cizenbayan » çok gezenler kulübü http://www.cizenbayan.com müzik, seyahat, lifestyle, festivaller, yeni keşifler Thu, 30 Apr 2015 20:39:01 +0000 tr-TR hourly 1 http://wordpress.org/?v=4.1.4 Prag http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/cek-cumhuriyeti/prag/ http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/cek-cumhuriyeti/prag/#comments Thu, 04 Sep 2014 08:12:58 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=4239 Prag küçük bir şehir. Biblo gibi binaları, kıvrım kıvrım ve 2. günün sonunda hepsi aynı yere çıkan sokakları, eskilikten örümcek ağı bağlamış anıtları, şehrin içinden geçen Vltava nehri, Mucha’nın, bölünen Çekoslavakya’nın ve komünizmin izleri var.

Avrupa’da mesafeler kısa. Budapeşte – Prag arası da otobüsle 6 saat sürüyor. Biletimizi orangeways.com‘dan adam başı 6000 Forint’e aldık. çok gezenler kulübü olarak sabah Budapeşte, öğlen Prag’daydık!

IMG_0243

Prag’da 2 gün, Unesco tarafından korunan tarihi şehir merkezinin çok dışına çıkamayacak kadar az, ama tüm şehir merkezini bitirecek kadar çok gün demek. Ben de ikincisini yaptım. Geniş geniş gezdim, yürüdüm, bolca yemek yedim ve kokteyl içtim.

Muhtemelen Prag’a giden pek çok insanın da onaylayacağı şahane restoranlar, cafeler ve barlar derledim.

Kahve

Čerstvě-pražená-káva.cz

Truhlářská 33

Upuzun bol sessiz harfli ismi bana hiçbir şey ifade etmeyen bu mini mini dükkan sadece kahveye adanmış. Mis kokulu taze çekirdak kahve uygun fiyata. (35 Çek kronu)

Processed with VSCOcam with h6 preset

Bakeshop

Kozí 1 (V Kolkovně)

Prag’ın en şık bar ve restoranlarının bulunduğu ve capcanlı bir bölge olan Yahudi Mahallesi’nde sabah akşam mis gibi kahve içmek, içerken de yoldan gelip geçeni izlemek için uğrayabileceğiniz, sabahları taze croissant, akşam üstleri insanın iradesiyle oynayacak tatlılarının tadına bakabileceğiniz, yüksek tavanlı, şık ama rahat bir pastane.

Processed with VSCOcam with c3 preset

IMG_0761

Mama Coffee

Vodičkova 674/6 (Navrátilova)

Prag’da 2 şubesi bulunan Mama Coffee’nin Vodickova şubesinde alt katta bardan to go kahvenizi alip yolunuza devam edebilir, üst katta ise özgür tavukların yumurtalarıyla hazırlanmıs çırpılmış yumurta ile kahvaltı edebilir, kahve keyfi yapabilirsiniz.

Siz de benim gibi  mekanin kendine özel kahve çay servis edilen fincanlarına aşık olursanız, yine alt kattaki bardan evinize de bir set almanız mümkün. Mama Coffee geniş, aydınlık, çok zevkli ve sade döşenmiş üst katı, sempatik çalışanları ve vegan seçenekler sunan az ve öz menüsü ile ile Prag’ın en kendine has müesseselerinden biri. Wifi da var!

IMG_0459

IMG_0489

Processed with VSCOcam with f2 preset

IMG_0494

TRICAFE

Anenská 3

Prag’ın tarihi şehir merkezinde, bana Berlin’deki cafe’leri andıran, girişte self servis barı, devamında evin oturma odası gibi dekore edilmiş hem masaları hem koltukları hatta piyanosu olan rahat, samimi bir cafe. Normalde wifi varmış ama ben oradayken çalışmıyordu. Raflarda bulunan kitaplar dekor amaçlı değil, alıp okuyabiliyorsunuz.

IMG_0573 IMG_0586 Processed with VSCOcam with f2 preset

Original Coffee

Betlémská 12

Mini mini şehir merkezini gezmeye devam ederken karşınıza çokça bu ‘hip’ cafe’lerden çıkıyor. Hatta Mamma, Original ve Tricafe belki de bir zincir diye düşünmeye başlıyorum. Hepsinde kahve işletmenin merkezine konmuş ve duvarlarda aynı sanatçının elinden çıkmışa benzeyen çalışmalar var. Original da yine evinizin salonu rahatlığında.

Processed with VSCOcam with f1 preset

Restoran

Café Palanda

Zlatnická 1122/11

İddiaları Prag’ın en ucuz hamburger’ini satmaları, doğru olabilir. Fotoğrafta görmüş olduğunuz hamburger (özellikle ekmeği çok lezizdi), bol baharatlı çıtır patates kızartması ve o zamanlar henüz içtiğim şimdi ağzıma sürmediğim kola bahşişle beraber 238 CZK  tuttu (20 Küsür lira). Bu ayarda bir restorana göre hiç fena değil. Prag’ın tarihi merkezinde yer alıyor, içinde üst kata çıkarken çok güzel duvar resimleri var.

IMG_0279

Café Savoy

Vítězná 5

Nehrin ve Charles Bridge’in şehir merkezine göre öteki tarafında yer alan Cafe Savoy, Prag’da yeme içme restoran konusunda çok keliteli bir imparatorluk kurmuş Ambiente ailesinin ‘şık cafe & restoran’ dalındaki medar-ı iftiharı. Restoran, mimarisi, aydınlatması ve şık çalışanları ile içeri girdiğiniz andan itibaren ize bir zamanların Doğu Avrupa ihtişamını sonuna kadar hissettiriyor. Yerinize oturup sipariş verdiğiniz zaman Doğu ve Orta Avrupa yemeklerini barındıran menüsü ve yemeklerin servisi de de bu atmosferi destekler nitelikte. Prag’a gidenlerin yemek yemek ya da bir şeyler içmek için uğraması, görmesi gereken bir mekan.

IMG_0636 IMG_0633 IMG_0630

Ambiente Restaurante Brasileiro

U Radnice 8/13

Cafe Savoy’un da içinde olduğu Ambiente grubunun bir başka üyesi. Hepsi harika restoranların arasından seçim yapmak, en iyisi bu demek çok zor ama bu Brezilya restoranı konsepti sanırım favorim. Rezervasyonun şart olduğu restoranda önce içeceğinizi sipariş edip açık büfeden başlangıçlarınızı alıyorsunuz. Çeşit çeşit salata, soğuk meze, gazpacho, leziz sushi ve istiridye var. Başlangıçla işiniz bittiğinde ise asıl eğlence başlıyor. Bir yandan empanada, muz kızartması gibi ara sıcaklar masanıza gelirken bir yandan da şişe geçirilip her biri farklı bir şekilde pişirilmiş çeşit çeşit et, sempatik garsonlar tarafından tabağınızda kesiliyor. Tavsiyem, arasıcaklarla karnınızı doyurmayın, etlere yer bırakın ve gelen her farklı kesin etin mutlaka tadına bakın! Tüm bunlar için fiks bir fiyatın üzerine sipariş ettiğiniz içkileri ödeyeceksiniz. Ucuz değil ama kesinlikle değer!

IMG_0730 IMG_0728 IMG_0727

Ambiente Pasta Fresca

Celetná 11

Yine Ambiente ailesinden bu sefer bir İtalyan restoranı. Tüm Ambiente restoranları gibi şık, çalışanlar özenle seçilmiş ve yemekler de leziz. Giriş katında da masalar var ama tavsiyem restoranın adını aldığı taze makarnaların hazırlandığı, kesildiği yer altındaki alana geçmeniz. Bir de mahzenin yer aldığı ve son derece zevkli dekore edilmiş Pasta Fresca’da  çilekli salata ve ıspanaklı tagliatelle’nin tadına mutlaka bakın. Yediğim en orijinal salata ve lezzetli makarnalardan biriydi. Bu arada garsonları, şefleri ajanstan özel seçmiş olabilirler, gözümüzü alamadık.

IMG_0782 IMG_0776

Bu Ambiente‘nin Pizza Nuovo diye Pizza’cısı, Lokal diye daha hızlı yemek konsepti ve barı, Cestr diye ünlü bir et restoranı da var. Gitmedik ama iyi olduklarından şüphem yok!

Kokteyl

Tretter’s

V Kolkovně 3

Müziği, atmosferi, barmenleri ile kendinizi 1930’ların New York’unda hissedeceğiniz Tretters’da, 100 sayfalık kokteyl menüsünden ne içeceğinize karar verememeniz durumunda barmenlere ne tarz tatlardan hoşlandığınızı anlatırsanız size leziz bir kokteyl hazırlıyorlar. Süper mekan gerçekten. Ne denesek bayıldığımız kokteylleri, kendine has dekorasyonu, barmenlerin hem cool ve mesafeli hem esprili ve cana yakın tutumları, kulağı yormayan ama kayıtsız kalamayacağınız müziğiyle Prag’a gitmişken mutlaka uğranması gereken mekanlardan bence.

IMG_0359 IMG_0355 IMG_0350

El Mojito

Dlouha, Prague 1

Prag’ın barlar sokağı Dlouha’da salaş, rahat ve leziz mojito içebileceğiniz bir mekan, adı üstünde El Mojito (çok tavsiye edilen yine Ambiente’ye ait Lokal’de futbol maçı izlendiği için buraya girdik aslında ve çok sevdik)

IMG_0368 IMG_0372

LAVMI

Zlatnicka 12

Prag’ın şehir merkezi oldukça eski olduğundan Avrupa’nın genelinde karşımıza çıkan tasarım ıvır zıvır dükkanlarından çok fazla yok. Renkli geometrik desenlerin çoğunlukla ev tekstili ürünlerinde uygulandığı, kumaş olarak da satıldığı LAVMİ bu anlamda bu bölgede biraz yalnız kalmış. Prag’ın tarihi şehir merkezinin dışına çıkıldığında bu tarz yerler olduğuna eminim. O bölgeleri de keşfetmek için 3. 4. güne ihtiyaç var bence.

IMG_0295

Karlův most | Charles Bridge | Karl Köprüsü

Prag’ın astronomik saat ve dans eden ev gibi bir diğer çok turistik noktası. Vlatava nehri üzerinde bulunan taş köprü yaklaşık 10 metre genişliğinde ve yaya trafiğine açık durumda.  Sağlı sollu üzerleri örümcek ağlarıyla kaplı kapkara heykellerin yer aldığı köprü boyunca minik tezgahlardan takı ve hediyelik eşyalar satın almak mümkün.

Processed with VSCOcam with f2 preset

Pražský Orloj | Astronomical Clock

İlk kez 1410 yılında kurulan, dünyanın 3. en eski ve çalışan en eski astronomik saati. Saat başlarında olan biteni izlemek çok keyifli ancak çok turistik bir nokta kendinize güzel bir yer edinin bir de tabii ki herkes aval aval saate baktığı için çok fazla yankesicilik olayı olabilir. Dikkatli olmakta fayda var.

Processed with VSCOcam with k2 preset

Tančící dům | Dancing House

Rašínovo nábř. 80

Prag’a gelince özellikle mimarlığa ilgi duyanların görmezse olmayacağı, ünlü dans eden bina ya da fred & ginger, ya da tuz ve biber; Mimari’de dekonstrüktivizm akımının öncülerinden sayılan, Disney Concert Hall ve Bilbao’daki Guggenheim Müzesi binalarıyla da tanınan Kanadalı-Amerikalı mimar Frank Gehry’nin Çek Hırvat mimar Vladi Milunic ortaklığında durağan ve statik iki unsurla 1992’de komünist Çekoslavakya’dan demokratik Çek Cumhuriyeti’ne geçisi sembolize etmesi için Hollandalı bir sigorta şirketi için tasarlandı. Tarihi olarak da önemli bir arsada yer alan ve yapımı 1996’da biten, çevresindeki klasik tarihi yapıların arasında da formu ve kullanılan modern malzemesiyle dikkat çeken bina günümüzde Prag’ın simgelerinden biri. Sözü geçen işveren Hollandalı Sigorta şirketinin akibeti ne oldu bilmiyorum ama günümüzde bu binada yer almıyor, binadaki daireler ise ofis olarak kiralanıyor.

Processed with VSCOcam with hb1 preset

Futurista

Bir ‘mimari kantin’ ile aynı avluda yer alan Futurista’da çağdaş Çek sanatçıların işleri satılıyor.

Pomník obětem komunismu | The Memorial to the victims of Communism

Komünizm kurbanları anıtı

Tüyleri diken diken eden bir çalışma. Hemen sol tarafında işi anlatan bir yazı var, buraya gidip mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Çok ünlü  Lennon Wall’a da yakın.

IMG_0643

Şehirde Alfonso Mucha etkileri

Arnüvo akımının belki de en ünlü temsilcilerinden Alphonse Mucha Çek bir sanatçı. Dolayısıyla Prag’ın her köşesinde, tabelalarda, posterlerde Çek halkının onunla duyduğu gururun izlerini görmek mümkün.
Mucha Çekoslavakya’nın Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ayrılmasından sonra yeni Cumhuriyetin ilk pullarini banknotlarını tasarlamış. St Vitus Katedrali’nin vitraylarina da imzasini atmıştır. Şehirde posterlerinin sergilendiği bir de mucha müzesi var. Ama kendi orijinal eserlerinden çok onun tarzında onun etkisiyle yapılmış daha ‘commercial’ işler görmek mümkün :)

IMG_0406 IMG_0416

Prag sokak sanatları

Prag şehir merkezinden pek çıkmadım ve şehir merkezi o kadar eski ki binaların üzerine street art olmaz. Bu yüzden Berlin gibi Londra gibi bir street art yoğunluğuna rastlamadım. Ancak bazı noktalarda çok soyut, çok naif çalışmalar çıktı karşıma. Sizle paylaşmadan edemedim :)

Processed with VSCOcam with a2 preset Processed with VSCOcam with a2 preset Processed with VSCOcam with p4 preset Processed with VSCOcam with f2 preset IMG_0564

 

]]>
http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/cek-cumhuriyeti/prag/feed/ 0
londra günlükleri http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/ingiltere/londra/ http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/ingiltere/londra/#comments Wed, 17 Oct 2012 17:39:00 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=548 Gün 1: merhaba londra

Piccadily Circus, China Town, Soho, Shoreditch High Street

17 Ağustos 2012 Cuma

Sabah köprü geçme derdi olmadan, Sabiha Gökçen’den Londra uçağına bindim. Almanların ‘sebstverwirklichung’ dedikleri şu ‘kendini gerçekleştirme’ meselesine en çok seyahat ederken yaklaşıyorum ben. Tam şu an hayatımı çok seviyorum. Bekle beni Londra ben geliyorum. Yaklaşık 4 saatlik bir uçuştan sonra Londra Stansted Havaalanı’ndayım. Duygu’nun evine gitmek için normalde buradan trene binmem lazım. Ama trenlerde henüz alışkın olmadığım İngiliz aksanı sebebiyle ne olduğunu tam da anlamadığım bir problem var. Bu nedenle otobüse binmemi öneriyorlar. Biraz daha uzun sürecekmiş. Kaderime razı olup otobüse biniyorum.

londra

Bavul yaparken Duygu’nun ‘İstanbul’da kasım ortası gibi düşün, hava soğuk’ dediği Londra bana sürpriz yapmış, beni günlük güneşlik bir yaz günüyle karşılamaya karar vermiş. Radiohead, The Beatles, Kasabian, Arctic Monkeys, Foals, The Vaccines gibi grupların memleketine ayak bastığım için havalarda uçuyorum zaten. Bir de böyle güzel bir havayla karşılıyor İngiltere beni. Tren yerine bindiğim otobüste wireless var ve muavin çok eğlenceli. Sweetheart diyor bana, buralarda normal ama benim ilk seferim! Kırmızı otobüs ve telefon kulübeleri, retro siyah taksileri her gördüğümde heyecanlandığım bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra Duygu Victoria Coach Station’dan alıyor beni! GELDİM YA GELDİM! Çok mutluyum.

 bigbenlondoneye

Bavulları bıraktıktan sonra karnımızı doyurmak üzere evden çıkıyoruz. Duygu’nun evi o kadar merkezi bir yerde (Westminster) ki Picadilly Circus yakınlarındaki Busaba Eathai’ye varana kadar London Eye, Big Ben, Westminster Palace, Trafalgar Square gibi görülecek yerlerin neredeyse hepsinin önünden geçiyoruz otobüsle. Busaba Eathai muazzam bir Thai restoranı. Londra’da bir sürü şubesi varmış. Pad Thai Wok Noodle, Morning Glory, Jasmine Rice ve Thai Calamari o kadar lezzetli ki diyeti o an orada bozuyorum.

busaba

Soho‘da turluyoruz biraz. China Town‘dan ve erotik shop’ların önünden geçiyoruz. Bir akşamüzeri içkisi için Oxford Street’teki Market Place Bar‘a gitmek istiyoruz. Cuma iş çıkışı ve inanılmaz güzel hava da eklenince Bar’ın önündeki masalarda oturacak yer kalmamış. Her yer cıvıl cıvıl. Olimpiyatlar yeni bitmiş ama menülerde hala olimpiyatlara özel seçenekler var. Biz de olimpiyatlara özel bu birer kokteyl alıp barın önünde ayakta havanın tadını çıkarıyoruz.

kokteyl

Henüz her şey çok yeni benim için, trafiğin yönü, arabalar, sokak lambaları. (Hoş trafiğin yönüne son gün bile alışamamış olacağım, nasıl bana göre ters yönden gelen bir otobüs tarafından ezilmedim bilmiyorum) Oxford Circus ve Regent Street‘te dolandıktan sonra bir sonraki durağımız Shoreditch / High Street. Hemen metrodan çıkınca karşımıza Red Market diye bir yemek pazarı çıkıyor. Kermes gibi bir avlu. Çeşit çeşit sokak yemeğini, içkini alıp banklarda takılabiliyorsun. Ama girmek için biraz sıra beklemek gerek.

Bir dahaline diyerek insan dolu sokaklardan yürümeye devam ediyoruz. Avlusunun duvarları graffitiyle kaplı Cargo‘nun ortamı süper. Duygu sana bir sürprizim var diyip sipariş vermeye gidiyor. Geri geldiğinde elinde şu içine balık konan fanuslardan var! İçi balık değil Mojito dolu!

mojito

Müzik çok güzel ama nedense dans eden yok, daha chill takılıyor insanlar. Bahçede bir de şu Berlin usulü Photobooth’lardan var. Tabii ki birer fotoğraf çektiriyoruz. Daha ilk günden kendimizi yormamak lazım, yoldan geldim hem diyerek geceyi burada sonlandırıyoruz. Geri geleceğim Shoreditch!

cargo

Gün 2: saturday night fever

Hyde Park, Millbank, Shoreditch Highstreet, Egg

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir önceki gece erkenden yatınca erken kalkmak kaçınılmaz. Önümüzde koskoca bir gün var. İlk durak Hyde Park içindeki Serpentine. Burada gölde yüzen bilumum kanatlı yaratık, kanoya binen, yağmurlu memleket sakini olarak en ufak güneşte bikinisini giyip güneşlenen insan ve park manzarası eşliğinde kahvaltı ediyoruz. Hava mükemmel. Dolayısıyla Hyde Park’ta nüfus patlaması yaşanıyor. Piknik yapan, bisiklete binen de var köpeğiyle yürüyüş yapan güneşlenen de.

Knightsbridge’de gördüğümüz Topshop’ların sadece vitrinlerine bakıyoruz. Kendimi tutuyorum. Cumartesi girsek bile çıkmamız mümkün olmaz diye. Pazartesi’ye kadar sabret diyor Duygu. Zor oluyor ama dayanıyorum.

Buradan çıkıp mahallemizin Pub’ı Morpeth Arms‘a geliyoruz. Pimm’s adlı mükemmel içkiyle ilk karşılaşmam. İçi salatalık, çilek, portakal, taze nane ve buz dolu bir sürahiye Pimm’s ve soda konularak yapılan bu mükemmel içkinin yanında patates, sosis falan yiyerek güneşin tadını çıkarıyoruz. İngilizler patatesi sirkeyle yese de biz ketçaptan şaşmıyoruz. Türkiye’de pub deyice kalitesiz yemek gelir akla. Burada durum böyle değil. Yemekler leziz. Ne varsa mahalle pub’ımızda var.

pimms

Akşam için Duygu’nun arkadaşlarıyla sözleştik. Shoreditch High Street‘teki Rivington Grill Bar‘da yemek yiyeceğiz. Biz biraz erken gidip birer şampanya söylüyoruz kendimize. Keyiften ölebiliriz. Herkes gelince steak’ler, kırmızı şaraplar falan derken kallavi bir yemek yiyoruz. Hesap kişi başı 40 Pound geliyor. Yemekten sonra çok uzağa gitmemiz gerekmiyor. Bu gece takılacağımız bütün mekanlar aşağı yukarı aynı sokak üzerinde. Sokaklar insan dolu ve hava öyle sıcak ki erkekler üstsüz. Daha sonra sıcaktan kendi de bunalıp üstünü çıkaracak olan Duygu’nun arkadaşı Sait bana ‘insanların üstsüz gezmesi normal değil, bugün aşırı sıcak’ diye açıklama yapma ihtiyacı hissediyor. Valla bence sorun yok sevgili Sait. Soyunabilirsiniz. Hava sıcaklığıyla birlikte libidolar da artmış olmalı ki en az Beyoğlu’nda gezermişçesine bakış ve laf yiyorum. Öyle ahım şahım güzel bir kız da değilim hani. Londralıların tipiyim demek ki. Bilemedim.

rivingtongrill

Dün gece gittiğimiz Cargo’nun önünden geçip Dragon Bar‘a giriyoruz. Burada müzik plaktan çalınıyor. Radyocu ya da müzik yazarı olmak istiyorsan Londra’da bir bara girip shazam’ı aç yeter! Şahane çalıyor. İçerde koltuklar var. Duygu ayaklarını dinlendiriyor, ben dans ediyorum. Buradan çıkıp The Book Club, Electricity Showroom gibi mekanlara bakıyoruz. Kapanıyor çoğu. Duygu’nun arkadaşları yorgun, Best Kebab‘da döner yiyorlar. Ben çok gaz olduğumdan geceye devam etmek istiyorum.

londrabar

Saat 2. Milletin asıl gece 3’ten 4’ten sonra gittiği Egg‘in önünde biraz sıra bekledikten sonra saçma bir giriş parası ödeyerek içeri giriyoruz. Avluda hafif, içeri girince bangır bangır müzik var. Çok katlı Egg’in her katında ve odasında başka bir DJ çalıyor. Mekanın her yerinde uyuşturucuya karşı sıfır tolerans politikası uyguladıkları belirtilmiş. Tuvaletlerde bir kişinin bile zor girebileceği darlıkta ve klozet kapağı yok. Gerçekten de istesen de uyuşturucu kullanmak imkansız. Biz üst kata çıkıp biraz dans edip sonra terasta hava alıyoruz. Bu sırada bir adam gelip bileğimize VIP bileklik takıyor. Avluda özel ayrılmış bir alana girebiliyoruz bu bileklikle ama başka ne işe yaradığını gerçekten anlamıyorum. Laf olsun torba dolsun işte. En üst katta tam kendime göre bir müzik buluyorum. Buraya zorla sürüklediğim Duygu yorgun, velim gibi oturuyor. Ben kendime arkadaş edinip onlarla dans ediyorum biraz, Duygu fazla uzaklaşma kızım gözümün önünde dans et falan diye dalga geçiyor. Egg’in özelliği sabah burada kahvaltı da verilmesi. Biz o kadar kalmıyoruz ama yine de sabaha karşı çıkıp eve dönüyoruz.

Gün 3: sakin pazar

Millbank, Covent Garden

19 Ağustos 2012 Pazar

Dün gece 5’de yattık ama ben sabah 10:30’da kalkıyorum. Yatakta biraz debelendikten sonra henüz uyuyan sevgililerim Gizem ve Duygu’ya kahvaltı almak üzere evden çıkıyorum. Normalde insan kahvaltı almaya gitmeye üşenir ya ben can atıyorum. Çünkü Londra’dayım. Hala hayal gibi. Evin hemen yakınındaki Pret-A-Manger’den sandviç alıp dönüyorum. Evde çay yapıp kahvaltı ettikten sonra yürüyüşe çıkıyoruz. Hava yine süper. Vauxhall köprüsünde 2-3 tur attıktan sonra Barcleys Bank’in Cycle Hire istasyonlarından bisiklet kiralayıp biraz da bisikletle dolanıyoruz. Şahane bir pazar. Turist gibi değil burada yaşar gibi geçirdiğim için ekstra mutluyum. Yeni biten olimpiyatların etkisi tüm şehirde hissediliyor. Bir yandan da paralympics’e (engelli olimpiyatları)’na hazırlanıyor Londra. Televizyonlarda, sokaklarda sürekli reklamı var.

bisiklet

Pazar sporumuzun ardından gezmek için Covent Garden‘a gidiyoruz. Mağazalara bakıp pazarın tadını çıkarıyoruz. Londra’ya gidenlerin mutlaka uğraması gereken Belçika restoranı Belgo‘nun hem dekorasyonu enteresan hem de masaya sipariş ettiğimiz her şey leziz ötesi. Midye ve salatanın yanına birer de Duvel söylüyoruz. Brüksel seyahatimde tanıştığım Duvel çok enteresan bir şey. Normal biralara hiç benzemiyor. Öyle ki yemekten kalktıktan sonra tuvalette 15 dakika gülüyoruz.

duvel

Belgo’dan çıkıp bir başka enteresan dekorasyonlu mekana, girişi aşağı doğru daracık bir gemici merdiveni olan Frevd Bar‘a gidiyoruz. Burada da bir sürahi Pimm’s içtikten sonra çakırkeyif ve mutlu olarak evlere dağılabiliriz (üçümüz de aynı evde oturuyoruz o ayrı) Otobüs beklerken Topshop vitrininin önünde yarınki fantazilerimi haykırmaktan da geri kalmıyorum: Çok pis alışveriş yapıcam!

frevd

Gün 4:  alışveriş çılgınlığı

Oxford Street, Carnaby Street, Soho, Charing Cross Road, Covent Garden Market

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Günaydın Londra! Bugün günlerden alışveriş! Erken kalkıp Tottenham Court Road tarafındaki Cafe 26‘da kahvaltı ediyoruz. İçerde insanların laptop’larıyla oturduğu minik bi cafe burası. Biz gittiğimizde fırından tatlılar, çörekler çıkıyor. Mis gibi kokuyor. Arctic Monkeys’in şarkılarında geçen Black Treacle eski bir toz şeker markasıymış, buradaki masaların hepsinin üzerinde duran teneke kutulardan anlıyorum. Kemik çerçeveli gözlüklü hipster zencilerin takıldığı bu cafe çok tatlı. Britanya’da olmak ne güzel ya!

Karnımız doyduğuna göre kendimizi alışverişe verebiliriz. Ordular ilk hedefiniz Oxford Street, ileri! Burda yer alan Topshop inanılmaz. Türkiye’de gideceğiniz hiçbir Topshop’a benzemiyor. Şu an bir mağaza anlattığıma inanamıyorum ama burası 5 katlı DEV bir cennet. Giriş katındaki takı bölümü bile bizim en büyük Topshop’tan büyük olabilir. Yarım saat kadar kendimi burada kaybediyorum, hükümsüzüm. Giriş katında vintage çantalar, Cupcake’çi, dondurulmuş yoğurtçu makyaj ve aksesuar bölümleri var. Aşağıdaki -1 ve -2. katlarda kuaför, manikür / pedikür, solaryum, dövmeci ve piercing’ci, cafe, başka markaların ve topshop ürünlerinin satıldığı reyonlar var. Birinci ve ikinci katsa Topman’e ait. Ben burada gerçekten aklımı yitiriyordum. İçerde cafe, tuvalet falan koymaları mantıklı olmuş çünkü 2 saatten önce çıkmak mümkün değil. Bolca takı, festivalde giymek üzere Hunter bot, süper elbiseler, çantalar makyaj malzemeleri alıyorum: Forgive me Father, for I have sinned! (Günahlarımı bağışla Peder, Burdaki peder, kredi kartlarımı ödeyen)

Topshop’tan çıktıktan sonra aynı alışveriş cenneti cadde üzerindeki Urban Outfitters ve American Apparel’a bakıyoruz ama Topshop’tan sonra sönük kalıyorlar tabii. Zaten Londra’da olduğumuz için fiyatlar diğer şehirlerdekine göre çok çok pahalı. Oxford Street çılgınlığından sonra ikinci hedefimiz Carnaby Street. Gerçekten alışverişe doyduğumdan, e bir de yorgun düştüğümden mağaza bakmak yerine Cha Cha Moon‘a oturmayı tercih ediyoruz. Londra’da kötü bir restorana girmek mümkün değil sanırım. Özellikle Uzak Doğu yemekleri çok başarılı. Carnaby’de alışverişe ara verince Cha Cha Moon’da deniz mahsüllü noodle yemek de yapılacaklar arasında. Buradan kalkıp Soho’daki plakçıları geziyoruz.

Duygu’nun burası çok ünlü bak mutlaka Red Velvet tatmalısın dediği Humming Bird Bakery de yine Soho’da. Hala çok tok olduğum için Red Velvet’ı paket yaptırıyorum. Akşam lezzetine inanamayacağım. Her gün Red Velvet yiyip insan içine çıkamayacak boyutlara ulaşıp erkeksiz bir hayata varım diyecek kadar gözüm dönüyor lezzetinden. Bak canım çekti şimdi…

hummingbird

Hava şahane olduğu için Soho Square de çimenlerin üzerine yaymış insan dolu. Biz Charing Cross Road‘un diğer tarafına geçip Soho’dan tamamen çıkıyoruz. Burada bir sürü ufak ufak mağaza var. Magma, şu içeri girip ‘oha çok iyi fikir’ diyip her şeyi kurcalayıp elleyip, almak isteyip sonra genellikle hiçbir şey almadan çıktığımız dükkanlardan. Belki siz de bir şey almayacaksınız ama içeri bir göz atın. Hemen yanındaki Dover Bookshop‘ta ise çok enteresan kitaplar var, özellikle moda, desen, kaligrafi gibi spesifik konularda. Meraklısı için cennet. Aynı sokak üzerinde devam ederken karşınıza çıkacak olan Super Superficial‘da süper t-shirt’ler, Scribbler‘daysa overpriced kırtasiye malzemeleri bulabilirsiniz. Asıl vintage cenneti Bricklane ama Pop Boutique‘e de şöyle bir göz atabilirsiniz. Buradan devam edip Neal Street boyunca sağlı sollu mağazalara girip çıkmadan önce hava da güzelse Hotel Chocolat’ın (ismi otel, kendi değil) önündeki ferforje masa sandalyelerde yorgunluk kahvesi içmeniz tavsiye olunur. İçerde çeşti çeşit çikolatadan da tadabilirsiniz.

Neal Street boyunca yürüyerek Covent Garden Market‘a kadar geliyoruz. Burada da American Apparel, Urban Outfitters, Tom’s, Dr. Marten’s ve Londra’lı ünlü tasarımcı Cath Kidston’ın mağazaları var. Gördüğünüz üzre koca bir Pazartesi’yi alışverişe adadıktan sonra yorgunluğumuzu atmak, bacakları uzatmak, torba taşımaktan yorulan elleri rahatlatmak için bilindik bir yerde keyif yapmaya ihtiyaç duyuyoruz. O zaman bugünkü son durağımız, canımız, mahalle pub’ımız Morpeth Arms bize kucağını açsın! Çok yaşa sen Pimm’s!

pimss2

Gün 5: Gerçek Bir Londralı Gibi

Hoxton, Shoreditch, Bricklane, Leicester Square

21 Ağustos 2012 Salı

Çok alıştım buraya. Bugün erken kalkıp gerçek bir Londralı gibi tek başıma koşuya çıkıyorum. Ne kadar çok insanın koşuya çıkmış olduğunu görseniz şaşırırsınız. Duygu’nun evinin şahane lokasyonu sayesinde sightseeing run oluyor bu spor olduğu kadar. Rotam London Eye, Jubilee Gardens, Southbank Kompleksi, Waterloo Köprüsü, Westminster Sarayı, Parlamento Meydanı, Westminster Kilisesi, Big Ben ve Tate Britain‘ı kapsıyor. Yol boyunca önünde durdukları monumentin desenine bürünen Olimpiyat maskotları Wenlock ve Mandeville‘in farklı farklı versiyonlarının onlarca fotoğrafını çekiyorum bir yandan, ama Reading Festivali’nde çalınan telefonumla beraber sonsuzluğa intikal ediyor onlar da. Elimde yalnızca şu twitter’a attığım versiyon mevcut.

olimpiyat

Koşudan eve dönünce Duygu’yla birlikte Hoxton‘daki The Breakfast Club‘a gidiyoruz. Kahvaltı etmek için metroya binmek zorunda olmak yalnızca buraya varıp ortamı görünceye kadar saçma geliyor. Yemeklerin tadına bakınca bırakın metroyu ara ara uçağa atlayıp gelsem mi bile diyorum. Dekorasyonu, ortamı, esprili menüsü, büyük porsiyonları, tatlı garsonları ile Londra’daki en sevdiğim yerlerden biri oluyor The Breakfast Club. Üstelik üye olmayan da girebiliyor!

 breakfast

Duvar kağıtları retro çizgi film kareleri olan tuvalette içerideki müziğin aynısı bangır bangır çalıyor, tavanda da disko topu var. Kapısındaki ‘world’s smallest disco’ ünvanının hakkını veriyor yani. BC’da ‘dünyanın bir yerinde şu an kahvaltı saati’ mottosuyla 7/24 kahvaltı servisinin yanında 12’den sonra normal yemek ve kokteyl servisi de var. Hoxton, Angel, Soho veya Spatialfields’daki şubelerinden birine mutlaka uğrayın, avocadolu bacon’lı bir şeyler yiyin!

Bugün de doyduk çok şükür. Kendimizi Bricklane’in graffiti dolu duvarlarına ve ikinci el dükkanlarına verebiliriz. Biraz yürümemiz lazım ama ‘streetart’ sayesinde açık hava müzesinde gibiyiz. Shoreditch High Street’te harika cafe ve dükkanlar var. Yürüyerek Overground istasyonunun bulunduğu meydanda karşımıza çıkan, konteynerlardan yapılma pop-up mall Boxpark mimari bir ütopyanın somut hali bana göre. Pop-up çünkü prefabrike. Burası popülaritesini yitirirse sök başka yere götür. Hızlı, hip, cool! Bayıldım. Bünyesindeki markalar da süper. Nike’ın sadece koşu konseptli mağazasının tasarımına bittim mesela.

Shoreditch Overground ve Boxpark’tan çok az daha yürüyüp Bricklane‘e varıyoruz. Buradaki her vintage mağazasını tek tek anlatmaya gerek yok. Zaten Bricklane’in olayı duvarlara baka baka, mağazalara gire çıka takılmak. Vintage mağaza gezmek süper de hayatımda bir şey almışlığım yok. Bazı mağazalar o kadar ‘eski’ kokuyor ki hiçbir şeye değmesem bile kaşınmaya başlıyorum. Onun yerine genç Londralı modacıların tasarımlarının indirimli satıldığı mağazalardan birkaç elbise alıyorum. Barlara da yakın olan bu mahallede yer alan Beigel Bake’in 24 saat açık ve gece gezmesinden karnını doyurmaya gelenleri ağırlamasıyla ünlü bir bagel’cı olduğunu bilgisini de Duygu’dan alıyorum.

Epey bi gezdikten sonra öğlen atıştırması için yine street art dolu yollardan geçerek Cafe 1001‘a gidiyoruz. Bricklane ruhu burada da sürüyor. Önündeki ahşap piknik masalarına oturuyoruz, ızgara sebze tabağının içinde mısır, hellim, mantar, patlıcan, patates var, yanına da birer şarap söylüyoruz. Dışarısı ne kadar keyifliysse içersi de o kadar enteresan. Burası da Londra’nın muhakkak gidilecek mekanlarından. Yemek üstüne kahvemizi Cafe Bricklane‘de içtikten sonra yine evin yolunu tutuyoruz.

Akşama günün tamamına yaraşır bir şekilde gerçek bir Londralı gibi sinemaya gideceğiz. 3 kişi Leicester Square‘deki Odeon sinemalarında Bourne Legacy filmini izlemek bize 45 Pound ve 1 adet cep telefonuna mal oluyor. Sinema çok pahalı ve bir de Gizem burada nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde iphone’unu kaybediyor / çaldırıyor. 1 hafta geçmeden aynı durumun başıma geleceğinden habersiz canın sağolsun diyip eski iphone’umu veriyorum Gizem’e. Biraz keyfimiz kaçık biraz şaşkın eve dönüyoruz.

Gün 6: Sanat ve mimarlık turu

Southbank, Tate Modern, Borough Market, Tower Bridge

22 Ağustos 2012 Çarşamba

parlamento

Bugün sanat ve mimarlık dolu bir gün olacak. Evden çıkıp, Lambeth Bridge’den karşıya geçip Queenswalk boyunca Westminster Köprüsüne kadar yürüyoruz. Southbank‘te Pret-A-Manger’nin müdavili EAT.‘te sağlıklı bir kahvaltının ardından açık hava sergilerine göz atarak Thames boyunca yürümeye devam ediyoruz. National Theatre‘a gelmeden graffitilerle kaplı skatepark’ta kaykaycıları izliyoruz. Biraz ilerde yer alan Propstore oldukça enteresan bir mekan. Gece canlı müzik de oluyormuş. Eski inşaat kalıntılarından yapılmış gibi ve içi dışında dışı da içinde. Sir. Norman Foster yapısı Millenium Bridge hemen karşımızda. Arkasında, uzaklarda ise Londra Hıyarı tabir edilen Swiss Re sigorta binası manzaraya dahil.

 mileniumswissre

Bankside Gallery‘den sonra Tate Modern‘dayız. Dev bir mimari. Küçücük hissediyorum kendimi (Duygu da dalga geçiyor benle). Munch’un ve Damien Hirst’ün eserleri süreli olarak sergileniyor. Ben kendimi alt katındaki mağazada kaybediyorum. Harika kitaplar var. Keşke hepsini alabilsem. Buradan çıkıp Shakespeare’in Globe Theatre’ına geliyoruz. Biraz daha yürüyeceğiz, hedefimiz Borough Market. Ama öncesinde Old Thameside Inn‘de dışarda oturup Pimm’s içerek güneşin ve manzaranın tadını çıkarıyoruz.

tateshop

Borough Market tam bir food porn! Çeşit çeşit yemek var, hangisini yiyeceğini şaşırıyor insan. Ağzımın suyu akarak geziyoruz tüm marketi. Tatlılar, Fransız yemekleri, Alman sosisleri, Belçika biraları… Bu bölgede bolca ofis olduğu için yemek sıralarında, elinde sandviçle banklarda, pub’ların önünde ayakta bolca takım elbiseli genç iş adam ve kadınları görmek mümkün. Yemek marketinin diğer kapısından çıkıp Vineapolis‘i görünce gözlerim parlıyor ama ne yazık ki kapalıymış. Şarap keyfimizi bir başka bahara erteleyip İngilizlerin ünlü fish & chips’inin tadına bakmak üzere fish!‘e oturuyoruz. Morina ya da uskumru tercih etmek mümkün. Tadına bakmak için ikisinden de sipariş ediyoruz. Yanında patates kızarması (chips) ve bezelye ile geliyor.

Londra Köprüsü’nü geçip turumuza devam ediyoruz. Avrupa’nın tamamlanmış en uzun binası ve Birleşik Krallık’ın serbest duran en uzun ikinci strüktürü ünvanlarına sahip olan 309,6 metre uzunluğundaki Shard Kulesi çok sevdiğim mimarlardan Renzo Piano’nun eseri. Buradan devam edip şehrin heryerinde imzası olan Sir. Norman Foster’ın City Hall kompleksinin önünden geçip ünlü Tower Bridge üzerinden otobüse binerek sanat ve mimarlık dolu turumuzu tamamlıyoruz.

Bloc Party yeni albümleri Four hafta ortası listesinde bir numaraya ulaşınca Kuzey Londra’da Birthdays adlı 250 kişilik mekanda bedava bir gig yapacağını duyurmuştu. 7:30’da kapı açılacağına göre 5’de falan gitsek gireriz heralde diye düşünmüştük ama twitter’dan aldığımız habere göre sabah 6’da sıraya girenler olmuş. Birthdays’de Bloc Party planımız suya düşünce kendimizi teselli etmek için akşamı Cargo‘da hamburger + kokteyl üzerine Trafik‘te birer içki içerek sonlandırıyoruz.

Gün 7: Punk ölmedi yüreğimizde yaşıyor

Camden Town, Brunswick, Russel Square

23 Ağustos 2012 Perşembe

Bugün yolculuk punk’ın doğduğu semt Camden Town‘a. Camden Londra’nın merkezine göre biraz kuzeyde yer alıyor. Pazarlar, yemek marketleri, sokak müzisyenleri var. İşte orada mohawk saçlı bir çocuk. İngiltere’nin posh semtleri de var, burası oldukça salaş. Starbucks’a oturup Regent’s Canal‘ın farklı kotlarda gelip birleştiği geçidi izliyoruz. Su taşıtlarının bu kot farkına rağmen yollarına devam edebilmeleri için asansör gibi bir sistem var, ama bu sistem suyla çalışıyor. Kapaklar açılıp kapanarak su seviyeleri eşitleniyor ve su taşıtları yollarına devam ediyor.

Camden Lock Village Market‘ta ayaküstü yenebilecek çeşit çeşit yemek var. Yer bulursanız Asya mutfağı ağırlıklı atıştırmalığınızı Regent Canal’a nazır motorsiklet selelerine oturup da yiyebilirsiniz. Camden’ın kaotik ortamında biraz alışveriş, sağa sola bakınmaca, bir daha geldiğimizde burdaki barlara gelip canlı müzik dinleyelim demeceden sonra metroya atlayıp Brunswick Centre‘a geliyoruz. İşçilere uygun fiyata istihdam sağlamak için hızla ve tek tip yapılmış konutlar daha sonra değerlenmiş ve şimdi burada daha varlıklı aileler yaşıyormuş. Dolayısıyla güzel mağazalar da açılmış. Hare & Tortoise çok iyi bir Asya restoranı. Sushi’ler noodle’lar falan leziz. Londra’da Asya restoranlarının geneli çok iyi. Burada fiyatlar da uygun. Yolu düşene tavsiye olunur.

bruncswick

Yarın Reading’e gidiyoruz. Minik bir bavul hazırlamamız, festival check list’imizin üzerinden geçmemiz lazım. Sinek kovucu, yara bandı, bolca ıslak mendil alıp Topshop’tan da İngiltere bayrağı şeklinde bir örnek poncho’lar satın alıyoruz Duygu’yla. We are şapşal and we know it. Bu gece aksiyon yok. Bağımlısı olduğumuz Snog yoğurtlarımızı alıp son ayarlamaları yapmak ve dinlenmek için eve dönüyoruz. O kadar gazız ki botlarımızı, poncho’larımızı giyip fotoğraf çektiriyoruz. Biletlerimizi, bavullarımızı hazırlayıp heyecandan uyuyamıyoruz.

UD _i1sicJQEF2E66_VH7th1VEiLMoqVn6V3yGcYixQ

GÜN 8-9-10: readıng yolcusu kalmasın

24-26 Ağustos 2012 Cuma, Cumartesi, Pazar

Hayatımın en heyecanlı, en eğlenceli haftasonlarından biri oldu Reading benim için. Tabii ki başka bir yazının konusu, okumak için buyrunuz…

festivalkizlari

GÜN 11: READING gazileri

Soho, Leicester Square

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Dün gece festivalin son konseri sırasında telefonumu çaldırdım veya kaybettim. Telefonuna yapışık yaşayan biri olarak beklediğimden sakin karşılıyorum durumu. Festival sonrası sabahı biraz da Lost & Found’dan ses çıkar mı umuduyla Reading’in içinde Starbucks’ta oturup kahvaltı ediyoruz. Londra’ya dönmek için acelemiz yok. Tren istasyonuna gittiğimizde inanılmaz bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Lastik çizmeli sırt çantalı 100’lerce genç evlerine dönmek için farklı şehirlere giden trenler için sıra bekliyor. Bizim işimiz kolay 20 dakikalık bir yolculuk sonrası evimizdeyiz. Biraz dinlenip, üst baş değiştirip günlerdir aşerdiğim Busaba Eathai‘nin Soho şubesine gidiyoruz bu sefer de. Yemekten sonra sakin bir gün için mağazalara gire çıka turluyoruz. Joy‘da hediyelik eşyalar, komik kitaplar, güzel çantalar, rengarenk desenli elbiseler ve şık gömlekler var. Beyond Retro ise gerçekten retro ötesi.

Bizim yine dondurulmuş yoğurdumuz geldi, adresimiz tabii ki Snog (baya zengin ettik adamları). Buradan Leicester Square‘e gelip M&M World’de girip çocuklar gibi şen oluyoruz. Rengarenk M&M’ler, Abbey Road göndermeleri, kırmızı otobüsler, çocuk veya turistseniz, bir de M&M seviyorsanız çıldırmamanız mümkün değil. Bu 4 katlı mağazaya girip benim gibi çıkamamanız mümkün. Giyimden, mutfak eşyasına her şey var ve M&M’li. Tüketim çılgınlığı herşeyi alma hissi uyandırıyor. Bir de özellikle diyetteyseniz kendinize yapmayın bunu, girmeyin buraya. Biz M&M’s çılgınlığından sonra eve gelip ayakları uzatıp Londra’nın havasına suyuna uygun bir film takıp izliyoruz: King’s Speech. Film sonrası Kraliçe ve monarşiye olan merakım artıyor ve Duygu Gizem’le bana burada yaşadıklarını uzun uzun anlatıyor. Bir şehirde turist olarak uzun süre kalma şansı olunca, her gün her dakka fıttırı fıttırı görülecek yer gezmeyince daha iyi işliyor şehrin ruhu insanın içine. Bu da o anlardan biri. Çok alıştım Londra’ya.

abbeymnm

GÜN 12: seni özleyeceğim londra

Soho, Kensington, Chelsea, Kings Road

28 Ağustos 2012 Salı

Bugün Londra’da dolu dolu geçireceğim son günüm. Buradaki en sevdiğim şeyleri yapmak için de son şansım. Kahvaltı için Londra’daki favori adreslerimden The Breakfast Club‘ın Soho şubesine gidiyoruz. Hoxton’daki şubeye göre daha küçük, burada dışarda masa sandalyeler de var, dekorasyon yine kendine has ve süper. Dışarı oturup aynı avokadolu, bacon’lı yumurtadan söylüyorum. Bu lezzeti şu an bile hala özlüyorum. Soho Londra’da en sık takıldığımız mahalle oluyor böylece. Berberleri bile cafe gibi, sokaklarında gezmesi keyifli.

Bricklane’in küf kokan ikinci el mağazalarından sonra ilaç gibi gelen ikinci el mağaza Absolut Vintage da yine Soho’da karşıma çıkıyor. Şu ana kadar girdiğim en iyi ikinci el mağaza, fiyatları da iyi. Vintage çantalar, şapkalar, giysiler falan harika. Üstelik dükkan kokmuyor. Oh be! Hep salaş yerlerde takıldık biraz da posh kısmını göreyim Londra’nın diyorum Duygu’ya. Hay Hay diyor, Chelsea, Kensington ne güne duruyor. Ama öncesinde Fransız aksanıyla içimizi eriten yakışıklı bir garsonun servis yaptığı parizyen Cafe Gourmand‘ın kapısının önüne atılmış ferforje masalarda bir kahve molası lütfen!

Kahve molasının ardından Kensington‘da Kings Road boyunca yürüyoruz. İlk durağımız Duke of York Square‘de yer alan Saatchi Gallery. Bence Londra’ya gelmişken mutlaka göz atılması gereken galerilerden burası. Şansımıza Korean Eye II sergisi var ve ücretsiz. Kolayca gezilebilen, enteresan bir kolektif sergi. 3 kat boyunca hiç sıkılmadan geziyorum Koreli sanatçıların işlerini. Sonrasındaysa bir nevi zaafım olan galeri ve müze mağazalarının Saatchi şubesinde buluyorum kendimi, bütün bu kitapları almak istiyorum yine.

Kings Road boyunca devam edince bak bu mağazaya kesin girmelisin diyor Duygu. Anthropologie ile tanışmam böyle oluyor. Rengarenk tabak çanaklar, süper şık giysiler, yatak örtüleri, defterler, kitaplar, mutfak önlükleri… Biri bana bu mağazada evlenme teklif ederse kabul ederim galiba. İnsanın her şeyi alası geliyor ama fiyatlar fena tuzlu. Kocaman göz bebekleriyle mağazayı gezip hiçbir şey alamamanın garip burukluğuyla çıkıyoruz. Tüketim çılgınlığı işte tam da bu, ihtiyacın olmayan şeyleri bile arzulatıyor sana. Ne yapacaksam fırın eldivenini. Çok güzel ama işte!

Biraz daha window şoparlığından sonra yine Duygu’nun gizli Londra adreslerinden Henry J. Beans‘e giriyoruz. Yanında bilen arkadaşla gezmek bambaşka. Normalde ne dış görünüşüyle ne de ismiyle bende içeri girme isteği uyandırmayacak olan bu pub’ın arka kapısı ağaçlı şirin mi şirin bir avluya açılıyormuş meğer. Demiştim ya Londra’da bütün pub’larda yiyecekler çok iyi diye, burada da öyle. Ortaya atıştırmalık dev bir tabak söylüyoruz; son gecemizin hatrına Pimm’simizi de bir oz cinli rica ediyoruz; maksat çarpsın, muhabbet olsun. 3 harfli dostumuz görevini başarıyla yerine getiriyor, biz de kahkahalar eşliğinde hesap ödeyerek Kings Road’a atıyoruz kendimizi yine.

henrybeans

Chelsea Quarter Cafe’nin önünden geçiyoruz. Yüksek tavanı, minimalist dekorasyonu, bol camlı cephesi, vitrininde duran tatlıların leziz görüntüsüyle bir sonraki Londra seyahatimde gidilecekler listeme ekliyorum burayı. Karnımız tok, bar modumuz da yok, The Dark Knight Rises’ı izlemek üzere Odeon Sineması’na giriyoruz yine. Çıkışta Londra’da Snog’un girilmemiş şubesi kalmasın sloganımıza paralel dondurulmuş yoğurdumuzu alıp evin yolunu tutuyoruz.

chealsecafe

Gün 13: İstanbul calling

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Geri dönüş vakti. Taksiyle Victoria Coach Station’a gelip Stansted otobüsüne biniyorum. Havaalanından Sushi ve teneke kutuda Pimm’s alıp uçağa biniyorum. Check-inimi en arka koltuğa yaptım ki ayakları uzatayım. Asya yemeği, Pimm’s, elimde NME’nin Reading özel son sayısı ile Londra’nın son kırıntılarıyla yerime yerleşiyorum. Önümdeki yabancı adam laptop’undan kulaklıksız bir şekilde İbrahim Tatlıses’in ‘mavi mavi masmavi gözleri boncuk mavi’ şarkısını üst üste defalarca dinliyor. Hostesler de ben de anlam veremiyoruz. Mavi gözlü bir Türk kızına aşık oldu heralde diyorum, başka mantıklı bir açıklaması yok. Kulaklığımı takip Reading’de çektiğim videoları izleyerek o güzel günleri anıyorum. Yine geleceğim Londra arayı açmayı pek düşünmüyorum.

ucaktapims

Londra’daki mutlaka uğranmalı mekanların, restoranların, bar ve dükkanların listesini yaptım. Foursquare’inize kaydetmek için tıklayın.

facebook londra fotoğraf albümü için de buraya tıklayın.

]]>
http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/ingiltere/londra/feed/ 5
Amsterdam http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/hollanda/amsterdam/ http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/hollanda/amsterdam/#comments Wed, 11 Apr 2012 08:01:48 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=189 Amsterdam’la Nisan ayında yarım kalan bir maceram vardı. Dutch Design Week için Hollanda seyahatimin sonuna ‘benim uçak biletimi daha geç bir tarihe alır mısınız’ diyerek 4-5 gün ekleyip ikinci bir randevuyu aldım ilk gittiğimde doyamadığım şehirden. Bu defa dolu dolu 5 günüm var. Üstelik tek başımayım. Airbnb’den kalacak yer, songkick’ten de iki süper konser ayarladım. Kafa dinlemeli,  müzikli, sanatlı, lezzetli yeni Amsterdam tavsiyelerine buyrun (eskilerine göz atmayı unutmayın, onlar da yazının devamında, orada da süper yerler var):

amsterdambike

İlk tavsiyem her zamanki gibi: mutlaka bisiklet kiralayın (ya da airbnb’de bazen ev sahipleri odaları bisikletle birlikte kiralıyorlar, benim kaldığım oda kirasına bisiklet de dahildi). Hem metro otobüs bekleme derdi hem de ona bilet alma para verme derdi olmuyor. Hava soğuk da olsa yağmur da yağsa çok ama çok keyifli. Biraz az fotoğraf çekiliyor o kadar. Nereden bisiklet kiralayabileceğinizle ilgili bilgileri ve fiyatları aşağılarda bulabilirsiniz.

Bisikletimiz hazırsa artık gezebiliriz:

Fietsflat

Stationsplein 17

Amsterdam’da motorlu araçtan çok bisiklet var. Bisiklet yolları her yerde var. Düz de bir şehir. Gerçekten genci yaşlısı takım elbiselisi eteklisi herkes ulaşımını bisikletle sağlıyor. Bizde nasıl park yeri problemi varsa Amsterdam’da da bisiklet park yeri problemleri mevcut. Fietsflat 2500 bisiklete ev sahipliği yapan (ücretsiz) katlı bir bisiklet otoparkı. Central Station’ın etrafındaki inşaat sebebiyle bisikletlere park edecek yer kalmayınca açılan yarışmayı kazanan VMX Architecten’in projesi buraya uygulanmış. Hayatımda bu kadar bisikleti bir daha görür müyüm bilmiyorum.

Kültürel:

Openbare Bibliotheek Amsterdam

(Oosterdokskade 143)

Halka açık kütüphane. Amsterdam’ın kuzeyinde, NEMO Bilim Müzesi’ne yakın. Mimarisi hayranlık uyandırıyor. Giriş katında bir adam piyano çalıyordu ve ünlü Hollandalı moda tasarımcısı Claudy Jongstra’nın bir sergisi vardı. Kütüphaneyi gezmeye başladık. Bir kat sadece multimedyaya ayrılmış. Binlerce film ve müzik CD’si Amsterdam halkının hizmetinde. İçeri girip kitap okuyup müzik dinlemek veya bilgisayarları kullanmak için kütüphaneye üye olmak gerekmiyor. Her katta ister izole ister daha sosyal çalışma alanları var, pencereler önüne konulmuş tasarım koltuklarla da keyifli okuma alanları yaratılmış. Halkı buraya çekmek için her şey yapılmış yani. Kütüphanenin terası Amsterdam’ın en iyi manzaralarından birine sahip olmakla ünlü ve yine bu katta yer alan cafede hem fiyatlar uygun hem de yok yok. Öğrenciyken eksikliğini hissettiğim böyle bir yerdi tam olarak.

Stedelijk Museum Amsterdam

(Museumplein 10 (Paulus Potterstraat))

9 senelik tadilattan sonra tekrar açılan Stedelijk Müzesi’nde Hollanda sanat tarihine damgasını vurmuş dönem ve işleri kronolojik bir şekilde izlemek mümkün. Her bir dönem ve akımı temsil eden sanatçıların işlerinin bulunduğu odalarda aynı zamanda bu akımların manifestosu, tarihteki yeri de anlatılmış bu nedenle diyalektik süreci de takip etmek mümkün. Alt katta 20. yy’ın yarısına kadar olan dönem işlenirken üst katta Hollandalı çağdaş ressam, tasarımcı ve sanatçıların işlerini görmek mümkün. Müzesinin içi de çok güzel, biraz büyük olduğu için yarım gün kesin belki 1 gün ayırmak gerek ama hiç acımayın ayırın derim. Van Gogh’un, Mondrian’ın ve diğer De Stijl sanatçılarının ve Cezanne’ın işlerini de görebilsiniz. İçeri girince sağ tarafta ücretsiz olarak kullanabileceğiniz dolaplara montlarınızı falan bırakabilirsiniz, vestiyere para vermeyin ve boşuna sıra beklemeyin. Mola vermek istediğinizde dışarı çıkmayın, üst kattaki cafe’de oturun. Çok keyifli bir yer ve sandviçleri, çorbaları süper.

Alışveriş:

United Nude Store

(Molsteeg 10 (Spuistraat))

Bolca turistin geçtiği işlek bir caddedeki bu ayakkabı mağazasının özelliği bu markanın kurucusunun ünlü mimar Rem Koolhaas’ın yeğeni Rem D. Koolhaas olması. Kendi de mimar olan Rem D. Koolhaas’ın United Nude macerası final projesini teslim ederken kalbini kıran kız arkadaşı sebebiyle tasarladığı bir ayakkabıyla başlamış. United Nude markasının son derece strüktürel ayakkabı tasarımlarında Yeğen Koolhaas’In mimari eğitiminin izlerini görmek mümkün. Peki mimarlık yapıyor mu kendisi sorumuza, şu an ünlü bir mimarla işbirliği içinde ama bina yapmak için değil cevabını aldık. Resmi bir açıklama olmasa da, daha önce de ayakkabılar tasarlamış olan Zaha Hadid’le United Nude’un flörtleştiğinin haberini aldık.  Ayakkabılar güzel, orijinal, bu mağazaya göz atılır.

The Frozen Fountain

(Prinsengracht 645)

Hollanda’da tasarım büyük mesele ve ülkede bolca süperstar kategorisinde tasarımcı var. Buradan evinize makul fiyatlarla tasarım ürünler almak isterseniz geleceğiniz adres ise The Frozen Fountain. İşleri müzelerde sergilenen sanatçı kategorisindeki bu tasarımcıların markalarla hazırladıkları özel koleksiyonları nispeten uygun fiyatlara buradan satın alabilir, ya da bu mağazayı müze gezermişçesine gezebilirsiniz. Scholten & Baijings’in Danimarkalı tasarım ürün zinciri HAY ile ortak çalışması neon mutfak bezleri ve nevresimler, Piet Hein Eek’in artık ahşaptan ürettiği dolaplar, Claudy Jongstra’nın halıları, Wieki Somers’in ünlü çaydanlığı, cool kitaplar, tasarım takılar ve daha neler neler…

Monki

(Kalverstraat 176)

monki

İskandinavya’nın H&M’i diyebileceğimiz Monki gerek mağaza tasarımı gerekse stiliyle beni kendine hayran bıraktı. Fiyatlar çok pahalı değil ama ortalamanın biraz üzerinde. Ama alacağınız giysiler gerçekten yüksek kaliteli ve her yerde benzerine rastlayamayacağınız tasarımlar oluyor. Bir de soğuk memlekete göre üretildiğinden buradan aldığınız bir kazak veya mont gerçekten sıcacık tutuyor. Monki’ye mutlaka bakın, hem mağazaya hem kıyafetlere aşık olun:)

Brandy Melville

(Leidestraat 43)

brandy

Bir diğer her ülkede olmayan dolayısıyla aldığınız şeyleri öyle herkesin üzerinde göremezsiniz kategorisinden mağaza da Brandy Melville. Genellikle salaş ama tarz kıyafetler var burada, gri tonlarında. Tek beden oluyor ama herkesin üzerine uyacak şeyler. Etekler, kazaklar, taytlar, çantalar falan çok iyi. Takılara da özellikle bakın. Ne tarz kıyafetler var bakmak isterseniz markanın instagram hesabını da takip edebilirsiniz: http://instagram.com/brandymelvilleusa

9 Straatjes

(Centrum)

Leidsestraat ile Raadhuisstraat arasında yer alan bölgeye 9 Sokak anlamına gelen 9 Straatjes deniyor. Burada çok tatlı butikler, cafe’ler, fırınlar, berberler, müzeler falan var. Çok şirin bir bölge alışverişe ya da bakınmaya kesin gitmeli.

Yeme içme:

Café Restaurant Open

(Westerdoksplein 20 (at Westerdoksdijk))

open

Eski bir köprü parçası restoran olarak yeniden işlevlendirilmiş, adı da Cafe Open olmuş. Amsterdam’da kanalların üzerindeki köprüler büyük gemiler geçebilsin diye açılır, bu köprü de açıldığı pozisyonuyla restoran haline gelmiş, kanalın ortasında kanala paralel bir şekilde duruyor. Daha küçük bir köprüyle ulaşılıyor her yeri cam olan bu restorana. İçi çok şık, menüde başlangıç ve ana yemek olarak ya balık ya et seçiyorsunuz, yanına da güzel bir şarap ve son olarak da tatlı. 40-50 Euro’ya keyif yapıyorsunuz.

open2

Kalabalık giderseniz herkesin yemeğinin aynı anda çıkmasına özen gösterdikleri için biraz beklersiniz. Servis hızlı sayılmaz. O yüzden aceleniz varsa gitmeyin. Benim henüz gidemediğim ama çok tavsiye edilen Eye Film Institut‘a yakın burası, aynı gün programına kondurulabilir :)

open yemek

Winkel 43

(Noordermarkt 43 (at Westerstraat))

winkel

Amsterdam’ın yerlilerinden aldığım bilgiye dayanarak iddia ediyorum ki Amsterdam’ın en iyi elmalı turtası Winkel’de yenir.

MOES eet- en drinklokaal

(Prins Hendrikkade 142)

32696 0_d1b50c615164dcb5ea58e0b60789c40c

(Fotoğraf http://www.iens.nl adresinden alınmıştır)

Kütüphane’ye ve NEMO’ya yakın yani Amsterdam’ın kuzey kısmında yer alan bu restoranın dekorasyonu oldukça ilginç. İçerde havaalanı tabelaları falan var. Menü biraz fazla gurme. Bıldırcın var, geyik var. Ben sevmedim, yiyemedim. Ama burada her şey organikmiş. Alternatif bir yer arayanlara öneririm, bıldırcın dışında bir şeyler deneyin belki seversiniz.

Caffè 500

(Albert Cuypstraat 59)

cafe500

(Fotoğraf http://dewittetruffel.blogspot.com adresinden alınmıştır)

Amsterdam’ın turist istilasına uğramamış, gençlerin yaşadığı, tatlı cafelerin barların olduğu bölgesi De Pijp’de ismini Fiat’ın efsane arabası Fiat 500’den alan bir İtalyan restoranı. İçeride 10 masa ya var ya yok, küçük samimi bir ortam, loş. Çalışanlar İtalyan ve çok sempatikler. Fiyatlar uygun. Güzel yemek eşliğinde keyif yapmalık ve hemen vitrinde bulunan Fiat 500’le fotoğraf çektirmelik orijinal bir yer.

Zadelhoff Cafe

(Stedelijk Müzesi içinde)

zedel

Yeni restore edilmiş Stedelijk Müzesi’nin üst katındaki cafe. Somonlu sandviçi ve domates çorbası leziz. Kahveler mis gibi kokuyor ve tatlıları da son derece iştah açıcı gözüküyor. Birinci kat ile ikinci kat arası bir mola vereceğinizde oturmanız için harika bir yer. Yanınızda muhtemelen sanat sohbeti yapmakta olan entel çift de default olarak geliyormuş. İçeri girmek için müzeye giriş ödemeniz gerekiyor bu nedenle müze gezmek için geldiğinizde gitmeniz mantıklı olur :)

Khorat Top Thai

(Tweede Constantijn Huygensstraat 64HS)

khorat

Buranın adresini de yine Amsterdam’lı bir arkadaşımdan aldım. Küçücük bir Thai restoranı. Aslında şehir merkezine (Leidseplein) çok yakın olan Overtoom caddesi üzerinde sayılır, Overtoom ile Constantjin Huygensstraat kesişimindeki köşede, bir iki basamak inerek giriliyor. İçeride 10 masa falan var. Çalışanlar Taylandlı. Fiyatlar makul. Ve dünyanın en lezzetli Pad Thai’sini yemeniz muhtemel. Deniz mahsüllüsünü tavsiye ederim. Şimdiden afiyet olsun. (Görsel http://www.goscoville.com/ adresinden alınmıştır)

Otaru

(Frans Halsstraat 2)

otaru

Adresi yine Amsterdam’lı arkadaşımdan alınmış, turist kazıklanmalarından çok uzak, makul fiyatlı, alabildiğine lezzetli, Uzak Doğulular tarafından işletilen bir Uzak Doğu restoranı. De Pijp’e, bir de Paradiso’ya yakın. İkisinin arasında denebilir. Kalabalık gidecekseniz rezervasyon yaptırmanızı öneririm.

2012-10-27-5435

Menüden tek tek seçim yapabileceğiniz gibi masanın üzerindeki kartta bulunan fırsatlı menülere de göz atabilirsiniz. Biz fırsat menülerinden seçtik birer tane. Küçük küçük 10larca çeşit yemek geldi. Hem gözümüz hem karnımız doydu hem de çok bir şey ödemedik. Yemeğin üzerine yeşil çaylı ya da susamlı dondurma da mutlaka yemelisiniz.

Gece / Konser / Müzik:

Melkweg

(Lijnbaansgracht 234A (Leidseplein))

2012-10-28-5685

Amsterdam’ın ünlü konser mekanı Melkweg Amsterdam’a gidilmişken görülmesi gereken bir mekan. Bizim Taksim gibi denebilecek Leidseplein’e çok yakın. Amsterdam’a gideceğiniz tarih belliyse ve burada bir konser izlemek istiyorsanız önceden biletlere bakmanızı tavsiye ederim. Buraya %80 çok iyi isimler geldiği için biletler uitverkocht oluyor; yani tükeniyor. www.melkweg.nl adresinden konser takvimine baktıktan sonra biletinizi www.ticketmaster.nl  adresinden online olarak alabilirsiniz. Ortalama 20 Euro olan biletleri evde kendiniz basarsanız hem postada kaybolma riski yok hem de ekstra para ödemezsiniz. Ama bilet satın alıp basmak yetmiyor. Bir de aylık Melkweg üyeliğinizin bulunması gerekiyor. Bu üyeliğin bedeli Melkweg için 4 Euro. Ticketmaster’dan biletinizi alırken  satın alabilrsiniz. Yani konser mekanına elinizde iki A4 çıktı ile gitmeniz lazım. Eğer üyeliği önceden almazsanız kapıda da alabilirsiniz ama uzunca bir sıra beklemeniz gerekiyor.

Sugar Factory

(Lijnbaansgracht 238 (Leidseplein))

2012-10-29-5699

Melkweg’in hemen karşısında yer alan Sugar Factory Pazar geceleri için Wicked Jazz Sounds diye bir konsept geliştirmiş. Girişi 9 Euro olan bu etkinlik 12’de başlayıp sabaha kadar sürüyor. DJ’ler, canlı gruplar, doğaçlama şekilde hip-hop, jazz, soul, funk ve dans müziği sentezliyorlar sahnede. Pazar gecesi başka alternatif olmadığı düşünülürse oldukça güzel konsept. Saat 2’ye doğru içerisi de iyice doluyor, herkes dans ediyor. Hem de Sugar Factory Leidseplein’de Melkweg’in tam karşısında. Pazar gecesi ne yapsak diye düşünenlere avsiye edilir. Ayrıntılı bilgi için: http://www.wickedjazzsounds.com

Paradiso

(Weteringschans 6-8 (Leidseplein))

paradiso

Paradiso Melkweg’in bir boy büyüğü. Melkweg 2, burası 3 katlı. Sahnesi daha ihtişamlı. Yine Leidseplein’e çok yakın olan bu efsanevi konser mekanı normalde DJ’lerin sahne aldığı bir gece klubü. Ama çok sık konserler gerçekleşiyor ve bu konserlerin biletleri çok önceden bitebiliyor. Eğer Paradiso’yu dünya gözüyle görmeyi istiyorsanız Amsterdam’da bulunacağınız tarihler belli olunca www.paradiso.nl adresinden ne konseri varmış diye bir bakmanız ve ilginizi çeken bir şey varsa önceden bilet almanız gerekiyor. Yine Melkweg’deki gibi biletinizi www.ticketmaster.nl adresinden alabilirsiniz. Buranın aylık üyeliği ise 3,5 Euro ve yine bilet alırken satın alabiliyorsunuz. Aşağı yukarı aynı şeyler burada da geçerli. Konser fiyatları yine yaklaşık 20 Euro.

bisikletparkyeri

Buranın bir güzelliği de hemen yanında kapalı bir bisiklet park yeri olması. Amsterdam’da özellikle yoğun bölgelerde bisiklet için park yeri bulmak çok zor. Amsterdam Belediyesi çalışmış, Paradiso’nun hemen yanına yerin altına inilen bir bisiklet otoparkı yapmış. 24 saat açık, ücretsiz. Benim gibi beceriksizseniz bisikletinizi indirirken yardım da ediyorlar. Hayran kaldım yine.

Café de Pijp

(Ferdinand Bolstraat 17-19 (Daniël Stalpertstraat))

cafede

De Pijp’te güzel müzik eşliğinde sohbet etmek, sakin sakin bira içmek için güzel mekan. Canınız isterse dans da edersiniz, ama etmezseniz de kimse yadırgamaz. Herkes kafasına göre.

Konaklama:

Lloyd Hotel

(Oostelijke Handelskade 34)

‘Cultural Embassy’ ünvanına sahip LLoyd Hotel 1921 yılında Doğu Avrupa’dan Güney Amerika’ya gidecek olan imigrantların konaklamaları için inşa edilmiş ve bu nedenle değişik bir mimariye sahip.

1. kattaki odaları ortak banyoluyken 5. katta daha büyük metre kareli lüks suitlere sahip Lloyd Otel her bütçeye hitap etme iddiasını istiridye de hamburger & patates kızartması da bulunan restoran menüsüyle de sürdürüyor. Orijinal mimarisini korurken içi Hollandalı tasarımcılara emanet edilmiş otel kendini Hollanda tasarımı için bir vitrin olarak konumlandırmış ve aynı zamanda buram buram tarih kokuyor.

Otel şehrin biraz kuzeyinde yer alıyor, Halk Kütüphanesi’ne, ana tren istasyonuna yakın; tramvay ile merkeze gitmek de 15 dakika falan sürüyor.

DDW davetlisi olarak 2 gece otelde kaldıktan sonra kendi başıma geçireceğm günler için airbnb’den ev tuttum. Bununla ilgili ayrıntılı bilgiler başka bir blog yazsının konusu. Ama kesinlikle otelden, hostelden daha iyi bir seçenek.

amsterdam

coffeshop & smartshop:

Coffeshop‘lar Amsterdam’da yasal olarak esrar ve haşiş satın alabileceğiniz ve içebileceğiniz yerlere verilen ad. Buralar öyle batakhane gibi yerler değil gayet düzgün cafe’ler. Menüler oluyor. Satın alacağınız otun downer / stoner / high / body high / mental high gibi etkileri puanlanarak size açık bir şekilde ifade ediliyor. Satış yapan kişilere tam olarak ne istediğinizi anlatıp etkilerini sorarak tavsiyeler de alabilirsiniz. Satın alırken size pasaport sorulacak. 18 yaşından büyük bir Türk vatandaşı olarak ot satın almanızda sakınca yok.

Genellikle özellikle iyi ve daha pahalı otları ot olarak satın alıp kendiniz sarmanız ya da içerideki nargile benzeri vaporizer’ları kullanarak içmeniz gerekiyor. Vaporizer’ı kullanmayı bilmiyorsanız yardımcı oluyorlar. Eğer otunuza tütün karıştıracaksanız bu mekanların çoğunda sigara içme yasağı olduğu için genellikle alt kattaki smoker bölümüne gitmenizi rica edecekler. Ağır bir şey içmek istemezseniz otunuzun içine smartshop’lardan satın alabileceğiniz nane benzeri otları karıştırabilirsiniz. Yanında da nane çayıyla güzel olur. Hem daha hafif bir şey içmiş olursunuz hem de smoker bölümüne inmeniz gerekmez. Otu satın alırken size sarmak için kağıt da veriyorlar ama bunları yne smartshop’lardan veya bazı coffeshop’lardan temin edebilirsiniz. Genellikle 2-3 sigaralık otların fiyatları 5-10 Euro arasında değişiyor. Hazır sarılı olanlar biraz daha pahalı olabiliyor.

shop

Bir de coffeshop’larda space cake denilen esrarlı muffin’ler satılıyor. Ben hiç denemedim ama etkisinin gelmesi sindirim hızınıza göre biraz daha geç olabileceğinden bütün arkadaşlarınız ot sarıp içerken space cake yememenizi tavsiye ederim. Hem etkisi onlara göre daha geç gelip daha uzun süreceğinden hem de muhtemelen farklı bir kafa yaşayacağınızdan tribe girebilirsiniz. Herkes kek yiyorsa siz de yiyin, çıkıntılık yapmayın:)

Kesinlikle tavsiye edebileceğim iki coffeeshop: De Dampkring ve Greenhouse Namaste. Hemen Leidseplein’deki Bulldog’u tavsiye etmem. Çok turistik. De Dampkring’de en son C5 diye bir şey denedik ki gerçekten çok çok enteresan.

smart

Smartshop‘larda ise ot (haşiş veya esrar) satılmaz. Buralarda ot içmek için bong, pipe, grinder, kağıt, çakmak, otun içine karıştırıp sarılabilen ya da çay olarak içilebilen esrar olmayan başka ot gibi pek çok aksesuarın yanısıra ‘magic mushroom’ olarak bilinen truffle’lar satılır. Truffle’ları yine halisünasyon, body high, visual, audial… gibi etkileri puanlanmış bir şekilde menülerden seçebilirsiniz. İlk kez deniyorsanız düşük gramajla başlamanızı tavsiye ederim. Mantarın etkisi ota göre daha uzun süreceğinden bu işe yarım gününüzü ayırmanız gerekiyor. Zararsız olan ama 6 ayda bir defadan fazla kullanmamanız gereken magic truffle’la iligli aklınızdaki soru işaretlerini gidermek için magic truffle web sitesini ziyaret edebilirsiniz. Bu mantarın soğukta muhafaza edilmesi gerektiğinden aldıktan sonra hemen yemeniz gerekiyor. Yani yasa dışı olmamasına rağmen mantarı alıp buraya getirmeniz mümkün değil. Ama illa da Türkiye’de mantar yemek istiyorum diyorsanız evde kendi mantarınızı üretmeniz için kitler de satılıyor smartshop’lara. Ben yapmayı hiç denemedim ama yasal olduğunu biliyorum. Mantarı aç karnına, parçaları iyice çiğneyerek ve bol su içerek tükettikten sonra biraz bekleyin ve hayal gücünüzün sizin için hazırladığı süprizin tadını çıkarın. Dolphin’s Delight başlangıç için önerebileceğim bir mantar. Fiyatı 15-20 Euro. Güzel müzikler eşliğinde çok keyifli oluyor. Bir de kuru olarak satılan mantarlar var ama onu da hiç denemedim.

2012-10-28-5449

Amsterdam inanılmaz keyifli bir şehir. Ülkemizde yasal olmadığı için buraya gitmişken esrar gibi şeyler denemek ilginç bir deneyim olabilir ama şehri görmeden dönmeyin, pişman olursunuz :) Son olarak her geri dönüşümde kendime söylediğim cümle: Bisikletimi özledim. Keşke burda da her yere bisikletle gidip gelebilsem.

 missmybike

Daha fazla adres ve öneri için Nisan’daki Amsterdam notlarıma da göz atın:

IMG 0872

Çok gezenler kulübu Brüksel – Amsterdam rotasının ikinci durağı Amsterdam’a gitmeden önce yine dersimi çalışıyorum. O bar senin bu müzik benimKanal kenarında para harcama ve Amsterdam’da mutlaka başlıklı üç görülecekler listesi çıkarıyorum kendime.

Brüksel‘den bindiğim tren 2 saat sonra Amsterdam Centraal Station’a varıyor. Hava kapalı. Metroyla Waterlooplein’a geliyorum. Kanal kenarındaki tatlı otelim Hotel Hermitage buradan yürüme mesafesinde. Kedimiz de var. Kedi var ama asansör yok otelde ve oda da 5. katta! Amsterdam’daki sıra evlerin çoğu dar ve alçak katlı olduğu için asansör pek yaygın değil. (Aşağıdaki fotoğrafta da dünyanın en küçük apartmanı var sanırım, gördünüz mü?)

IMG 0849

Bu maceramın konsepti ‘3 günde bisikletle Amsterdam’ olduğundan bavulları bırakıp hemen bisiklet kiralamaya gidiyoruz. Şehirde sıkça görebileceğiniz tüm kırmızı bisikletler MacBike‘tan kiralanmış. Biz de oraya tercih ediyoruz. Zorunlu olmamakla beraber çalınma ve hasara karşı sigortasıyla beraber 3 günlük bisiklet kirası 37,5 Euro. Bu bizim alışkın olduğumuz elle fren yapılan modelin fiyatı. Amsterdam’da daha sık olan ayakla fren yapılan modellerin kirası daha uygun ama trafikte bisiklet kullanmak ciddi iş, alışkın olduğumuz modeli almakta fayda var.

Arabadan çok bisikletin olduğu şehrin her yerinde buna paralel olarak bisiklet yolları, bisiklerlere özel ışıklar ve tabii uyulması gereken kurallar var. Bunların anlatıldığı kitapçığı dikkatlice okuduktan sonra Mac Bike’ta çalışan görevli bisikletimizin çalınmaması için nasıl kitleyeceğimiz konusunda bilgilendiriyor bizi. Baya karmaşık, ama ilk günün sonunda alışılıyor, hatta zevkli bile. Artık şehri bisikletle keşfetmeye hazırız!

Brüksel’deki gibi elimde haritayla adres aramak, ‘işte şimdi buradayım’ demek bisikletle çok mümkün değil Amsterdam’da. Bir yandan Amsterdam Brüksel kadar küçük de değil. Mesafeler bisikletsiz zor. Bisikletin bir diğer dezavantajı da Brüksel’deki kadar çok fotoğraf çekememem oldu. Yine de bence Amsterdam’da bisiklet bir MUST.

Karnımız aç. İlk durak Barselona’dan sevdalısı olduğum Wok to Walk. En yakın şubesinin olduğu Rembrantsplein’e bisiklete gitmek 5 dakika bile sürmüyor. Burada bir de Güllüoğlu Baklava var. Ama daha çok cafe konseptinde, yemek falan da var. Enteresan:) Wok to Walk Barselona’da da diğer yemek yenecek alternatiflere göre pahalıydı. Burada da durum aynı. Yine de öyle canım çekmiş ki menüye bakmadan sipariş veriyorum. Karnımız doyduktan sonra yol yorgunluğuyla bir yerler keşfetmektense bilindik bir yere gidelim diyoruz, hedefimiz Leidseplein.

Yağmur durmuş, güneş açmış, meydanda müzisyenler, kafelerde insanlar. Buraların en ünlü coffeeshop’u Buldog’a oturuyoruz. Menüde çok az seçenek var ve içerdeki atmosfer güzel değil. Karanlık, duman altı. Önünde açık havada oturup skunk deniyoruz. Üzerine tatlı yemezsek olmaz! Mc Donalds’dan Hollanda spesyalitesi stroop waffle’lı McFlurry’yi mideye indirdikten sonra otele gidip akşama kadar dinleniyoruz.

Akşam yemeğinde Zushi‘ye gidiyoruz. Mekan ve dekorasyon çok güzel ama sushi’lerde iş yok maalesef. Belki de ben HK sonrası çok seçici oldum, bilemiyorum.

Yemekten sonra bisikletlere atlayıp ortamına bir göz atmak için Soundgarden‘a gidiyoruz. Alternatif rock çalan salaş bir bar burası. Güzel havalarda oldukça keyifli olduğunu tahmin ettiğim bir arka bahçesi var kanal kenarında. Şimdi hava buz gibi ama. Langırt ve bilardo masaları, tilt (pinball) var içerde. Herkes kafasına göre takılıyor. Güzel müzik, rahat koltuklar, masa sandalyeler de var bar tabureleri de. Kalabalık gelip takılmak için oldukça keyifli bir yere benziyor.

İlk içkilerimizi burada içtikten sonra çok gezenlerle buluşmak üzere De Pijp‘e doğru pedal çeviriyoruz. Bisikletlerimizle adresi ararken yolda Ece ve Ecemen ile karşılaşıyoruz. Ecemen benim bisikletimin arkasına biniyor, Ece de Berkin’in. Sonunda buluyoruz bir sürü barın olduğu meydanda Café De Groene Vlinder‘i.

Burada gerçekten hiç turist yok. Herkes sarışın. Boy ortalaması 1.90. Ortamı Kiki’yi andırıyor bana. Müziklerse bi’ çok iyi bi’ çok kötü, ortası yok. Alkol alınca eğlenmemek mümkün değil. Hınca hınç dolu bardan elimde Bora, Ece ve Berkin’e aldığım shot bardaklarıyla çıkmaya çalışırken Hollandalılar başımı falan okşuyor. Kısa olmak sevimli bir şey demek ki burada. Kendimi Devler Ülkesi’ndeki Gulliver gibi hissediyorum.

Güzel bir gecenin ardından bisikletlere atlayıp otele dönüyoruz. Otelin bahçesinde sohbet muhabbet ettikten sonra sabahında başka memlekette uyandığım bu yorucu günü noktalıyoruz.

Pazar sabahı haliyle biraz hangover’ız. Geç bir kahvaltı için yine otelimizin yakınlarda, Waterlooplein’da da bir şubesi olan Bagels & Beans‘e gidiyoruz. Çok şirin bir cafe, çalışanlar da çok sempatik. Menü dopdolu, seçerken çok zorlanıyoruz. En sonunda ben keçi peynirli bagel seçiyorum, Berkin çikolata ve krem peynirli bir menü seçiyor. Gerçekten her şey inanılmaz lezzetli. Zaten ortam da çok keyifli.

IMG 0867

Karnımız tok atlıyoruz bisikletlere. Serin ama güneşli bir hava. Kanallardan köprülerden, Amsterdam’ın yan yatmış evlerini izleyerek bisiklet sürmek inanılmaz keyifli. Dam meydanından geçerken gözlerimi lunaparktan alamıyorum. Hava bu kadar güzel olmasa görmek istediğim çok müze var burada. FOAM, Van Gogh Müzesi, Rijk Müzesi ve Anne Frank Huis en başta gelenler. Ama yarımşar gün ayırmadan hakkını veremem gibi geliyor. Bir dahaki sefere diyerek Cafe Brecht‘in önündeki masalardan birine oturup yüzümüzü güneşe verip keyif yapıyoruz.

Cafe Brecht’in dekorasyonu da harika. Eski yırtık duvar kağıtları, her biri birbirinden farklı antika koltuklar, yine antika porselen tabak çanaklar. İçerde zaman Bertolt Brecht’in oyunlarını yazdığı bir anda durmuş gibi. Montsuz geldiğim Amsterdam’da üşüttüğüm boğazıma iyi gelsin diye sıcak çikolata içip bedenimi güneşte şarj ediyorum bu keyifli kafede.

Buradan çıkıp Museumplein‘e gidiyoruz. Van Gogh ve Stedejilk Müzesi‘nin de aralarında olduğu pek çok müze burada bir arada. Bir de şu ünlü i amsterdam yazısı da burada. Çimenlerde yayılıp keyif yapanları görünce canımız çekiyor, bisikletlere atlayıp Vondelpark‘a gidiyoruz. Şehrin merkezinde, içinde bisiklet yolları, oyun parkları, koşu parkurları, göller, kafeler ve bol bol yeşil alan olan bu parkta bisiklet sürmek öyle keyifli ki, imreniyorum pazar günlerini böyle geçirme lüksü olan Amsterdamlılar’a. Top oynayanlar, piknik yapanlar, bisiklete binenler, koşanlar, çocuklar, köpekler. Cennet galiba burası.

Konserlerin, sergilerin gerçekleştiği; film gösterimleri, haftalık yoga dersleri, workshop ve partilerin yapıldığı alternatif bir kültür merkezi olan OT301 adını adresinden alıyor. Radikal ve aktivist bir sanat topluluğunun hayata geçirdiği bir proje olan Overtoom Caddesi 301 numaraya bir Pazar akşamüstü uğruyoruz ve henüz biten bir konserin çıkış kalabalığına denk geliyoruz. http://www.ot301.nl sitesiden etkinlik takvimine göz atıp bir şeyler yakalamak enteresan olabilir. Çok amaçlılığı, etkinlik türüne göre kolayca yeniden düzenlenilebilirliği burayı rahat, esnek bir yer haline getirmiş. Etkinliğe göre biletler 5-10 Euro arasında değişiyor. Eğer öncesinde veya sonrasında uygun fiyata bir şeyler atıştırmak isterseniz yemeğinizi önceden internetten ayırtmanız gerekiyor. Farklı, mainstream olmayan müzikler dinlemek, enteresan etkinliklere katılmak isterseniz adres burası. Bence süper bir ortamı var, görülmeli.

OT301’in ortamına göz attıktan sonra aynı cadde üzerinde Friday Next‘e gidiyoruz. Burası bir tasarım mağazasının showroom’u ama aynı zamanda da aydınlık, şık bir kafe. Burada satılık tabloların, çanta, avize ve daha pek çok objenin dekorasyonun parçası olduğu ortamda, yine satılık masa sandalyelerde bir şeyler yiyip içebilirsiniz. Alt katta bir de galeri var. Düzenli olarak süreli sergiler yapılıyormuş. Masa sandalye almak zor olur ama Friday Next’in çantaları süper hem de alıp evinize getirebilirsiniz.

Buradan çıkıp Leidseplein’deki Apple Store’a uğruyoruz. Apple Store’un önünde bir sokak müzisyeni kontrbasıyla tek kişilik bir şov yapmakta. Şehrin her köşesinden keyif fışkırıyor resmen.

IMG 0874

Leidestraat‘ta yürüyoruz biraz. Henri Villig‘de peynirlerin tadına bakıp beğendiklerimizden alıyoruz. Hava güneşli olduğu için meydanlarda parklarda herkes kendini çimenlere atmış durumda. Rembrandplein‘de de durum böyle.

IMG 0563

Acıkınca Rembrandtplein ve Muntplein arasında kalan Regulierstraat‘ta Burger Bar‘a giriyoruz. Burası renkli self service bir hamburgerci. Girince sağda büyük bir ortak masa, solda da bar taburelerinde oturabileceğiniz yüksek masalar var. Büyük masanın köşesi ısırılmış gibi kesilmiş, üzerinde buranın sloganı yazıyor: bite me! Hemen kasanın üzerinde, sadece patates ve hamburger olan menüye bakıp sipariş veriyoruz. Hamburgerin fiyatı etin tipi ve gramajına göre 4,95 ile 12,95 arasında değişiyor. Hamburgerin içine koyduracağınız ekstra malzemeler de ortalama 1 Euro.

Hamburger yetmez diyenlere patates kızartması 2,20, ev yapımı leziz soslar 0,50, içeceklerse 2 Euro. Sipariş verip, isminizi söyleyip beklemeye başlıyorsunuz. Beklerken kokulardan çıldırıyorsunuz zaten. Ben keçi peynirli ve mantarlı 200 gr siyah angus etinden hamburger, yanında patates, sarımsaklı mayonez, barbekü sosu ve körili ketchup sipariş ettim. Mc Donalds’da yiyeceğinizin iki katı doyuruculukta ve bilmem kaç katı lezzette bir menü oluşturmak isterseniz 10-15 Euro ödemeniz gerekiyor. Türkiye’de bu ayardaki hamburgercilerle karşılaştırınca fena bir fiyat değil. Benim siparişim 13,75 Euro tutuyor mesela. Gerçekten leziz. Dam Meydanı yakınlarındaki Spui’de de bir şubesi olan hip hamburgerci Burger Bar’a acıkınca bir uğrayın derim. Bisikletiniz de varsa yakıyorsunuz nasılsa.

Yemekten sonra cok gezen tayfayla De Dampkring adlı coffee shop’ta buluşuyoruz. Rahat bir ortamı var ve güzel müzikler çalıyor. Montsuz geldiğim Amsterdam’da bisiklete binerken rüzgar yediğim için sesimi kaybettim. Gittiğim her yerde sıcak bir şeyler içiyorum. Burada da bir nane çayı işimi görür. Rahatlatıcı bir şeyler istiyoruz, Calimist öneriyorlar. Gerçekten de rahatlıyoruz ve keyfimiz de yerinde. Buradan çıkıp hemen yan tarafta renkli cephesiyle ilgimizi çeken Bloemenbara göz atıyoruz. Son derece keyifli. Yarın gelelim o zaman. Zaten bu civarda (Spui çevresi) bol bol bar var. Bi gezinmek lazım. Gündüz de alışveriş için gelebilirsiniz. Özellikle spor ayakkabı satan mağazalara vuruldum.

Bardan çıkıp tatlı krizimizi bastırmak üzere yine McDonalds’da buluyoruz kendimizi. Bu defa Mars’lı McFlurry deniyoruz ama tam bir hayal kırıklığı. Yine de silip süpürüyoruz. Şimdi uyku zamanı! Yarın son ‘tam’ günümüz!

3. günümüzde kahvaltı etmek için Eren’in gitmeden yazdığı yazı sebebiyle de hayallerimizi süsleyen, menüsünde 75 çeşit pancake olan The Pancake Bakery‘ye gitmek üzere bisikletlere atlıyoruz. Pazartesi sabahı bisikletler için bile iş trafiği var. Anna Frank’ın müze evinin önünden geçerek yaptığımız Amsterdam şartlarında uzun bir yolculuktan sonra The Pancake Bakery’nin kapısına gelince mekanın 12’de açıldığını öğreniyoruz. Karnımızı kesinlikle başka bir şeyle doyurmak istemediğimizden Haarlammerdijk‘e gidiyoruz. Burada biraz oyalanıp geri döneceğiz.

Haarlamersdijk merkezden ve dolayısıyla turist istilasından uzak bir alışveriş caddesi. İkinci el butikler, giyim mağazaları, cafe’ler, şarküteri ve marketler var. Erken saatler olduğu için bazı mağazalar açılmamış. Ama akşamüzeri gezilesi bir yer kesinlikle. Ben Restored ve Rumors Vintage‘a bayıldım. İçine girmedim ama onlarca çeşit çay ve çayla ilgili aksesuarların satıldığı Tea Bar da dışardan harika gözüküyordu. Saat 12’ye doğru pancake’ciye geri döndük, bir de ne görelim, önünde açılmasını bekleyen insanlar kuyruk olmuş! Demek ki doğru yerdeyiz. Saat tam 12 olunca güleryüzlü garsonlar bizi teker teker yerlerimize oturtup pancake’lerle dolu menüyü getiriyor önümüze. Eski ve karanlık bir depo olan pancake’cide sadece tatlı değil tuzlu pancake’ler de var.

Madem kahvaltı için geldik bir bacon & cheese’li pancake sipariş ediyorum önden, yanında kahve ile. O kadar leziz ki kelimelerle tarif etmek imkansız. Yalnız biraz büyük! Tatlısını da deneyelim diyip bir de bademli, karamelli, dondurmalı ‘Brasilian’ pancake sipariş etmeseydim iyiydi! Artık çok geç! Gideceklere tavsiyem, hem tatlı hem tuzlu pancake denemek isterseniz, birer tane sipariş edip bölüşün. Çünkü porsyonlar gerçekten devasa! Bacon & Cheese’li üzerine yediğim tatlı pancake, belki de tıka basa dolu olduğumdan diğeri kadar leziz değil, ama yine de inanılmaz lezzetli. Yani demem o ki tuzlu pancake’ler de mutlaka denenmeli. Biz karnımız tok mutlu bir şekilde pancake’ciden çıkarken bu defa Deniz, Sezyum ve Hazal geldiler mekana. Kesin başka pancake’ler sipariş etmişlerdir, onlara da sormak lazım ne tavsiye ederler diye…

4 pancake, kahve, çay ve portakal suyu 65 Euro tutuyor, biraz tuzlu, karnımız da epey doydu. Hava güzel, Spui’de gezmek, sonra Dam’daki lunapark’ta birşeylere binmek için güzel bir zaman. Ünlü Redlight District’in eski tadı kalmamış, ellerinde fotoğraf makinalarıyla teyzeler geziyor diyorlardı ya, doğruymuş. Hiç girmiyoruz bile. Dam yakınlarında kalabalık caddelerde ve Spui etrafında küçük sokaklarda vitrin bakıyoruz. Wolvenstraat ve Heerengracht kesişiminde harika mağazalar var: (Lompgraphy Gallery‘nin olduğu sokak): Second Best ikinci el butiği, Kaldi Cafe, ve fiyatları biraz tuzlu olan butikler Closed ve Spoiled‘e bayıldım mesela. Mağaza gezdikten sonra da şu görmüş olduğunuz enteresan alete biniyoruz. Şehrin tam merkezinde Lunapark olması bile bu şehri çok iyi özetliyor aslında. Sarhoş gibi iniyoruz aletten. İnanılmaz bir adrenalin yüklemesi. Şimdi bir smartshop bulup bir de şu truffle’lardan denemeli, Spui’deki Magic Mushroom Gallery iyiymiş diye duyduk! (Truffle deneyimlemek istiyorsanız 4-6 saatinizi buna ayırmanız gerekiyor. Smartshop’lardaki görevliler sizi bu konuda bilgilendirip yardımcı oluyorlar).

Değişik deneyimlere adanmış bir gecenin ardından İstanbul’a döneceğimiz güne uyanıyoruz. Havaalanına gitmeden kahvaltı etmek için Brezel‘e gidiyoruz: adı üstünde burada Pretzel var. Dükkan son derece orijinal ama ben pretzele bayılmadım. Amsterdam orijinalli olmayabilr ama bence Amsterdam gezinizde pretzel’i es geçip bagel yiyin. Yine de karnımız doydu ya! Buradan sonra Waterlooplein’da bit pazarına hızlıca göz attıktan sonra bisikletleri iade etmek üzere MacBike’a gidiyoruz yine. Ben bisikletimden ayrılmak istemiyorum. Duygusal anlar yaşıyoruz. Ama mecburen vedalaşıyoruz.

Sonrasında giderayak keşfettiğimiz içinde Buddha heykelleri olan Greenhouse Namaste Coffeeshop‘ta son bir keyif yaptıktan sonra (ki burası da de dampkring gibi çok başarılı bir coffeeshop) havaalanına doğru yollanıyoruz. Hava daha güzelken yine geleceğim Amsterdam! 3 gün yetmedi daha yapacak, keşfedecek çok şey var!

yine amsterdam’da da aradığı bütün adresleri foursquare sayesinde bulan ben size de tavsiye ettiğim mekanları bir liste yaptım, işinize yaraması dileğiyle ;)

]]>
http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/hollanda/amsterdam/feed/ 3
Brüksel http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/belcika/bruksel/ http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/belcika/bruksel/#comments Wed, 11 Apr 2012 07:59:15 +0000 http://www.cizenbayan.com/?p=159 Çok gezenler kulübu Brüksel – Amsterdam maceram yaptığım araştırmalarla başlıyor. Bu defa ders çalışıyorum gitmeden biraz. Twitter’dan ‘nerelere gitmeli Brüksel’de?’ sorusuna aldığım cevaplar ve Brüksel sevdalısı Ani‘nin de önerileriyle Gezintide ve Sokakta başlığında notlar çıkarıyorum. Malum, dönünce yazmak lazım. He bir de pek çoklarının ‘Brüksel çok sıkıcı bir yer’ iddialarını çürütme misyonu ediniyorum kendime. İddia ediyorum gezmeyi bilene hiçbir yer sıkıcı değildir. Ben de bu iki buçuk günlük macerada turistik klişelerden kaçıp Brükselliler’in gittiği mekanları keşfetmeye adayacağım kendimi.

 
Haydi başlıyoruz!
 
Sabiha Gökçen’den tam saatinde kalkan uçağımıza binmemizden yaklaşık 4,5 saat sonra Hazal, Gizem, Deniz ve ben  yerel saatle 13.05’de Brüksel’deyiz. Bavulları aldıktan sonra  birer harita edinip bu benim hiç bilmediğim şehirde trene biniyoruz. Akşam ne yapalım falan diye konuşurken daha 15 dakika geçmeden benim durağım Gare du Nord’dayız. Buradan bir durak da metroyla gidiyorum. Metrodan iner inmez burnuma waffle kokuları gelmeye başlıyor: dakika bir gol bir. Diyeti bozmamak imkansız olacak burada. Yağmur çiseliyor. Çok az yürüyüp hemen otelimi buluyorum. Bavulu bırakıp yarım saat kadar gideceğim adresleri elimdeki haritada işaretledikten sonra kendimi sokaklara bırakıyorum.

bağdat caddesi tarzı: Rue Neuve (Nieuwstraat)

Otelden çıkar çıkmaz Rue Neuve’deyim. Sağlı sollu dükkanlar içinde bilmediğim yerel markalar da var; Zara, Mango, H&M, Pull & Bear, Bershka gibi mağazalar da. Tam Avrupada’ki herhangi bir alışveriş caddesi burası diye düşünürken Singapur’da aşık olduğum Forever 21‘i görünce çok mutlu oluyorum. İçeri girip dev mağazada kendime yarım saat süre veriyorum. Daha gezilecek çok yer var çünkü.

Rue Neuve boyunca devam ediyorum, ilginç bir şeyler görmek için sağıma soluma bakarken etkileyici mimarisiyle Passage du Nord‘u farkediyorum. Hem de içerde Neuhaus var: Çikolataları çok methedilen dükkan. Brüksel’de belli başlı meydanlarda şubesi olan Leonidas, Neuhaus ve Godiva gibi zincirlerinden bir diğeri. Hemen giriyorum: içerde bin bir çeşit çikolata ve macaron var ama maalesef fotoğraf çekmek yasak. Vitrinini çekmekle yetiniyorum ve diyette olduğum için sadece tiramisu’lu çikolatadan deniyorum. Çok leziz. Yürümeye devam. Yakacağım bunları elbet.

Üzerinde buluduğum alışveriş caddesi bitiyor. Ben de tadilat sebebiyle kaldırım taşları sökülmüş yolu biraz güçlükle takip ederek şehir merkezine doğru yürümeye devam ediyorum. Karşıma şirin bir hotdog’cu (Hopdog) ve yine süper görünen ve iyi olduğunu duyduğum bir patatesçi (Friterie Tabora) çıkıyor. Henüz aç olmadığım için es geçiyorum ikisini de. Saint-Nicolas Kilisesi’nin yanından kıvrılıp Grand Place’e doğru yürümeye devam ediyorum. İşte bir Leonidas şubesi daha. Kalabalık turist gruplarından anlıyorum ki Grand Place’e yaklaşmışım.  

turistik meseleler: GRAND PLACE – MANNEKEN PIS

İhtişamlı, aşırı süslü binalar ve müzelerle çevrilmiş Grand Place‘a vardığımda fena bir yağmur bastırıyor. Bir grup İspanyol turistle beraber Bira Müzesi’nin saçağının altına sığınırken haritama bakıyorum. Manneken Pis‘e çok yakınım. Yağmur yavaşlayınca o tarafa yürüyorum. İşeyen küçük bir çocuk heykelini görmek için biraz fazla değil mi bu kalabalık diyorum kendi kendime. Tam o sırada burnuma yine inanılmaz bir waffle kokusu geliyor. Bu sefer karşı koyamayacağım. Olabilecek en turistik yerde dükkanın her yerinde kocaman kırmızı 1 Euro yazmasına rağmen çilek ve nutellayla 2.80 lira ödediğim (kandırık yapıyorlar akıllarınca) waffle’ımla haz dolu anlar yaşıyorum sokak ortasında. Gerçekten çok ama çok leziz. Muhakkak daha iyisini de bulursunuz şehirde. Demek ki Brüksel’de hakikaten de waffle yenmeliymiş!

Buradan çıkıp yürümeye devam ediyorum. Ana bir cadde olan Rue du Midi‘deyim (Zuidstraat). Renkli dekorasyonu, karikatür dolu duvarları olan, hamburgerci Houtsiplou‘ya geliyorum. Burada moules-frites’i de iyi yapıyorlarmış. Yavaştan acıkmıştım da. Ama öğlen yemek servisleri yokmuş ne yazık ki. Biraz telefonumu şarj ettikten sonra yola devam ediyorum ben de. Hedef Mont des Arts (Kunstberg) yani Sanat Dağı.

sanatsal: Mont des Arts – PLACE ROYAL – PALAIS DE JUSTICE

Tabelaları takip edip yürürken internetten araştırıp görmek istediğim duvar resimlerine de denk gelerek Place d’Albertine‘e varıyorum. Keyifli bir yol. Yağmur durdu, hava da açtı. Bu şehirde metroya tramvaya binilmez. Her yer yakın, bol bol yürümek lazım. Mont des Arts karşımda. Muazzam bir peyzaj. Çok güzel düzenlenmiş bir alan. Albert heykelinin altında Brükselli gençler oturuyor. Tam karşılarında hem eski hem de çağdaş yapılar bir arada. 2 değil de 3 gün vaktim olsa yarım günümü buradaki müzelere ayırırdım kesin.

Buradan yürümeye devam ediyorum, zaten yol götürüyor. Sanat Dağı’nın merdivenlerini çıkıp güzel bir manzarayla karşılaşıyorum. Burada kıt İngilizcesiyle Fransız bir çocuk takılıyor peşime. Bana adımı, burcumu falan soruyor; bir de neden yalnız gezdiğimi. Seyahat edip yazı yazıyorum ben diyorum ve o an hayalini kurduğum bir şeyi yapmakta olduğumu farkedip mutlu oluyorum kendi kendime. Çocuktan kurtulduğumda Müzik Enstrümanları Müzesi’nin (MIM) harika binasını geçiyorum ve Place Royal’deyim (Koningsplein). Buradan Palais de Justice‘e (Justitiepaleis) kadar yürüyorum. Sağımda inanılmaz güzellikteki Parc d’Egmont ve solumda Notre-Dame du Sablon kilisesinde oyalanıyorum biraz. Park inanılaz güzel, şehrin içinde küçük bi cennet gibi. Harika çiçekler, minik bi gölet. Huzur içinde gazete okumalık bi yer. Kiliseninse vitrayları şahane. Güzel yapılar ve müzelerin olduğu Rue de la Regence (Regentschapsstraat) boyunca devam edip adalet sarayına varıyorum. Ama burası da tadilatta. Place Louise‘e kadar yürüyorum. Waterloolaan bulvarında enteresan bir şey yok. Louis Vuitton gibi mağazalar falan var. Boşuna gelmişim. Sonradan anlıyorum ki çok görmek istediğim Ixelles’e çok yakınmışım! Mesafelerin bu kadar kısa olacağını önceden kestirememiştim gerçekten de. Neredeyse yarım günde bütün şehri gezmişim. Şimdiki hedef Place du Grand Sablon.

güzel bir meydan: Place du grand sablon

Place du Sablon’da Cafe Leffe, Marcolini ve Taschen var meydanın 3 köşesinde, meydandan devam eden yolun sonunda da Notre-Dame du Sablon. Marcolini beni hayal kırıklığına uğratıyor. Neuhaus, Leonidas ve Godiva’nın aksine şehrin her yerinde şubesi olmayan bu Brüksel’in en eski çikolatacısını daha geleneksel tarzda eski bir dükkan bekliyordum. Bir butikten farksızdı ve soğuk bir havası vardı. Macaronlar lezizdi o ayrı. Meydanın tam karşısında da ünlü kitap markası Taschen’in süper bir showroom’u var. İçerde saatlerimi ve bir de aklımı yitirmemek adına şöyle hızlıca bir göz atıp çıkıyorum. Kendime bulduğum bahane de çok makul aslında: kitap çok ağır (hele ki Taschen’lar) önce Amsterdam’a sonra İstanbul’a taşıyamazsın yanında.

Bastıran yağmurdan sonra pırıl pırıl olan hava bir de güneş açınca sokakları çok keyifli bir hale getiriyor. Bütün gün yürümeme rağmen hiç yorulmadım. Güneş de halen batmadı, belki de bir saat geriye uçtuğum için böyle hissediyorum, bilmiyorum.

Anspachlaan – rue de pıerres

Saat 18:30. Otelden 2:30’da çıkıp çizmeyi planladığım dev halkanın yarısına geldim, artık dönüş yoluna geçebilirim. Akşamüstü birası için harika bir saat, o zaman Le Cercle des Voyageurs‘de oturup ayakları dinlendirelim. Girişte aylık etkinlik dergisi Agenda’dan da buluyorum. Hemen inceliyorum: 20.30’da burada ücretsiz konser varmış. Maalesef ben o saate kadar kalamayacağım.

Bira içmeyen biri olsam da Belçika’da bu kuralımı bozup bir Duvel sipariş ediyorum etkinliklere bakarken. Yanında fıstıkla geliyor. Duvel leziz. Alkol oranından mı yoksa günün yorgunluğundan mı bilmem hemen çarpıyor, gevşiyorum, keyifleniyorum. Sonradan öğreniyorum ki Duvel ismi şeytandan geliyormuş, böyle bir etkisi olurmuş.

Burdan çıkıp yemek yerim umuduyla tekrar Houtsiplou‘ya geliyorum. Akşam yemek servisi 6’da başlayan dükkanda saat 8 civarında moules frites kalmamış. Elim ve karnım boş ‘yapılacaklar’ listeme bir tik daha atmak üzere dönüş yolum üzerindeki Rue du Midi’ye yürüyorum: Manneken Frites‘de patates yemeye. Yolum gay mahallesi olarak da bilinen Rue des Pierres‘den geçiyor. Burada rengarenk bayraklarını asmış cafe ve barlar var. Akşamları çok eğlenceli oluyormuş, henüz saat erken. Rue du Midi’de şahane bir ikinci el çizgi roman kitap ve cd satan dükkana rastlıyorum: Evasions. İçeride o kadar çok karikatür kitabı var ki!

Manneken frites’e geldim: son derece salaş bi yer. Ama patates çok leziz. Herkes patatesini eline alıp yolda yürürken yiyor. Ben bildiğimden şaşmayıp körili ketchup ve hardal sos tercih ettim. Siz foursquare tiplerine bakıp sos konusunda uçabilirsiniz bence. Patates 1.80 soslarsa 90 sent. Karnım da doyduğuna göre otele geri yürüyebilirim. 22.45’de kızlarla Le Roi des Belges’de buluşup bar hopping yapacağız.

Otele vardığımda yarım günlük tecrübemden sonra şehirle ilgili iki şey anlamış oluyorum:

1. Bugün gezmek için daha çok hedef koyabilirmişim kendime. Her yer birbirine çok yakın, yürüme mesafesinde.

2. Brüksel is under construction. Tadilat halinde o kadar çok yol ve bina gördüm ki. Sanırım bi kaç ay sonra misler gibi olcak şehir.

gece gezmesi: place Saint Géry

Dinlendikten sonra 22.45’de Saint Géry’de Le Roi des Belges diye bir barda buluşuyoruz. Atmosferi süper. Burada bir Kriek (vişneli lambic) sipariş ediyorum ama Duvel kadar sevmiyorum. Tatlı içecekleri seven bana bile fazla tatlı geliyor. Buradan sonraki durak Café des Halles, zaten oturduğumuz barın tam karşısı. Tam benim sevdiğim gibi eski bir endüstri binası bara çevrilmiş. Ortada bar ve standlar var, yanlarda da buranın eski halini gösteren bir sergi. İçeriye hızılca bir göz attıktan sonra L’archiduc‘e geçiyoruz. Saçma bir atmosfer. Gençler yaşlılar her kafadan insan var. Hazal burayı Aztek’e benzetiyor. Çok doğru bir benzetme. İçi 1930’larda yapılmış ve korunan art deco tarzı bu barda mantı ve sucuk servisi eksik. Burada da bir Weisse deniyorum. Favorim hala Duvel.

Evlere dağılmak üzere vedalaşıyoruz ve yarın art nouveau havuza (Piscine Victor Boin) gitmek üzere sözleşiyoruz. Şehrin gece gidilecek kıpır kıpır mahallesinden işlek bir alışveriş caddesi üzerinde olan otelime yürümem yalnızca 5-10 dakika sürüyor. Burada her yer birbirine yakın. Ne büyük rahatlık. İstanbulda bu tarz eğlendiğim bir yerden eve dönmek için ya taksiye binmem ya da dolmuşa binip yürümem gerekiyor. Brükselliler bu açıdan çok şanslılar bence.  

saint gilles

Sabahki planım Le Pain Quotidien’de tipik bir brüksel kahvaltısı yapmaktı ama uyanamıyorum maalesef. Mevsime uygun giyinmeyi bir türlü beceremediğimden biraz halsiz hissediyorum. Bir saat daha uyuyup direkt Hazal ve Deniz’le sözleştiğimiz saatte Piscine Victor Boin‘a gitmek üzere evden çıkıyorum. Hedefim yine yürüyerek gidip dünkü bira, patates ve waffle’ları yakmak. Yol bir saat sürüyor. Evet Brüksel’de her yere yürünebilir ama bu yürünecek mesafelerden değil aslında. Ama ben sevmiyorum turist olduğum şehirlerde metroya binmeyi. Yol uzun da olsa çok şey göre göre yürümeyi seviyorum. Hava çok kötü ve havuza gidene kadar epey üşüyorum. 1 saat yürüyüşün ardından yarım saat kadar da yüzüyoruz bu enteresan havuzda. 1 hafta spora gidemedim bahanem de ortadan kalktı. Al sana süper cardio.

Havuzda yüzlerce çocuk var. Sanırım civar ilk okullardaki beden eğitimi dersleri burada yapılıyor. Kendimize bir kulvar bulup orada biraz yüzüyoruz. Bina çok eski ve enteresan.

brüksel’in boho mahallesi: Ixelles – Chaussée d’Ixelles – place flagey

Havuzdan çıktıktan sonra Ixelles’deki Urban Outfitters‘a yürüyorum. Yine yarım saat veriyorum kendime. Harika elbiseler var ama beden bulamıyorum (daha doğrusu daha kilo vermem lazım diyip almıyorum). Biraz aksesuar alıp ‘bi şeyler alma’ güdümü bastırıyorum. Bir de gittiğim yerleri kazıyınca altından daha renkli bir harita çıkan tam benlik bir dünya haritası alıyorum kendime duvarıma asmak için. İlerde evimin bir duvarı için planım dev (ve vintage) bir dünya haritası. Üzerine gittiğim yerlerden polaroidler biletler pinlenecek. Kendime aldığım hediye de idare eder şmdilik.

Buradan sonra planım Brüksel’in Afrika mahallesi diyebileceğimiz Motonge‘a yani Ixelles‘e, buradaki alışveriş caddesi Chaussée d’Ixelles‘e göz atmak ve sonra Flagey meydanında Café Belga‘da öğle yemeği yemek.

Chaussée d’Ixelles‘de büyük hayal kırıklığına uğruyorum. Hem Zara gibi mağazalar hem de uygun fiyatlı butikler hayal ederken biraz Bakırköy gibi karmaşık bir yerde buluyorum kendimi. Halsizlikten ara sokaklara dalamıyorum hiç, dalsam bi şeyler bulurdum belki. Flagey Meydanı’na kadar yürüyorum. Meydanda Café Belga‘ya girdiğimde bambaşka bir dünya buluyorum. Laptoplarıyla çalışanlar, gazete okuyanlar, bebeğiyle gelenler, gençler, yaşlılar, lokaller, turistler… Denemek adına insanların şaşkın bakışları arasında 3 kişilik yemek sipariş ediyorum. İyileşmek için biraz ıspanaklı çorba, tadına bakmak için pestolu penne ve şarküteri tabağı. Kafenin atmosferi çok iyi.

Buradan çıkınca otelin çok yakınlarına giden bir otobüs geçtiğini farkediyorum. Planım odaya gidip 1 saat uyuyup tekrar çıkmak. İyileşmem lazım. Bu yakınlardaki Victor Horta ve Ixelle müzelerini es geçeceğim maalesef. Otobüs çok dolu, ayakta gidiyorum. Evet Brüksel’de de biraz trafik var. 

nişantaşı tarzı: Rue Dansaert

Odada 1 saat dinlendikten sonra tekrar çıkıyorum. Rue Neuve’ye paralel bir ana cadde olan Anspachlaan’ın öteki tarafına geçip Bourse’dan 2 dakika yürürseniz geniş bir alışveriş caddesi olan Rue Antoine Dansaert‘a varacaksınız. Belçikalı tasarımcıların butikleri ve birkaç designer store var. Fiyatlar tavan! Yine saçma bır yağmur bastırdığı için butiklerin vitrinlerine bakamıyorum doğru düzgün.

Gariptir sabahları çok kötü ve kapalı oluyor hava Brüksel’de. Ara ara hafif yağmurlu ve bazen de sağanak şeklinde, bulutlu, gri, saat 5’den sonraysa bir güneş açıyor ki ışık inanılmaz oluyor. Yağmurdan temizlenmiş hava. Caddeler ağaçlar gökyüzü pırıl pırıl oluyor.

Rue du Flandre – Place Sainte-Catherine

Dansaert boyunca yürüdükten sonra Rue du Flandre‘ye sapıyorum. Burada, çok tatlı dükkanlara gire çıka Place Sainte-Catherine‘e kadar geliyorum.Yeni açılmış küçük tasarım dükkanları, bar ve restoranlar var ve dahası da gelecek gibi görünüyor. Cafe Roskam saat daha 6:30 olmasına rağmen dolu. İşten çıkan kendini barlara atıyor Brüksel’de, çay kahve kültürü pek yok, biraya veriyorlar kendilerini.

Roskam’dan çıkınca St Catherine meydanında harika bir atmosferle karşılaşıyorum: Pırıl pırıl hava, meydanda Noordzee (Mar du Nord) önünde ayaküstü balık yiyip beyaz şarap içerek sohbet edenler, rengarenk karnaval havasındaki patatesçi önündeki kalabalık, yanında reggae çalan seyyar kokteylci. Her yer cıvıl cıvıl. Sanki daha birkaç saat önce burada yağmur yağmıyordu. Bir karnavalı andırıyor sokaktan çok. Akşam kızlarla geliriz diye Noordzee’nin karşısındaki Monk’u kestiriyorum gözüme (itiraf etmeliyim ki bu akşamüstü lezzeti kalmıyor gece buraların).

Rue du Marche au Charbon

Anspachlaan’ın öteki tarafına geçip mağaza geziyorum biraz daha. 7 bilemedin 7.30’a kadar vaktim var. Ana cadde üzerindeki karikatürcülerden başlayıp sonra biraz da içgüdüerime güvenerek bir ara sokağa sapıyorum. Çok şanslıyım ki burada La Fontainas diye süper bir cafe, cafe’nin olduğu sokağın devamında (Rue du Marche au Charbon / Kolenmarkt) da tatlı dükkanlar var. Son mağaza da kapanana kadar kalıyorum sokakta. 7.30’da karnım da yavşatan acıkınca Rue du Flandre’deki Le Pré Salé‘ye doğru yollanıyorum.

Rezervasyonsuz yer bulmanızın imkansız olduğu Le Pré Salé‘de 9’a kadar kalkma sözü vererek ve tek başıma olduğum için bir yer buluyorum. Çeşit çeşit midye var, hangisini önerirsiniz diyorum, beyaz şaraplısı geliyor önüme. Yanında patates ve Leffe ile önce biraz midyeyle bakışıyoruz. O kadar büyük bir porsiyon ki acaba iki kişilik mi diye düşünüyorum. Diğer masalara bakıyorum, herkese benim önümdeki gibi bir tencere geliyor. Rahatlıyorum. Sonra garsonlardan yardım istiyorum. Midyenin kabuğuyla ye diyorlar. Midye dolma yer gibi kullanınca kabuğu bana nasıl yiyeceğimi gösteriyorlar. Midyenin kabuğunu chopstick gibi kullanarak diğer midyeleri yemek adettenmiş. Öğrendim, yiyorum. Leziz sayılmaz. Üstelik moules & frites 24 Euro tutuyor, oldukça pahalı. Gerçi önüme gelen yemekle rahat iki kişi doyardı, o ayrı. Bizim midye dolma döver bence. Ama madem buranın spesyalitesi, hem de içinde R geçen ayda gelmişiz, yemek lazım.

asmalı mescit, cihangir tarzı: PLACE SAINT GÉRY – place saınt-catherıne

Yemekten sonra St. Gery meydanına Zebra‘ya gidiyorum. Önündeki renkli sandalyeler dolu. İnsanlar keyif yapmakta. Akşam burada çalacak grup soundcheck’te. Ben barda oturup etrafı izleyip bir kahve içiyorum. Bir saat sonra Hazal ve Deniz’le Barbeton‘ta buluşacağız.

Barbeton çok şık. Burası da Potemkin’i yapan ve bütün mekanları çok tutan Fred Nicolay tarafından yapılmış. Ama daha sakin bir atmosferi var. Daha hareketli bi şeyler aradığımız için St Catherine meydanına gidiyoruz. Noordzee kapanmış, seyyar kokteylci ve lunapark patatesçisi kepenkleri kapatmış. Akşamüstü lezzeti yok buranın. Yine de gözüme kestirdiğim Monk‘a giriyoruz. Hala denemediğimiz biralar var!

Burada farkettiğim bir diğer şeyse hangi birayı sipariş ederseniz edin üzerinde ismi yazan özel bardağında geliyor. Çok hoşuma gitti. Bizi nedense hiç sevmeyen garson kıza birer bira sipariş edip bardaki insanlarla ufak sohbetler ettikten sonra yine St Gery‘nin, buranın en hareketli meydanının, yolunu tutuyoruz. Sokak ve her barın önü yine insan dolu. Hava güzel, içkiler ellerde, Brüksel halkı ayaküstü sohbet etmekte. Aralarına kaynayıp biz de bir bardan diğerine geçiyoruz. Birinde ışığı birinde müziği çok sevmeyip çıkıyorız ama bahane hepsi, amaç bütün barları gezmek aslında! En sonunda Zebra’ya giriyoruz tekrar. Ben önden teftiş ettim, beğendim. Burada da birer içki içip ertesi gün Amsterdam’da görüşmek üzere evlere dağılıyoruz.

BRÜKSEL’İN NESİ GÜZELDİR DİYE SORDUM, AMSTERDAM’A GİDİŞİ DEDİLER.

Sabah gerçek bir Belçika kahvaltısı deneyimi için bavulumu alıp Anspachlaan boyunca yürüyüp St Gery meydanını geçip Dansaert’teki Le Pain Quotidien‘e geliyorum. Burada table commune’de croissant’ınıza sürebileceğiniz çeşit çeşit ezme ve reçeller var. Nutella halt etmiş. Süper lezzetli ve organik bir kahvaltının ardından tramvayla 5-10 dakikada Gar du Midi’ye gidiyorum. Buradan (daha Belçika’ya gelmeden yer ayırttığım ve 55 Euro ödediğim: thalys) trene biniyorum.

Next Stop: Amsterdam

 

]]>
http://www.cizenbayan.com/gezenbayan/belcika/bruksel/feed/ 0