mor ve ötesi ve manGa da katılıyor. Kendi konserimiz dışında müzikle dolu, çok tanışmalı, çok koşuşturmalı bir hafta geçireceğiz. Maceralarımızı da muzikicinefes.com’dan takip edebilirsiniz.
Bu gece ise Hayal Kahvesi’nde Amerika öncesi son konserimizi veriyoruz. Hem de bizi çok strese sokan vize problemimizin sonunda çözüme ulaşmasını kutluyoruz. The Away Days’le henüz tanışmadıysanız, tanıştınız ve tekrar dinlemek istiyorsanız, bize iyi yolculuklar demeye Hayal Kahvesi’ne bekliyoruz.
]]>Sevgili Prensesim;
Her ne kadar yıllar geçtikçe ayrı düşse de yollarımız seni her gördüğümde o 12 Ocak 1987 saat 12:25 geliyor aklıma, Gebze’den Cihangir’e hiç bir şey hatırlamadan, heyecanlı uçuşum ve seni ilk kollarıma alışım ve kullandığın hiç bir parfümün bastıramayacağı o kokun… Seni her görüşümde yine o ilk tanıştığımız gündeki gibi bir sevgi güneşi ısıtıyor içimi ve gözlerimde o güneşin ışıkları…
Zamanla gelişen ve kuvvetlenen bu sevgi bağları ve SEN benim hep huzur ve mutluluk kaynağım oldun. Daha sonra iki aşık gibi çıkmaya başladık seninle. O lüleli sarı saçlarınla Bostancı Dolphin Restaurant’da bir prenses edası ile oturuverdin karşıma her hafta sonu… Yemek sonu bastıran uykunu omuzlarımda uyurken o minicik ellerinle sırtımı okşaman küçük darbelerle Abidin’in çizemediği mutluluk resmidir aslında…
Benim o minik prensesim büyüdü şimdi.. Belki de birisinin kraliçesi olmuştur kim bilir… ama o onu her zaman 12 Ocak 1987 saat 12:25 kucaklayan babasının biricik sevgilisi ve prensesi olarak kalacaktır…
İyi ki doğdun kızım, hayatıma renk, sorumluluk ,neşe, mutluluk ve aşk kattın…. doğum günün kutlu olsun…
Her öpücüğünde kurbağalıktan krala dönüşen baban….
Ben de seni seviyorum, iyi ki benim babamsın <3
]]>
Ben 2012’de:
Çok kilo aldım. Muhtemelen 18 kere diyete başlayıp 17 kere falan da bozdum.
Saçlarımda beyazlar çıktı. Yıllar bana nazik davranmadı.
Teknoloji de bana nazik davranmadı. Mart ayında çok sarhoş olduğum bir gece daha yeni aldığım iPhone 4S’imi düşürüp kamerasını kırdım.
Yaptırıp kullanmaya devam ettiğim kıymetlimi Ağustos ayında İngiltere’de, Reading Festivali‘nin son gününün son konserinde, şarjı bitmesin diye airplane modda iken ya düşürdüm / ya çaldırdım ve bulamadım. Hep çok korkardım telefonuma bir şey olursa ne yaparım diye, baya sakin karşıladım durumu, üzüldüm tabii ama can sağlığı olsun dedim.
iPhone 5 çıktı çıkacak diye yeni telefon almadım ve evde duran eski iPhone 3GS’imi kullanmaya başladım. Çok yavaş olduğu için beni delirtti bir müddet. Sonra bir gün vize başvurusu için gittiğim bir merkezde Ayyıldız Güvenlik görevlisi emektar 3GS’imi düşürüp kırdı. Yere çömüp ağladım. Tutanak tutturdum, 5-6 kez aradım, telefonu yaptırdığımda onlara fatura etmek istedim. Ama cazgır bir insan olmadığım için tabii ki sonuç alamadım. This is Turkey baby!
Hem yavaş hem kırık diye söylenirken bu defa da üzerinde su olan mutfak tezgahına koydum telefonu ve içine su kaçtı, o noktadan sonra elimde çalışan bir telefon olduğu için şükretmeye başladım çünkü bir sonraki adım telefonla konuşurken kulağımda patlaması falan olacaktı.
iPhone 5 çıkmış ama hiçbir yerde bulunamıyordu Almanya, Fransa, Hollanda ve Norveç’ten iPhone 5 alma girişimlerim başarısız oldu, hep 3-4 hafta bekleme süresi vardı. Instagram’la yaşayan, her gittiği yerden fotoğraflar çekip atan ben 3GS’le çok zorlanıyordum, iPhone 5’i beklerken adlı dramatik eserimse raflarda yerini almak üzereydi ki 4 ay sonra annem iPhone 4’ünü bana verdi (sağolsun ama zaten Türkiye’ye iPhone 5 geldi artık, Pazartesi Vodafone’a gidip alıyorum hayırlısıyla)
Düşününce bunlar önemsiz şeyler. Çok anlamsız. Ben 2012’nin sonunda, idolümü, dünyada en çok örnek aldığım kadınlardan birini, canım Babaannem‘i kaybettim. Bazı şeylerin değerini kayıplar verince anlamak insan doğasının bir parçası sanırım. Ben de ailenin değerini anladım.
Çok seyahat ettim. 70 günü yurt dışı olmak üzere toplamda 94 günü şehir dışında geçirdim. Milano’ya, Val Gardena’ya, Brüksel’e, Los Angeles’a, San Francisco’ya, Las Vegas’a, Çeşme’ye, 2 kez Berlin’e, 2 kez Amsterdam’a, 3 kez Antalya’ya, Kapadokya’ya, Mersin’e, Londra’ya, Paris’e, Oslo’ya, Ankara’ya gittim. 37 kez uçağa bindim (10 günde 1 gibi saçma bir ortalaması var).
Blog’a iyice ağırlık verip bunu işim haline getirmeyi başardım. Hatta blog’umu bir web sitesi yaptım. Bana en çok keyif veren şeyler müzik ve seyahati de odak noktama koydum. Bununla beraber 127 post yazdım (3 günde 1 gibi bir ortalaması var).
Çok Gezenler Kulübü‘ne katıldım.
Power Garage TV‘de 2 kere jüri üyesi oldum ve 2 sezon üst üste favori gösterdiğim gruplar (Arka Dörtlü ve Grup İptal) 1. oldu.
Bir sürü festivale ve konsere gittim. Miller Music Tour‘a, Reading ve Pitchfork Paris Müzik Festivali‘ne gittim.
Yaşça benden en büyük ve yaşça benden en küçük adamlarla oldum, kendi rekorumu kırdım.
Çok aşık olmuştum, kurtuldum.
Ne istediğimi değil ama ne istemediğimi buldum.
Huzuru hiç bakmadığım, aramadığım yerde buldum.
2006’dan beri kahrımı çeken emektar arabamı çok tatlı bi kıza sattım.
Plan yapmayı bırakıp hayallere odaklandım.
Hafızam kötü durumda diye günlük yazmaya başladım. Arada geri dönüp yazdıklarıma bakınca şaşırdım, mutlu oldum.
Bazen tekrar karşılaştığımda ismini ya da nereden tanıdığımı çıkaramadığım 100’lerce insanla tanıştım. Değişen hayat tarzı sebebiyle çok sevdiğim pek çok arkadaşımla da daha az görüşür oldum :(
Hiç aklımda olmayan şeyler yaptım. Hayatımda ilk defa golf oynadım, wake board yaptım, davul çalmaya başladım, kendi adıma parti verdim, DJ’lik kursuna başladım, balona bindim, 60 metreden serbest düştüm (SCAD), dünyaca ünlü bir şefle mutfağa girdim, hem yurt içinde hem yurt dışında basın sıfatıyla bir şeyler yaptım.
En az 5 kere çoook sarhoş oldum.
Bütün bir seneyi sevgilisiz ama çok sevgili geçirdim.
Ajanda tutmaya başladım, ajandam olmadan evden adımımı bile atmadım.
Mimarlığı özledim. Ama özellikle mimarlığın ilk yıllarında yapacağımdan daha doyurucu işler yaptım, her anlamda.
Aklıma çok fikir geldi. Bazılarını hayata geçirdim, bazıları da unutuldu ya da imkansızlıklar nedeniyle yapılamadı gitti.
Bir şeyler başardım, mutlu oldum.
Birilerine yardım ettiğimde mutlu oldum.
Hayal kırıklıklarına uğradım. Çok durmadım, devam ettim.
Kendimle tanıştım. Kendimi disipline etmeyi öğrendim.
Çok öpüştüm.
Çok üşüdüm.
Telefon dışında en sevdiğim güneş gözlüğümü ve deri montumu kaybettim. Cüzdanımı ve kırmızı şarabımı kaybedip tekrar buldum.
Çok yoruldum, bünyem baya zayıfladı, çok hasta oldum. Duruldum.
Kilo vermek, sağlıklı ve düzenli bir hayata kavuşmak.
Yeni bir dövme
Daha çok müzik, daha çok seyahat, daha çok festival.
Uzak kaldığım arkadaşlarıma, aileme daha çok vakit ayırabilmek.
Bisiklet almak, hiç değilse Anadolu Yakası’nda ulaşımımı bisikletle sağlamak.
Kendi evime çıkmak.
DJ’liğin tüm kurlarını ve sonra prodüksiyon kurlarını tamamlamak.
Aklıma gelenleri yapabilecek, güç, organizasyon ve zaman.