
Her sene sonunda yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri taa senenin en başına gidip o sene neler yapmışım, neler hissetmişim, neler yaşamışım, neleri istemişim ve başarmışım, neleri yapmak istemiş sonra başka yola sapmışım diye bütün bir senemi değerlendirmek. Hatta son birkaç senedir Aralık ayının başında ‘Elif sene sonu yazını bu sene de yazacaksın di mi’ diye mesajlar bile almaya başladım.
cizenbayan blog’unu yazmaya ilk başladığımdan beri bu 7. yıl sonu değerlendime yazım. Her sene çok şey öğreniyorum ve yaşıyorum, her senem ayrı kitap olur belki ama bu sene benim için en sert en zorlu geçen en çok ders çıkardığım senelerden biri oldu. Diliyorum ki bu yazıyı yazarken bu sene tökezlememe sebep olan ne varsa üzerine son kez kafa yorup 2019’da temiz bir sayfa açacağım…
Bu seneyi yazarken 7 ayımı beraber geçirdiğim insanı kötülemeye çalışıyor pozisyonuna düşmeden cümlelerimi nasıl kuracağım bile bir çaba ve öğrenme fırsatı benim için. Ama her türlü; yazması bir terapi; sonradan dönüp okuması da sonsuz bir uzay-zaman boşluğunda belli zamanlara sabitlenmiş ruh hallerini o sıcağı sıcağına yoğun halleriyle değil geçen sürenin ardından sindirilmiş, arkasından bakıp yorumlayacak perspektife sahip bir şekilde değerlendirme, ders çıkarma ve geleceğe yönelik bir yol haritasına dönüştürme imkanı sunuyor.
Bu yazıyı yazmaya Montreal’de başladım. 2018’in ilk dakikalarına da burada girmiştim. Hayır bütün seneyi burada geçirmedim. 2016 sonbaharından beri hep müzik merkezli ama farklı farklı sebeplerle sürekli yolumun düştüğü bu şehirde şu an geçen senekine göre çok farklı bir şekilde yer alıyorum hatta. Ilk olarak 2016’da RBMA için gelip aşık olduğum bu şehirle sonradan oldukça gelgitli bir ilişkimiz oldu. Dünse burada 3. kez DJ’lik yaptım. Şahane geçti. Şimdiyse İzmir’de çalmak üzere bineceğim uçağımı bekliyorum.
Geri dönelim 2018’in ilk dakikalarına…
Bu sene kendime verdiğim değerle, duygu dünyamla, yaptığım işlerle, gelecek planlarımla ilgili ince ayar çekmem gereken ne varsa önüme ayna gibi tutan ‘bocaladığın şu ve şu hislerin kaynağına inmezsen hayatına ancak böyle ilişkileri çekersin’ mesajını nihayet almama vesile olan eski erkek arkadaşımla (kendisine Ex diyeceğim bundan sonra) 10’dan geriye saydık. (Nasıl tanıştığımızı 2017 biterken yazımda okuyabilirsiniz) Montreal’deki ‘geçici’ evimizde sakin bir gece geçirdik çünkü ertesi sabah kendisi çalacağı için Toronto’ya, oradan da 2 gün sonra Tulum’a gidiyorduk.
Tulum’a 2. gidişim, geçen sene olduğu gibi bu sene de yine Project Heart ile kaldım. Kendi ailemde o ait olma hissini hiçbir zaman bulamamış biri olarak ‘seçilmiş aile’ dediğim Project Heart gibi, Bonjuk gibi, The Gardens Of Babylon gibi komünitelerin parçası olmak herkes için olduğundan biraz daha anlamlı belki benim için.
Dünyanın farklı yerlerinden pamuk kalpli insanları bir araya getiren; beraber büyüme ve öğrenme için yargıların olmadığı bir alan sunan Project Heart ‘ın yeni projesı Heartribe Space bu sene tüm Ocak ayı boyunca Tulum’a yakın Chemuyil’de bir coworking coliving alanı olarak hizmet verecek. Ben gidip gitmeyeceğime halen karar veremedim. Gidersem son dakika bir bilet alıp orada gönüllü çalışıyor olacağım. İlgilenenler http://heartribe.space adresinden göz atabilir.
Tulum’da geçen sene hava çok soğuktu. Partiler aşırı pahalı ve müzikse ortalamanın altındaydı. (Line up’lar müzikal olarak bir hikaye anlatmaktan çok bilet sattırma niyetiyle ya birbirine aşırı yakın ya da alakasız isimlerin özensizce bir araya getirildiği şekilde kurgulanmıştı bence) Mayan Warrior partisinde ortam şahane ama müzik korkunçtu mesela. Benim en keyif aldığım etkinlik, Project Heart ile yaptığımız sadece arkadaşların arkadaşlarına açık olan kutlamamızdı. Tulum’da içinde cenote ve tapınakların yer aldığı şahane bir ormanlık alanda kendi kendimize süslediğimiz en iyi ses sistemini kiraladığımız ‘celebration’ımızda Ex’le ilk kez b2b çaldık, arkadaşlarımızla samimi bir ortamda eğlendik.
Tulum’u biraz özetlemek gerekirse özellikle de Ocak ayında herkes orada olduğundan eşek bağlasan durmayacak otel odalarını fahiş fiyatlara Amerikalılara ittiriyorlar diyebilirim. Ben 2 senedir gidiyorum ve Project Heart’ta çok uygun fiyata çadırda ya da bungalovda falan kalıyorum. Bu sene Project Heart bittikten sonra 2 gece kalacak yerimiz yoktu biz de partilerin gerçekleştiği beach’lerde falan uyuduk; çok komikti. 10 gün kadar Tulum’da geçirdikten sonra doğum günüm olan 12 Ocak sabahı uçağa binip Montreal’e döndük. Beni gümrükte biraz fazla tuttukları için neredeyse sürpriz doğum günü rezervasyonumu kaçırıyormuşuz. En sevdiğim yemek olan Poutine yediğimiz tatlı bir toplaşmada Montreal’deki arkadaşlarımla 31. yaş günümü kutladım. 14 Ocak’ta ise uçağa binip Türkiye’ye döndüm. 15’inde İstanbul’a varıp, 16’sında Uludağ Whitefest’te çalıp 17’sında Bombay uçağındaydım.
18 Ocak’ta, Berlin’den iki yakın arkadaşımın gerçekleştirmek istedikleri festivalde çalmak üzere Hindistan Goa’ya vardım. Festivalin ilk günü yoz Hint polisi tarafından rüşvet amacıyla haksız yere basılan festival gerçekleşemedi. Biz de dünyanın her yerinde hep bir festival ya da müzik etkinliğinde bir araya gelen içinde DJ’lerin de olduğu 20-30 kişilik bir arkadaş grubu olarak tropik bir yerde tatil yapmış olduk.
Goa’dan Dubai’ye geçip 25 Ocak’ta Deep Like’da benim çaldığım müzik tarzında şu an en büyük kadın sanatçı diyebileceğim Mira’ya warm up yaptım. Birkaç gün kış günü yaz güneşinin tadını çıkardıktan sonra işleri güçleri toparlamak amacıyla artık bir evimin olmadığı ama hep ‘evim’ olan İstanbul’a döndüm.
View this post on Instagramenjoying the miracle garden #dubai #uae #AlwaysClassic @reeboktr : @josephinederetour
O dönem hem influencer’lık işleri hem Türkiye ve yurt dışında DJ’lik yaptığım için oldukça yoğundum. Bir de aşıktım. Bir iki ay içinde işlerimi halledip Montreal’e taşınmak gibi bir niyetim vardı. Biraz hızlı alınmış bir karardı. Aşık olunca gözüm pek bir şey görmüyor maalesef. Montreal’den 3 dev bavul dolusu eşyayı beni 10 gün evlerinde misafir eden Mustafa ve Jessica’nın merdivenlerinden indirirken ‘artık böyle salaklıklar yapmak yok’ diye söz veriyordum onlara havaalanına gelirken. Dönelim İstanbul’da Ocak ayına. ‘Mart ayında gerçekleşecek ‘yol(a)çık’ temalı TEDx konferansında konuşma teklifi aldım. Anlatacak çok şeyim söyleyecek çok sözüm olması ama topluluk önünde konuşmayı becerememem… Konfor alanından çıkmadan büyüyemiyor insan. Teklifi kabul ettim. Yine aynı dönemlerde daha DJ olmadan önce bile çalma hayali kurduğum Kater Blau’da çalma teklifi aldım. Mutluluktan havalara uçtum. Yoğunluğa hep alışkındım ama Şubat Mart ayı benim için bile biraz fazla yoğundu. Öyle ki psikiyatrist olan bir akrabama uyanık kalabilmek için yeşil reçeteli ilaç bile yazdırdım (bi daha ağzıma sürmem o ilacı bu arada, insanı aşırı gergin ve huysuz yapıyor bence)
Ex’imin istanbul’a geleceği ve oradan beraber Beyrut’a gideceğimiz 14 Şubat tarihine kadar pek çok iş hallettim, İstanbul’da marka etkinlikleri ve kulüplerde çaldım, 2 kez de Uludağ’a gidip açık havada DJ’lik yaptım. Klasik influencer işleri, toplantılar, çekimler onları söylemiyorum bile. Hem soğuk hem de yoğunluk derken bağışıklık sistemi yerlerdeydi sanırım.
Ex geldi! 14 Şubat gecesini İstanbul’da geçirip ertesi sabah uçağa bindik. Daha Beyrut’a giderken bile kendimi yorgun hissediyordum ve vardığımızda öyle bir ateşim vardı ki 2 tam günü yatakta geçirdim. Bir alevler içindeydim 10 dakika sonrasındayse kemiklerim titriyordu resmen. O dönem ilişkimiz daha yeni olmasına rağmen Ex’imle birbirine yakın tarihlerde aynı şehirlerde çalarak beraber seyahat etmeye başlamıştık bile. İlaçlarla biraz ayağa kalkıp Cuma onun çaldığı kulübe gittik 17’si Cumartesi günü de ben Beyrut’ta Sainte Vie’ye warm up yaptım.
Beyrut’tan sonra Kapadokya’ya geçtik. Tüm yoğunluğum ve işlerim içinde bir de Ex’ime süpriz Kapadokya tatili organize etmiştim. Hayatımda en çok güldüğüm tatillerden biri olabilir. Ex ayak parmağını kırdı sandı hastaneyeye falan gidişimiz efsane komikti.
finally! cappadocia with boo #surpriseadventure #museumhotel #cappadocia #turkey : @koramusique
Dönüşte de ona İstanbul’un turistik yerlerini gösterebileceğim bir taşla iki kuş vurabileceğim bir çekimim vardı. Çekimler sırasında Montreal’de üşümediğim kadar üşüyordum Istanbul’da. Bu işte bir gariplik vardı. Daha yeni iyileşmiştim. Annemin zoruyla doktora gittim. Ama öyle bi gidiş ki hani 5 dk ilaç yazdırıp çıkacağım güya, fotoğrafçım beni bekliyor kapıda. Ama öyle olamadı. Meğer domuz gribi olmuşum ve hemen hastaneye yatırıldım.
İsviçre uçağıma 3 gün var, çekimler ne ara bitecek ve ben hastanedeyim. Doktorla pazarlık peşindeyim bir de ama gidebilirim di mi diye. Durmak bilmemek böyle bir şey. Gel gelelim 2 gün serum yedikten sonra 1 Mart günü ayaklandım ve ertesi gün İsviçre uçağına binebildim. Ama o domuz gribi olmanın getirdiği yorgunluk daha birkaç ay önce geçti vücudumdan öyle söyleyebilirim.
İsviçre’de Zürih’te Heja’da kaldık, Ex Luzern’de çaldı ve sonra Cenevre’ye gidip arkadaşlarımızı ziyaret ettik. 6 gün sonra Istanbul’a dönüp Flamme’da çaldık beraber. Hastanede yattığım için yarım kalan çekimleri bitirdik. Babylon’da Stavroz’a warm up yaptım ve hemen birkaç gün sonra hayatımda en ciddiye aldığım giglerden biri için Berlin’e geçtim.
Berlin’deyim. Kater setine hazırlanmam ve TEDx konuşmamın metnini finalize etmem gerekiyor ve ay sonu Montreal’e taşınacağım. Yoğunluk stres ve uyumamak için aldığım yeşil reçeteli ilaçlardan sinirlerimiz laçka ve kavgalar etmeye bile başladık. Kendime neden bunu yapıyorum bilmiyorum o sıra. Nereye yetişiyorum? Kime neden güveniyorum? Ne acelem var?
TEDx büyük strese sokuyor beni ama neyse ki Kater gig’i çok iyi geçiyor. Dinlemek isteyenler için seti şöyle bırakıyorum:
Ex Berlin’den Montreal’e döndü bense Istanbul’a TED konuşmamı yapmaya geldim. Hem bavul hazırlıyorum hem de artık finalize etmeye çalıştığım metni ezberlemeye çalışıyorum. Sahne korkusu, stres, daralan zaman taşınma heyecanı derken bence güzel bir metin hazırlamış olsam da elimdeki kartlara sıkça baktığımdan ötürü çok da etkili olmayan bir konuşma gerçekleştiriyorum.
ve ertesi gün Türkiye’deki ‘established’ denebilecek her şeyi bırakıp 25 Mart günü Montreal’e taşınıyorum. İçimde aşk heyecan ve ümitlerle…
Pek çok eşyamı da yanıma alıp geldiğim Montreal’de hem uzaktan Türkiye’deki bırakıp geldiğim işlere yetmeye çalışıyorum hem de daha uluslararası olmasını istediğim çok yeni DJ’lik kariyerim için adımlar atmaya çalışıyorum.
Bi yandan instagram hesabımdan yürüttüğüm Reebok, The Story of Seven, Botanicals Freshcare gibi markalarla sponsorluklarım devam ediyor bu sene için de ama Türkiye’de olmadan ve artık odağımı müziğe çevirmişken çok da kolay değil. İş güç olarak ve kendine güven olarak ‘kırılgan/kırılabilir’ bir noktadayım.
Montreal’de Sürekli stüdyodayız. Podcast’ler kaydediyorum. Bir iki DJ gig de alıyorum. Istanbul’da olduğumla kıyaslanamaz tabii ama boş durmuyorum en azından. Ben yeni bir şeylerin başlangıcındayım ve aksi gibi bir de o sırada Türkiye’de zaten pek de sağlam olmayan ekonominin iyice orası burası oynuyor. TL kazanıp dolar harcadığım yeni hayatımda sakin kalmaya çalışıyorum. Hep güçlü olmaya alışmışım ben ve çok güçlü hissetmiyorum. Yeni düzene, Türkiye’de bırakıp geldiklerimden sora Montreal’de kuracağım hayata adapte olmaya çalışıyorum. Her şey belirsiz ve her şey yeni benim için. Ve bunları yaparken bunları kendisi ile beraber olmak için yaptığım kişi tarafından desteklenmediğimi hissediyorum. Desteklenmeyi geçtim her şeye rağmen pozitif uyandığım günlerim onun gereksiz stres ve öfke krizleriyle baltalanıyor. Özverilerin karşılığı yok. Ne yapacağımı şaşırmış haldeyim. Anlaşılmıyorum ama en çok da saygı görmüyorum. Her fikir ayrılığının sonu neden buralara geldiği belli olmayan tartışmalar, salonda yatmalar, çirkin küçük hesaplar, birimizin konuyu uzatmamaya çalışması diğerimizin her şey daha sıcakken o ateşle konunun üstüne gitmeye çalışması derken aşk gibi saf bir duyguyla geldiğim Montreal’de yapayalnız ve kırgın hissetmeye başlıyorum. En çok sevdikleriniz aynı zamanda sizi en çok kırma gücüne sahip olanlardır ve ben paramparçayım. Nisan ayında artık dayanamayıp 1 hafta NY’a kaçıyorum Didem’in yanına.
Belki biraz sakinleriz hem de birbirimizi özleriz diye düşünüyorum. Geri döndüğümün 2. günü yine anlamsız kavgalar. Anlamaya çalışıyorum anlayamıyorum. Herkese bu kadar iyi kibar minnoş davranan bir insanın neden bütün stres öfke ve nefretini bana kustuğunu gerçekten kavrayamıyorum. Yorgun ve içimden hayat enerjim çekilmiş gibiyim.
Sanırım hayal kırıklığının da büyük etkisi var. En son beraber Miami’ye gidip orada çalıyoruz, dışardan hayal gibi görünen bir hayat ama artık sevimsiz ve keyifsiz her şey. Bir kere o kavga loop’una girince o saygısız laflar hakaretler edilince artık bir daha düzelmeyen diğer ilişkilerin yanında bir mezar bulup kazmak gerekiyor buna da…
Mayıs sonu bir daha geri dönüp dönmeyeceğimi bilmeden eşyalarımın bir kısmını burada bırakıp Montreal’den Istanbul’a dönüyorum. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var. Önce Kabak’a her sene gittiğim Dream Yoga Fest’e gideceğim sonra Bonjuk Burn’e oradan da yine Kabak’ta Project Heart’a. Yoga yapmak, sevdiklerimi görmek, ülkemin cennet gibi köşelerinde vakit geçirmek, bir türlü yazın gelmediği Montreal’den sonra biraz güneşle içimi ısıtmak bana iyi gelir yerle bir olan öz saygımı toparlarım ve tabii mesafe de ilişkiye iyi gelir diye düşünüyorum. O kadar kırdı ki, öyle arkamı dönüp gitmem gereken şeyler yaptı ki, istiyorum ki bir şeyler yapsın düzeltmek için, azıcık da olsa… Öyle olmuyor.
Ben kendime, hislerime, korkularıma sebep olanlara, çocukluğuma, ailemle ilişkimden kaynaklananlara odaklandığım bir kendini keşfetme, kendine ayar verme sürecine giriyorum. Sert ve acımasızım kendime. Ama hissediyorum ki zamanı gelmiş!
İlk kez gittiğim Bonjuk Bay’de yepyeni bir aileye dahil oluyorum, rengarenk, komik, deli bir aile. Project Heart’ta da 2 senedir dahil olduğum bir diğer aileme kavuşuyorum. Durumumu anlayan herkes bana şefkatli. Ve bu süreçte kalbimi kırdığı için bana biraz sevgi göstermesini beklediğim, kendisini bir gün bile fazla görebilmek için her daim her türlü fedakarlığı yaptığım sevdiğimi ‘işlerim var gelemicem’ diyen bir kayıtsızlıkta, yanımda değil karşımda buluyorum. İletişimimiz kopuyor.
Ay sonu onunla beraber gitmek istediğimiz Fusion’a onsuz gidiyorum. 2 senedir hayalini kurduğum festival. Çok sevdiğim arkadaşlarımlayım, müzik inanılmaz, ama içimde hep bir burukluk var… O içimdeki burukluğu görüp bana ekstra şefkatli davranan haribo suç ortağım Mert ve dev teddy bear’ım Dünya ve bu sene Fusion’ın bana kazandırdığı en güzel şey Tias ve ekstra eğlenceli Project Why grubumuzu şimdi düşününce bile içim ısınıyor!
Fusion tam bir özeti gibi, bütün yazımın, çok eğleniyorum ama içim buruk. Böylelikle hayatımın en çok hayal kırıklığına uğradığım yazını yaşamaya devam ediyorum. Birbirimizi görmediğimiz ve doğru düzgün iletişim kurmadığımız bir ayın sonunda onun Avrupa turnesinin ilk ayağı için geldiği Berlin’deyim ben de Fusion sonrası ve yeniden bir araya geliyoruz. Ben hiç kin tutmayan biri olduğumdan onu görür görmez unutuyorum ne olup bittiyse. Ama onda durum farklı. Ve tabii arada o kadar inatlaşmışız ki… O günleri hatırlayıp yazmak bile istemiyorum şimdi ama ‘red flag’ dediğim telefonumun karıştırılarak özel alanıma girilmesi gibi pek çok saygısız harekete rağmen ‘acaba barışır mıyız’ ümidi ve ‘bu iş olmaz’ hissiyatının kombinasyonu içimi ve kafamı karıştırıyor. Kafa kafaya verip konuşup çözülebilecek şeyler karşılıklı inatlaşmalarla olmadıkları kadar büyüyorlar. Hayır dedikçe peşimden koşan ve yalvaran, e hadi iyi o zaman son bir şans diye yelkenleri suya indirince üste çıkan ve kalp kıran biri var karşımda. Resmen kaçma kovalama oynuyor. Kariyerime odaklanacağım ben falan diyor (sanki benim bir değil iki kariyerim yok) Kafası karışık. Başına gelenler ruhuna bi beden büyük. Yazın devamında birlikte çalmamız gereken her mekan ve zaman işkence alanına dönüşüyor. İkimiz için de. Belki de aynı endüstride aynı sosyal çevrede olmasak bitip gidecek bir şey ikimizi de yoran bir angaryaya dönüşüyor. Hayatımda hiç bu kadar enerjimin içinden çekildiği olmamıştı. ‘Toksik’ bir ilişki ne demekmiş yaşayarak öğreniyorum. Ve kalbim acısa da bu işin bitmesi gerektiğine karar veriyorum.
Beraber yapılan bütün planları ayırmak gerekecek şimdi. Allahtan bu süreçte aynı saat diliminde ve yakın mesafede olduğumuz için bana müthiş şefkatle yaklaşan Didem var yanımda. Şansıma Ex’in olması gereken her yerde Didemleyiz. Ex canımı yakarak giderken hayatımdan bana bu özverili, sağlam dostluğu bırakıyor geride! Bodrum, Çeşme, İstanbul, Amsterdam ve hatta Burning Man… Hepsinde Ex yerine Didem var yanımda! Şimdi geriye dönüp bakınca bin şükür diyorum!
Bana berbat davranmasına, ilişki adına sıfır özveri göstermesine rağmen Ex’in nedense yaz sonu beraber gideceğimize kendini inandırdığı bir Burning Man var önümüzde. Ben ‘bu günlerde yanımda olmayan biriyle neden Burning Man’e gideyim ki’ diyorum. ‘Red Flag’lerden sonra yelkenleri suya indirmemek için önümüzdeki Burning Man planını ortadan kaldırmam lazım! Her fırsatta yanında olmak için maddi, uykusal, zamansal her imkanını feda eden kızın yanında olabilecekken 3-5 kuruşun hesabını yapıp, kendi işini herkesinkinden önemli görme ilüzyonuna düşüp aynı özveriyi göstermekten aciz Ex’e ‘başka bir kamp bul kendine’ diyorum. İçim acıyor ama bi yandan biliyorum ki olması gereken bu! Bu konuşmanın üzerine 10 gün boyunca ikimiz de Türkiye’deyiz ve görüşmüyoruz bile. Hayatta en çok canımın yandığı 10 gün olabilir. O dönemler kendimi iyi hissettiğim ve hiçbir şey düşünmediğim tek yer DJ kabini. Bodrum’da David August’lu HVOB’li Elemental Sound Festival’de çalıyorum.
Dinlemek isteyenler için seti şöyle bırakıyorum:
Festival sonrası Bodrum’da La Casa Hermanas’da Burcu tarafından şımartılıp biraz tatil yapıp oradan Çeşme’ye geçiyoruz Didem’le. Before Sunset’te Kermesse ve Elfenberg’le güneşi batırdığımız tatlı bir gün yer ediyor anılarımda.
View this post on Instagramwhats ifs and could have beens… #lastweek #vacation #bodrum #çeşme #turkey
Sonra da Klein Garten’da beraber çalacağımız gige kadar İstanbuldayız. Ex de birbirimize aşık olduğumuz bu şehirde ve görüşmüyoruz bile. Acının etrafından dolanmak ya da ‘acımadı ki’ yaklaşımı tarzım değil. Ben o dönem self help kitapları, meditasyonlarla acının tam içinden geçiyorum. Böyle hassas olduğu anlarda öğrenmeye en açık oluyor insan. Kalbin kırıldığı yerlerden ışık girer içeri klişesi var ya. Heh işte öyle.
Zorlu bir 10 gün ve kendisine warm up yaptığım bir Klein Garten giginin ertesi günü Amsterdam’a geçiyoruz. Aynı uçakta falanız o derece. Önceden planlanan beraber mutlu olmamız gereken her yerde karşılaşıyoruz tabii ve bu bir işkence. Onunla bir şekil interaksiyona girdiğim günler enerjim yok, içim ölüyor. Amsterdam’da da bir iki kez konuşmayı deniyoruz ama oluru yok. İkimizin ve bir sürü arkadaşımızın çaldığı aynı zamanda pek çok arkadaşımızın da katılımcı olarak yer aldığı The Gardens Of Babylon’un Monastery Festivali gibi inanılmaz güzel bir festivalde bile tadımızı kaçırmayı başarıyoruz.
Aynı gün aynı sahnede çaldığımızda birbirimize full destek, ama sonra onun benim yazdığım bir maili hatırlaması benim ilk aramız iyi olduğunda geleceğimizi düzeltmeye yönelik hamlelerim, o geçmişte ben gelecekte kalmışız, anda olamıyoruz ve kırıyoruz yine birbirimizi. Festival sonrası Amsterdam’da son bir görüşmemiz var ki aynı gün içinde hem birbirimize hakaretler edip hem bir daha ne zaman görüşeceğiz diye ağladığımız… Ben hayatımda böyle çalkantılı ilişki yaşamadım. Ama o gün ettiği bir cümle var ki… 3 ay sonra Amsterdam’da o sokağın önünden geçerken hala hatırlayıp doğru kararı verdiğim için kendimle gurur duyuyorum. ‘Babanın seni sevmemesi benim suçum mu’ dedi bana. Şefkat göstermesi gereken yerde yarama basmak. Red flaglerin yanına ekliyorum bunu da …
Son yüzyılın en sıcak yazını yaşayan Amsterdam’dan sonra ikimiz de Zürih’te son kez aynı şehirde bulunuyoruz ama bu sefer görüşmüyoruz. Bir Cumartesi gecesi onun gigi benimse Cuma Cumartesi 2 gece üst üste Ayahuasca seremonim var. İlk gecesi neredeyse elimde listeyle ‘şu soruların cevaplarını almayı talep ediyorum’ beklentileriyle girdiğim seremonide ‘anneanne’ tarafından bildiğin tokatlanıyorum. Fiziksel olarak büyük yorgunluk ve ne bir içgörü ne bir vizyon, çıt yok! Almak istediğim hiçbir sorunun cevabını alamıyorum. İkinci gün şamanla sohbetimden sonra beklentileri bir kenara bırakıp sadece açık bir kalple giriyorum seremoniye. İlk geceye oranla yumuşacık geçen daha doğrusu işler sertleştiğinde nefesimde kalmayı öğrendiğim, mutluluktan ağladığım bir seremoni… Son seremonimin üzerinden yıllar geçmişti ve bu aralar ihtiyacım olduğunu hissediyordum. Tam zamanında giriverdi yine hayatıma, en büyük büyülerinden biri de bu belki de. Bu yaz ben bolca kitap okudum bir de. En çok da insan self help, psikolojisi ve ilişkiler üzerine. Tüm bunlardan kitaplardan, olanlardan, seremonilerden çıkarttığım şu: KENDİMİ SEVMEM GEREKİYOR!
Kendimi çok zorladığım, dinlenmeyi bilmediğim, sınırlarımı esneterek ‘fedakarlık’ adı altında yaptıklarım, sonra karşılığını göremeyince kendimi değersiz hissedişim… Halbuki Elif’in nasıl sevilmesi gerektiğini onlara ben göstermeliyim!
Self love bu ara en çok konuşulan yazılan çizilen şeylerden biri ama nasıl yapılacağını çok da bilmiyorum. Bu yazın en büyük sınavlarından biri, dış koşullardan, ilişkilerden, iyi giden işlerden ve başarılardan bağımsız, KENDİMİ sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum.
Ertesi sabah Zürih’e dönüyorum. Ex yine bir şekilde bana kendimi değersiz hissetmeyi başarıyor. Yeter diyorum ve seremoninin de gazıyla görüşmeme kararı alıyorum. Beraber oluruz diye boş bıraktığım pek çok zamanım var şimdi. Berlin, Çeşme, İstanbul, Amsterdam, Monastery ve Zürih’te elimizde olan pek çok şans ve sonuç kafa karışıklığı. Burning Man’i de sildik önümüzden. Ayrı kamplardayız. Orada son bir karşılaşırım stresi var ama sonra önümüz düzlük. Artık spontane kararlar alıp kendi önüme bakabilirim.
Tek yön biletle geldiğim Zürih’ten sonra bağımsız bir rota çiziyorum. Bayadır ziyaretine gitmek istediğim Naz’ın davetiyle Portekiz’e gidiyorum önce ve çok güzel vakit geçiriyoruz. Porto yakınlarında sessiz sakin bir köydeyiz. Kitap okuyoruz gün batımlarında. Müzik çalışıyorum. Naz’la birbirimizin kıyafetlerini giyip fotoğraflar falan çekiyoruz liseli kızlar gibi. Arada Porto’ya gezmeye gidiyoruz. Nata yiyorum her gün =) Ucuz kahve ve şarap, muhteşem binalar. Oh ne iyi geliyor!
İyileşme lineer bir çizgi değil, heh artık tamam iyileştim dedikten sonra bazen düşüşler normal. Düşüşlerin sıklığı ve şiddeti azalıyor gitgide evet ama bir anda bitmiyor. Ama hissediyorum ki iyileşmeye ilk Portekiz’de başlıyorum. İlk kez Portekiz’de nefes alıyorum. O sıra hala tek yön biletlerle seyahatteyim. Porto’dan sonra bir gece de Lizbon’da prensesler gibi hissettiğim La Casa Hermanas’nın Portekiz şubesinde kalıyorum ve burada çalışan Merve tarafından çok güzel gezdiriliyorum!
Lizbon’dan İstanbul aktarmalı Beyrut’a geçiyorum son dakika çıkan bir gig çalmak için. Durmak yok!
Beyrut’ta ilk çalmaya gittiğimde tanıştığım arkadaşlarım ailem gibi olmuş, havaalanından alıyorlar, evlerinde misafir ediyorlar. George, Pamela ve Kris! Kalbim ısınıyor düşününce bile! Bazen çok iyiyim bazen de gözlerim nemli. Geçen ay teklif edilen ve hala inanamadığım Anjunadeep podcast’ini bu ruh hallerinde kaydediyorum. İçimde öyle hisler var ki baya duygusal bir podcast oluyor. Dinlemek isteyenler için onu da şöyle bırakıyorum:
O sıralar Euro ve Dolar tavan yapıyor. Ülkede kriz patlak veriyor. Paniklerdeyim. Bu arada 2 hafta sonra da Burning Man’e gideceğim…
Aslında bu yaz bunları yaşarken okuduğum kitapların bir listesini vermeliyim (EDIT: listenin verilmiş hali için buraya tıklayın) ama o da ayrı bir post olsun (EDIT: OLDU ahhahaha). ‘Bundan sora beraberiz’ gözüyle baktığım ailem gibi gördüğüm insanla yaşadığım bu zorlu günleri, güvenimin ‘değer’ hissimin sarsılışını, ne iş, ne aşk, ne aile ne de maddi anlamda sağlam bir zeminimin olmadığı bu dönemi meditasyon, kitaplar ve arkadaşlarım sayesinde atlattım diyebilirim çünkü…
Ağustos sonu, Beyrut sonrası İstanbul’da bavulları hazırlayıp Burning Man’e gitmeye geldi sıra…
Burning Man öncesi her sene Project Heart’ın bana kattığı en güzel şeylerden biri inanılmaz bir insan olan Mike Maturo’nun evinde kalıyorum. Öyle güzel bir kalp ki!
3. kez katılacağım Burning Man’de bu sene psikolojik anlamda zorlanacağımı tahmin ediyordum. Yanılmadım. Beraber gitmesek de çok iç içe sosyal çevrelerde oluşumuzdan Ex’le bir yerlerde karşılaşıp Burning Man gibi herkesin ekstra iyi olduğu bir yerde bile kaba davranışlara maruz kaldım. Herkese bu kadar iyi davranan, gerçekten özünde dünya tatlısı bir insanın bir tek bana bu kadar acımasız olması inanılır bir şey değil. (Başıma daha önce böyle bir şey gelmemişti ama varmış böyle bir erkek tipolojisi)
Playa sana istediğini değil ihtiyacın olanı verir. Bu sene eğlenmekten çok bir şeyler farkederek geçti. Çok ağladım. Kendi hatalarımla derinine inmediğim egosal yaralarım ve kalp kırıklıklarımla, karakterimin çok da gurur duymadığım yanlarıyla yüzleştim. Bu sene pek çok dostum ‘evlendi’ playa’da. En sevdiğim şey Burning Man düğünü. Popomu kaldırıp gitmek gelmedi içimden. Sanki ortamın keyfini kaçırırım gibi hissettim. Ama bunlar olurken bir yandan giglerim de MUHTEŞEM geçti. Çaldığım her gigden müthiş keyif aldım ve çok güzel tepkiler aldım. İlk olarak Pazartesi Miki Beach’te öğlen çaldığım kısacık bir saatlik set çok eğlenceliydi. Günün o saati o kadar insandan o enerjiyi beklemiyordum açıkçası…
Aynı gün akşamsa playanın taa öbür ucunda The Gardens Of Babylon Landing Ceremony’de çaldım. O da inanılmaz güzel geçti. Güneş batmış gökyüzü degrade bir şekilde açık sarı pembe mavi lacivert renklere boyanmış, gündüz sıcağı bitmiş, hafif bir esinti başlamış ve TGOB’un bir araya getirdiği süper insanlarla çevrelenmişim…
Salı dinlenip Çarşamba da geçen seneki kampım Never Sleep Again’in kamp partisinde çaldım. Didem’im beni burada da yalnız bırakmadı! Şansıma 3’de 3 hep şahane saatlerde şahane kalabalıklara çalıyorum:
Bi tek Perşembe günü 1001 gecede Ex’le aynı line up’ta çaldığımız parti ruhsuz ve sevimsiz geçti diyebilirim. O ortamda kavga bile ettik. Toksik ilişki nedir’in sözlük anlamı olmuşuz. Bak ciddiyim ikimiz de güzel insanlarız ama birbirimizin içindeki en çirkini çıkarmayı başarıyoruz! Detoks oldu bu ilişki belki de bilmiyorum…
Cuma günü tek başıma bisikletime atlayıp gezmeye çıktım. Ona son söyleyeceklerimi bir kağıda yazıp temple’a götürüp bıraktım, Pazar gecesi yanmasını izlemek üzere. (Sonradan öğreniyorum ki o da aynısını yapmış) Ağlamaktan gözlerimin kıpkırmızı olduğu o Cuma akşamüzeri Temple’dan sonra tek başıma gezerken Ex’le karşılaştım. Kendisini şu yazıyı yazdığım tarihe kadar bir daha da görmedim zaten. Bu seferki karşılaşmamız sakindi, sarfettiği sözler için özür diledi. Ben çok ağladım. Korkuyorum dedim. Sen çok akıllı, yetenekli, güzel ve iyi bir kızsın. Hayata güven dedi. Bir veda konuşması yapıp tam gün batımında playa’nın ortasında son kez sevişip birbirimizi tam anlamıyla ‘saldık’. Bu gelgit ikimizin de enerjisini yeterince emmişti. Artık ikimiz de bu sayfayı kapatıp önümüze bakmalıydık.
View this post on Instagramback to reality #burningman #blackrockdesert : @didemma art by @osteeletheshow
Ondan sonraki kalan 3 gün bambaşka bir enerjiyle geçti sanki. Benim için Burning Man Cuma akşamüstü başlamıştı yani. Cuma gecesi Playalchemist Piramidinde çaldım. Burning Man’de 2 senedir en büyük gigim diyebilirim. Şansıma harika da bir saat vermişler bana, o kadar güzel geçti ki. Sevdiğim insanlar ve yeni yüzler yanımda ve dans pistinde! Düşününce bile tüylerim diken diken oluyor. Dedim ya o ‘closure’dan sonra enerjim değişti resmen! Cumartesi sabah minik flörtler danslar falan derken bir anda default Elif olmuştum sanki. İyileşmenin yukarı ivme yaptığı ikinci noktalardan biri de Lee Burridge’in Robot Heart’ta çaldığı o Cumartesi sabahıydı sanki…
Burning Man’den sonra birkaç gün daha SF’da kaldım. Burada hayatımda ilk kez bir çiftle beraber oldum. Benim için çok enteresan bir deneyimdi. Kendime duygusal anlamda bu tarz meydan okumalar yaratmayı çok seviyorum ve bu tarz ilişkilerin dinamiklerini insani, psikolojik ve duygusal yönden incelemek benim için en ilgi çekici kısım oluyor.
SF’dan sonra İstanbul’a döndüm. Eylül ayını prodüksiyon dersleri alarak Amsterdam’da geçirme planım vardı. O dönemler abim gibi gördüğüm Hollanda’da gel benim evimde kal diyen bir arkadaşımın beni önce biraz oyalayıp sonra da yüz üstü bırakması üzerine henüz Monastery’de tanıştığım Mertomun arkadaşı Bilge’nin cömert teklifi ile yine dört ayağımın üstüne düştüm. Prodüksiyon derslerini Eylül’den Ekim’e ertelenmiş oldu sadece. Her işte bir hayır vardır. Kalacak yer bahane harika bir dostum oldu! Hem de ben de Eylül ayında annemi ziyarete Mersin’e gittim. Annemle çok yakınızdır ama bu sefer ikimizin de çok kırılgan ve açık olduğu bir noktada buluşup daha da yakınlaştık. Bu arada iyileşirken İstanbul’da gigler çekimlere de koşturmaya devam ediyorum. İki kariyere birden çalışmaya devam.
Mersin’de 3 gün anne şefkatini de aldıktan sonra Burning Man’de tanıştığım, o dönem Kanadalı Ex’in asla anlayamadığı 3. dünya insanı olmak konusunda beni müthiş anlayabildiği için anında klik ettiğim Venezuellalı bir arkadaşımın davetiyle Barselona’ya gittim. İçim buruk geçen yaza güzel bir veda benim de hakkımdı: Barselona’dan Cap De Creus’a road trip yaptık. O dönem halen hassasım ve Erik o huysuzluklarımda bana öyle anlayış gösterdi ki. Gecelerce dertleştik. Tapaslar sangrialar ve ılık akdeniz havası. Buruk geçen yazın acısını çıkardım. Yoluma yine birbirinden güzel insanlar çıktı, öyle ki Mısırlı dünya tatlısı Fouad’la kakao içip kendimle ilgili olumsuz inançlarımı olumlularıyla değiştirdiğimiz bir ‘digging’ session bile yaptık! Barselona bana çok iyi geldi! İyileşmek için gerekli süreyi kendime ayırdıktan sonra artık bir misyonum vardı: duygularımı müzikle ifade etmek istiyordum bunun için de ableton programını öğrenecektim….
Ekim’de prodüksiyon öğrenmek için Amsterdam’a gittiğimde hava mevsim normallerinin çok üstündeydi. Her gün evden çıkıp bir şeyler yapmak için bisiklete binmek bile bile safi mutluluk veriyordu. 3 hafta kadar kaldığım Amsterdam’da dünyanın en tatlı insanı Camiel’dan bire bir prodüksiyon dersleri aldım. Derslerin aralarında evde oturup öğrendiklerimi uygulamaya koydum. Arada Schweppes çekimi için Türkiyeye dönüp geri geldim.
Amsterdam’a dönüp derslere devam ettim ve bu sene hep çok duyduğum ADE‘ye katıldım ilk kez. Partilerden çok konferans kısmı ilgimi çekti. Ufkumu genişlettim. Bilgeco’yla rumilik, Tiasla couch potato’luk yaptık. Claire’te The Cosmic Jungle’da çaldım. Acayip keyifliyfi.
Amsterdam da bana aşırı iyi gelmişti. Hatırlıyorum da orada kendimi kötü hissettiğim tek bir gün vardı o da Ex’in Montreal’de kalan eşyalarımın bir kısmını menajeriyle yolladığı gündü. Enerji alışverişi bile iyi gelmiyordu resmen. Bu nasıl bir şey! Bavulun içinden annesinin yazdığı minik bir not çıktı, çok düşünceli ve çok ince bir not ve sanırım sırf o nota bile 3 gün ağladım.
Amsterdam’dan sonra Türkiye’ye döndüm. Ekim sonu. Bonjuk’un kapanış partisinde çalıp sonra Arjantin yolcusuyum. Tempo yine maşallah! Ex’le tanışma yıldönümümüzde Bonjuk’taydım ve bu da yine o ara ara kendimi kötü hissettiğim günlerden biriydi. Bir sürü kırgınlık söylenmemiş anlaşılmamış ifade edilmemiş laflar hayal kırıklıkları ve haksızlık hissi benim canımı yakan ve oturup yazdım o gün. Tabii ki kimseye yollamadım yazdıklarımı. Yazmak terapi hatta sizi sinirlendiren üzen olaylar varsa oturup dominant olmayan elinizle hislerinizi yazmayı deneyin. Şaşıracaksınız =)
Ertesi gün kendime yeterince iyi bakmamamın sonucu olarak yorgunluktan düşüp bayıldım. ADE dönüşü Bonjuk’ta aylardır görmediğim insanlarla sabahlara kadar oturduğum için sanırım sebep uykusuzluk diyebilirim. Kafamı betona çarpmışım. Gözümü açtığımda Bonjuk ailesinden insanlar etrafımda oldukça korkmuşlardı. Şu an nerdesin, adın ne, bu kaç gibi sorular sorulunca ölüyorum heralde dedim kendi kendime. Hayati bir tehlikenin olmadığına ikna oluncaysa ‘ben kendime ne yapıyorum’ diye utancımdan ağladım. Bu yere düşüp bayılma bir wake up call gibi oldu aslında! Hani şu bahsettiğimiz self love var ya! Artık kendime daha iyi bakmam, güzel beslenmem, uykumu almam, kendimi suçladığım şeyler için kendimi cezalandırmayı bırakıp affetmem, başıma gelenlerden öğreneceklerimi öğrenip yoluma devam etmem gerekiyordu.
Kasım ayında hiç gigim yoktu ve 6 sene sonra tekrar Miller Music için bir denizaşırı bir seyahate davet edilmiştim. 2012’de Los Angeles, San Francisco ve Las Vegas’a gittiğim, Kolombiyalı bir çocukla aşk yaşadığım ve geçtim o seneyi hayatımın highlightlarından biri olan Miller Music Tour için bu kez Arjantin’e davet edildim. Arjantin öncesi Türkiye’de bir parti yaptık, Cüneyt’le beraber çaldık. İstanbul’a az geldiğim için pek çok arkadaşımı bir arada görebildiğim güzel bir gece oldu. Sonra daha önce 2 kez gittiğim ve bana hep çok iyi hissettiren Buenos Aires’in yolunu tuttum.
Miller Music Amplified programı 3 gündü. Bildiğiniz üzere tam olarak Kasım ayında 2 senesini dolduran evsizliğim yani özgürlüğüm sayesinde 14 saatlik yolu sırf 3 gün içim gidip dönme gibi bir zorunluluğum yoktu, sonrasında bir programım olmadığı için benim dönüş biletimi lütfen 1 hafta sonraya alın diye rica ettim. Arjantin’in benim için planları olabileceğini hissetmiş ama ne kadar süreceğini bilememişim…
Güney Yarımküre’de olduğundan Kasım ayında ilk bahar yaşayan Buenos Aires’te Miller’in programının olduğu 2-3 gün hava ne yazık ki yağmurluydu. Çoğunlukla açık hava planlanan 100 küsür kişilik etkinlikleri event ekibi büyük ustalıkla kapalı mekanlara adapte etmişti neyse ki. Bu sayede bir tekne planı yerine gittiğimiz Uptown’a aşık oldum. Hayatımda gördüğüm en güzel speakeasy’lerden birinin Buenos Aires’te olacağını hiç tahmin etmezdim. Yarın herkes gidecek ben biraz daha buralardayım. Dance event’te tanıştığım Arjantin’li bir soundcloud takipçim sonradan arkadaşım olan Franco, 5 sene önce geldiğimde airbnb’sini tutmadığım halde bana şehri göstermeyi teklif eden ve arkadaş olduğumuz Tomas, Facundo, kız arkadaşı, Giddyhead, Kermesse boys gibi Buenos Aires’te beraber vakit geçirmek istediğim çok insan var. Programın bittiği gece, artık ertesi gün herkes ülkesine dönecek, benimse 3-4 günüm daha var. 2 gün önce Miller eventinde çalan ve kendilerini tagleyerek story attığım 10 kişilik aşırı eğlenceli Paprika grubunun davulcusu instagram’dan mesaj atıp beni bir kulübe başka bir grubu izlemeye davet ediyor. Otele gidip yatacağıma tabii ki yeni bir mekan ve grup keşfetmeyi tercih ediyorum. Gittiğimde yanında Paprika’dan başka bir arkadaşı var, aynı grubun perküsyoncusu, ki Miller eventinde de dikkatimi çekmişti kendisi…
Hikayenin özeti o gece benden 10 yaş küçük ve muhabbet bazında naber nasılsından öteye geçemeyeceğim ve sonunda zaten pes edip eve dönen davulcu ve hiç ummadığım şekilde geceyi birlikte geçirdiğim perküsyoncu; ama daha da önemlisi aylar sonra ilk kez biriyle ilgilenebilmem, bundan önce birkaç kez sırf ‘devam etmek’ için beraber olmayı denediğim ve öpmeyi bile beceremediğim adamlardan sonra ilk kez heyecan duyabilmem… Bu çok önemli bir gelişme benim için! Cuma günkü biletimi yakıp 18 günümü lila jakarandaların süslediği şurup gibi ilk bahar havası ve birbirinden güzel insanları, malbec şaraplarıyla Arjantin’de geçirmem…
İçim buruk geçen yazın acısı işte bu sefer gerçekten çıktı! Arabaya binmeden önce her seferinde kapımı açan, beni Buenos Aires’in en güzel en underground en yaratıcılık dolu etkinliklerine en kendine has özel mekanlarına götüren, roller coaster’a bineceğim diye tutturunca beraber tigre’ye roadtrip yaptığımız, beğendiğim kızları eve getiren, ilk kez yanımdan ayrıldıktan sonra yanıma çiçeklerle gelen Manu sayesinde tekrar heyecan duyabileceğimi, mutlu olabileceğimi gördüm ya, Arjantin’in bana en güzel hediyesi o oldu!
Bu arada Burning Man sonrası uzunca bir süre hiç konuşmadığımız Ex’le araya biraz zaman girip kırgınlıklar unutulunca tekrar konuşmaya başladık, tamamen arkadaşça. Dediğim gibi bir ben kin tutmam, tutamıyorum da, iki aynı endüstride ve aynı arkadaş çevresindeyiz gerginliğe tatsızlığa hiç gerek yok, üç iş güç anlamında çok paslaşıyoruz, dört dedim ya ilişki toksik olmasa çok tatlı bir oğlan aslında! Arjantin’de acayip underground bir kulüpte sabahlara kadar dans etmişiz eve dönüyoruz ve görüntülü arama geliyor kendisinden; şaşırıyorum, yanlışlıkla mı aradın diye de soruyorum. ‘Hayır’ diyor, ‘lütfen bi aç bişey göstereceğim sana’ ve Panama’da gün doğumunu gösteriyor. Biraz sohbet ediyoruz. Tekrar konuşuyoruz ve aramız iyi diye mutluyuz diyoruz ikimiz de. Ne güzel her şey yoluna giriyor diyorum!
Yaratıcılık açısından çok verimli geçen, harika insanlarla tanıştığım, davet edildiğim aşırı özel +1 bile getiremediğim bir ev partisinde, bir gün facebook’ta görüp ‘aa benim gibi yurt dışında çalan bir türk kızı’ diye eklediğim Giz’le karşılaştığım, hem çok merak ettiğim The Bow’da Dixon dinleyip büyülendiğim hem elektronik dışında çok enteresan doğaçlama canlı müzikler dinlediğim, insanların iyilikleri karşısında içimin eridiği, bana çok iyi gelen ve sonuna kadar uzatabildiğim yere kadar uzattığım son yıllardaki en iyi seyahatim olan Arjantin’den sonra İstanbul’da 24 saatten az kalıp yazlıkları bırakıp kışlıkları alıp Zürih uçağıma yetiştim. Zürih’de Heja’da kalıp Cuma gecesi Luzern Cumartesi gecesi Basel’de çalmaya geldim.
İki gig de harika geçti. DJ’lik kariyerimde olduğum nokta çok tatlı! Küçük ve underground mekanlarda, gerçekten çok iyi müzik takip ettiği için benim gibi yeni sanatçıları bilen cool insanlara çalıyorum. Vibe her zaman çok iyi. Bu tarz mekanların promoter’ları da çok samimi ve tatlı. Örneğin Cem beni Burning Man’de dinleyip Basel’deki kulübüne booklamaya karar vermişti. Luzern’de ise geçen sene Ex’i daha büyük bir kulübe booklayan Koray’ın bu sene yeni açtığı daha underground bir kulüpte çaldım. Hayatımı seviyorum!
Bu arada Kasım ayında son ayalrda en çok kafamı kurcalayan ve ay lütfen artık olsun dediğim şey gerçekleşti. Bir süredir kendi bookinglerimi yapmaktan yorulmuştum ve Zürih’teyken The Gardens Of Babylon partilerini düzenleyen Shishi’nin booking ve management ajansı The Altitude Agency ile çalışmaya başladığımızı duyurduk.
Mutlu mutlu Pazar da Cenevre’de Çağlar ve Maria’yı ziyaret edip (Maria hamile ve ona Arjantin’den teyzesinin yolladığı bir sürü bebek kıyafeti getirdim) Pazartesi sabahı Zürih’e dönüp Salı İstanbul uçağıma bindim. Tempo goals! Bu sefer İstanbul’da 30 saatim var. Hızlıca bavulumu yapıp New York uçağına biniyorum. New York’taki gigim 5 gün sonra ama ben Didem’i görmek için erken geldim.
Arjantinde yediğim Dulce de Leche’lerden mi yoksa yine timezone’lar arasında ileri geri gidip bedenimin zaman dilimi konusunda kafasını karıştırmamdan mı bilmiyorum ama sanki hormonal bir problemim var ve biraz şişkin ve düşük enerjili hissediyorum. New York’da bir haftam var ve bu zamanı ‘iyi’ şeyler’ yaparak değerlendirmek istiyorum. Kendime iyi bakmak da bunlardan biri. Bana, vücuduma, zihnime ve ruhuma en iyi gelen şey yoga! Seyahat ettiğim düzende yogayı hayatıma entegre etmek biraz özveri istiyor. 2018’in son aylarında bunu yapmayı başardığımı düşünüyorum nihayet. Didem’le beraber yoga ve pilates derslerine gidiyoruz her gün. Buna sonra Toronto ve Montreal’de de devam ettiğim için kendimle gurur duyuyorum. Ayrıca ikimiz için de iş açısından yoğun dönemler, biz de bolca çalışıyoruz ve East Village’dan pek çıkmıyoruz bile. New York’da turist gibi hissetmiyorum hiçbir zaman. Artık gittiğimde eşi dostu görmeye odaklanıyorum daha çok. Bir iki senedir NY’da yaşayan Ece’yle buluşup hasret de giderdik. Oyster ritüelimi de gerçekleştirdim. Kısa da olsa başarılı bir NY seyahati diyebilirim.
O hafta sonu Ex de New York’da çalacak tesadüf. Aylardır görüşmemişiz, artık aramız iyi, konuşmaya başlamışız, şakalaşıyoruz, birbirimize yardım ediyoruz falan. Stereobar’da çalıcam şöyle şarkılara ihtiyacım var diyor yolluyorum. Prodüksiyonlarımı atıyorum yorum yapıp feedback veriyor. Agency ile anlaşırken nelere dikkat etmem gerektiği konsunda 15 dakika’lık ses kaydı atıyor falan. Nihayet arkadaş olduk sanıyorum ben. New York’a gelirken Montreal’den kalın montumu getirmesini rica ediyorum (hala eşyalarımın çoğu oradaydı da) İkimizin de NY’a vardığı gün ‘Selam, NY’a hoş geldin, montumu ne zaman alabilirim, hiç acelesi yok’ tonundaki tatlı mesajıma; montumu resepsiyona bıraktığını söyleyen soğuk bir cevap alıyorum. WTF! Gün doğumu göstermek için görüntülü arama yapan çocuk ‘Elifcim çok meşgulum montunu resepsiyona bıraksam sorun olmaz umarım’ dese yine anlayacağım ama yok; binanın adresini ve girişin fotoğrafını atıyor sadece. Cold as fuck! Bütün yaz canımı yakan dengesizliği artık bitmiştir diye düşünmüştüm ama yanılmışım. Gözlerim dolu dolu gidiyorum o gün montumu almaya. Niyeyse çok içerledim. Her şeye rağmen affedip dostluğumu vermek istediğim bu insan bana yine kendimi değersiz hissettirmeyi başardı bir şekilde. Ya da ben izin verdim!
New York’da Amaya’da çaldım Perşembe günü. Didem bütün güzel arkadaşlarını topladı ve çok eğlendik. Cuma ise Toronto’ya geçtim. Uçaktan iner inmez bana warm up yapacak olan Jenner, kız arkadaşı ve Mustafa ile Toronto gece hayatına süper bir giriş yaptım.
Önce Hernan Cattaneo sonra Bedouin dinlemeye sonra da bir ev partisine gittik. Burada herkes o kadar sıcak ve samimi ki! Cumartesi gecesi Parlour’daki gigim de muhteşem geçti. Aşırı eğlendim. Toronto’lu müzik endüstrisinden tanıdığım pek çok insan beni desteklemeye geldi. Ne mutlu! Küçücük bir mekan hatta normalde pek sevmediğim tarz ‘bottle service’ yapan bi yer ama müzik konusunda çok bilgililer ve en önemlisi HERKES dans ediyor. Kanada dinleyici açısından en mutlu ayrıldığım yerlerden biri oluyor hep!
Beni booklayan Jonathan’la aşırı turistik bir gün geçirdik. Arman’ın büyük misafirperverliği sayesinde Toronto’da 1-2 gün daha geçirdikten sonra Montreal’e geldim. 27 Aralık Perşembe günü burada Mart ayında ilk çaldığım mekan Le Salon Daome’de çalacağım. Arada Noel tatili falan var yani bir 10 gün buradayım. Montreal sevdiğim bir şehir, pek çok dostum var. Mesela beni book’layan Tina dünya tatlısı ve bu ayrılık sürecinde her zaman mantıklı bir açıdan bakmama vesile olan süper iyi bir insan. Hem de Montreal’deki en iyi partileri verip en güzel insanları bir araya getiriyor.
Montreal’e 2 sene önce ilk geldiğimde Stereo’da tanıştığım Mous ve Jess’in evinde kalıyorum. David havaalanında en sevdiğim lokal içkiyle karşılıyor beni: Bloody Ceasar’s! Geçen Christmas’ı Ex ve ailesi ile Montreal’in biraz kuzeyindeki Chalet’lerinde geçirmiştim ‘aileye hoş geldin mesajları’ ile beraber. Ancak bu sene olanlar ve ayrılık sürecinden sonra ‘artık Montreal’de bir ailem yok’ desem büyük yalan olur. Benim belki tek sabit bir evim yok ama dünyanın dört bir yanında kendimi ‘evde’ hissettiğim odalarım, kanepelerim ve bana ‘aile’ hissini veren muhteşem arkadaşlarım var. Ve hep söylüyorum benim en büyük zenginliğim bu.
New York’ta bana yaptığı ayıptan sonra dengesizce ‘Montreal’e hoşgeldiin’ tontişliğinde samimiyetsiz bir mesaj atan Ex’e cevap bile vermedim. Ertesi gün ‘mesafeli olduğum için özür dilerim ama sanırım hala iyileşmedim’ diye saçma bir mesaj aldım. Seriously WTF. Hayal kırıklığımı ve kırgınlığımı ifade eden bir mesaj attım: ‘Mesafeli olabilirsin ama lütfen mesafeni belirle ve artık benim kafamı karıştırıp durma!’. Artık sadece Montreal’de kalan eşyalarımı almak ve bu dengesiz ilişkiyi hayatımdan tamamen çıkarmak istiyorum. 10 gün kaldığım Montreal’de, gitmeme bir gün kala hem de DJ’lik yapacağım gün getirmeye teşrif ediyor eşyalarımı. 3 kocaman valiz dolusu eşyayı nereye nasıl sığdıracağım stresi artık bitsin istiyordum haklı olarak ve yine bencillik ve düşüncesizliğine sinirlenirken aslında bittiği için dua ettim. Eşyaları getirmek için geldiğinde bu sefer ben görmek istemedim onu. Bir öyle bir böyle dengemi bozmasına artık izin vermek istemiyordum çünkü. Belki de herkesle arkadaş olamazsın. Ya da bazılarıyla daha çok zamana ihtiyaç vardır. Montreal’de kaldığım 10 günde nerdeyse her gün yoga yaptım, kitap okudum ve Le Salon Daome’de yine sold out bir gecede çaldım. O kadar güzel geçti ki son tatsız duyguları da sildi attı.
Ertesi gün Montreal – İstanbul – İzmir aktarması ve 3 dev bavul dolusu eşya, kırık hayaller, alınmış dersler ve ak bir alınla (ahahahah) Alaçatı’ya geldim. İner inmez otele gelip hızlıca bir duş alıp The Stay Alaçatı’nın Uzun Yılbaşı Hafta Sonu partisinin ilk gecesinde çalmaya başladım. Şu an bu yazıyı Alaçatı’da finalize ediyorum. Yanımda Amsterdam’daki Roomie’m bana o kriz anında evini açan Bilgeco ve bu sene biraz depresif geçirdiğim Project Heart’ın bana kattığı en güzel iki şeyden biri Merve var. Daha ne isterim!
Hala uykumu alamadım. Ama mutluyum. Sevdiğim işi yapıyorum. Artık kendi gerçeklerimle çok da örtüşmemeye başlayan şeyler ufak ufak siliniyor hayatımdan. Tutkularımın peşinden gidiyorum. Bana değersiz hissettiren, kendi özgüvensizliklerini başkalarının problemi yapan insanlardan ne pahasına olursa olsun uzak durmayı öğrendim, öğreniyorum. Self love konusunda baya gelişme kaydettim. Hala anksiyete krizlerim, korkularım, kendime yaptığım acımasızlıklar, egomun tuzağına düştüğüm durumlar oluyor. Ama bu bir yolculuk. Öğrenerek devam ediyorum! Belki ‘güven’ hissimi kaybettim biraz ama heyecan hala oralarda bi yerde, biliyorum; hatta Arjantin’de ikna oldum. Kalbimi açmakta zorlanıyorum biraz ama zamanı geldiğinde o da olacak biliyorum.
Hem şimdi biraz kendime, işime odaklanmak en iyisi belki de. Bencilliği, bencil biriyle olmanın ne demek olduğunu sonuna kadar tattım. Şimdi biraz kendimle kalıp kendime ‘bencil’ olma vakti. Hayata, akışa güvenmenin zor olduğu günler oldu. Belki sert bir şekilde öğrendim ama bu hayatta kendimden başka kimseye ‘bel bağlamamak’ 2018’in bana verdiği en önemli derslerden biri.
Hala kardeşimle konuşmuyorum, hala babama kırgınım, ama büyüyorum. Hala bir evim yok. Olsun istiyorum ama nerede nasıl olacağını bilmiyorum. Bir düzenim olmasını, her gün aynı yoga stüdyosuna gitmeyi, prodüksiyon için bir stüdyom olmasını falan arzuluyorum. Ama bi yandan uzaklar da ev bana! Keşfetmek, yolda olmak, yeni insanlarla tanışmak da ‘EV’.
Ev kavramı sürekli değişiyor ve gelişiyor benim için. Çok şanslıyım ki ben nasıl bir hayat kuracağıma karar verene, buna hazır olana kadar bana kalbini, evinin kapılarını, çekyatını açan dünyanın dört bir yanında dostlar biriktirmişim. Galata’da dünyanın en güzel manzaralarına sahip bir evde, yazlık-kışlık eşyalarımın durduğu, her daim anahtarımın olduğu, gidince kanepemin ve en önemlisi ‘anlamlı’ sohbetlerin hazır olduğu, kalbim kırık olduğunda beni çocuk gibi koynunda yatıran istersem saatlerce anlattığım istersem yanlarında istediğim kadar sustuğum dostlarımın olduğu bir ‘evim’ var. Can ve Mert’e, Muhlis’e ve Hande’ye, Merve’ye ve Begüm’e, Seda’ya Bilge’ye, Selda’ya ve Yağmur’a, Didem ve Alexis’e, beni 4 kat kucağında merdivenden taşıyan Anıl’a tüm Bonjuk ailesine, Heja’ya, Mert ve Dünya’ya, Duran’a, Nazlıhan’a, Emir’e, Mike ve David’e, Eric’e, Mous ve Jess’e, Tina’ya ve daha nicelerine ne kadar müteşekkir olduğumu ifade etmek benim için zor. Onlar olmasaydı ben bu zor hayat tarzının içinde bu kadar kolay akamaz, tutkularımın peşinden koşamazdım.
2018 kolay bir yıl değildi ama çok gerçekti. Senelerdir öğrenmem bilmem gereken şeyleri belki de pas geçiyordum. Bu kadar canımı yakan tutkulu ama toksik bir kalp ağrısı olmasa belki de durup kendi içime bakıp bir şeyleri değiştirme, geliştirme motivasyonum olmayacaktı. E canım yandı arada ve önceliğim hep ‘bireysel olarak büyümek’ti ama bakıyorum da yine dopdolu çok eğlenceli bir sene olmuş.
Instagram’daki Inspiraiton Highlight’ıma bir göz atın derim bu yazki yolculuğumu biraz anlamak için.
Bu sene yazmayı unuttuğum seyahatler işler marka işbirlikleri dj gigleri olmuş olabilir. Bu sene kaç kez uçağa bindim sayamadım bile. Türkiye’de çok az bulundum. Yine bir sürü şey kaybettim. Çok fazla dondurma yedim onu biliyorum. Çok kitap okudum. Yine her zamanki gibi az uyudum. Yazıyı da son dakika yetiştirdim. Ama yetiştirdim mi yetiştirdim. Ha ha! Okumak isteyen olursa bu sene okuduğum kitapları ve bana güç veren yazı, video ve instagram hesaplarını da ayrıca paylaşabilirim. (Edit: buyrun)
Geçen seneki yazımı şöyle bitirmişim:
Geçen seneki ‘hayal kurma’ konusunda niyetimi düşününce iyi gidiyorum diyebilirim bence. 30 yaşında başladığım DJ’lik yolculuğum hiç fena gitmiyor. Hayal kurma cesaretim olmasa olmazdı!
Bu sene yani 31 yaşım bana en çok ne öğretti desem kendimi sevmeyi kendime saygı duymayı başkalarına değil kendime güvenmeyi diyebilirim ama tam bence hala biraz daha zaman geçmesi gerekiyor dersleri tam olarak sindirmem için. Ayrıca yazıyı 2018 bitmeden bitirmek için biraz acele etmem gerekti. O yüzden eminim ki çok fazla atladığım şey oldu. Olsun! Mayıs sonu bitmiş bir ilişkiden sebep hala neredeyse her ay bir kez göz yaşı dökmüşüm, düşünsene. Derinden bir yerlerden incinmişim. Ama biliyorum ki bu incinme boşuna değil. Öğrenmem gereken dersler için kalbi biraz kırıp açmak gerekiyormuş işte…
Göz atmak isterseniz eski sene biterken yazılarım da burada: 2017, 2016, 2015 2014 2013 2012
Okuduğunuz için teşekkürler. İlham verdiysem ne mutlu! Seneye görüşürüz!
24 Mart’ta TedxReset’te konuşuyorum!
24 Mart’ta TedxReset’te konuşuyorum!
Her sene sonunda yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri taa senenin en başına gidip o sene neler yapmışım, neler hissetmişim, neler yaşamışım, neleri istemişim ve başarmışım, neleri yapmak istemiş sonra...

2018’de bana iyi gelen kitap ve instagram hesapları
2018’de bana iyi gelen kitap ve instagram hesapları
Her sene sonunda yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri taa senenin en başına gidip o sene neler yapmışım, neler hissetmişim, neler yaşamışım, neleri istemişim ve başarmışım, neleri yapmak istemiş sonra...

YORUMLAR
Elif, her sene bu yazını okudum. Demek istediğim tek şey, “you are golden!”
Elif Selam
Müthiş içten ve gerçek bir yazı öyle olduğu için okuyan olarak da hissettiklerinizi ben de hissedebiliyorum, aynı derecede ve yöntemde olmasa da! Tahmin edeceğiniz üzere beni en heyecanlandıran ve Türkiyedeki kadınlar olarak eksik kaldığımızı düşündüğüm Self Love konusu. Bu konuda okuduğunuz kitapları öğrenmem gerekiyor, bir liste halinde paylaşırsanız çok mutlu olurum! Kendi yol arkadaşlığıma ihtiyacım var :) Umarım kendinizi keşfetmenizin bitmediği daha güzel bir yıl olur, sevgiler..
elif selamlar, her sene yazilarini cok merakla ve ilgiyle okuyorum. sacma bir takintim var okudugum her seyi tam olarak anlamak istiyorum. bu yazi icerisinde sdece buna mi takildin demeyeceksen ki gercegi takilmak degil aslinda sadece anlamadim. bir ciftle beraber oldum dedigin sey cinsel birliktelik mi yoksa onlarla bir yolculuga cikmak mi? onlarin perspektifinden bakmak mi?
tesekkur ederim.
Elif demişsin ya yazım ilham verdiyse ne mutlu diye, hem de nasıl verdi. 30 yaşındayım usul usul, acıya acıya kabuk değiştirdiğim, kendimle yüzleştiğim, gördüklerimden bazen gurur duyduğum bazen de korktuğum bir yıldı 2018. Senin de böyle acıta acıta dokuna dokuna geçmiş ama öğrendiklerimizi kalıcı kılacak bence bu acımalar dokunmalar. Hepimiz bir şekilde yolda bir yolculuktayız. Hem senin hem kendim hem de benzer yolculuklar içindeki tüm çiçek gibi kadınların kendine döndüğü kendini sevdiği, affettiği, şefkatli olduğu, ne istediğini bilmeye yaklaştığı güzel zamanları olsun. Güzel bir yıl, güzel bir yolculuk diliyorum hepimize.Sevgiler!.
Hayatımın bir dönüm noktasına girerken ben de bu yazı benim için çok güzel bir ilham kaynağı oldu. Ne güzel ne kadar doğal yazmışsınız çoğu yerinde kendimi gördüm.
Bu paylaşımlar ve bunları okumak gerçekten iyi hissettiriyor, teşekkürler :) Bu arada ilham aldığınız kitapları merak ettim bir post çok güzel olur :) Çok güzel bir 2019 senesi olması dileğiyle
ne mutlu!
merhaba paylastım yazıyı! https://www.cizenbayan.com/2018de-bana-iyi-gelen-okumalar/
çok teşekkürler
ilki :)
ne güzel yazmışsın cansu! teşekkürler
teşekkürler cansu kitapları da yazdım burada https://www.cizenbayan.com/2018de-bana-iyi-gelen-okumalar/